Oğuz Demiralp'in Kırmızı Kedi Yayınları etiketiyle bu hafta raflara çıkacak olan Orhan Bey ve Kitapları adlı çalışmasından tadımlık bir bölüm K24 sayfalarında...
11. Kitap
(Babamın Bavulu)
Babamın Bavulu (İletişim, 1. baskı, 2006), Orhan Pamuk’un Nobel ödül töreninde yaptığı konuşmanın metni. Yazınsal bir metin. Pamuk’un aldığı birkaç başka ödül konuşmasıyla birlikte ayrı bir kitap olarak yayınlanması iyi olmuş. Özbeğeni yükü hafif olmamakla birlikte sıcak bir metin, okuyanı sarıyor. Bunun nedeni, yazarın babasından söz etmesi. Yazı, yazarlık, yazın, Doğu-Batı üzerine düşüncelerini de özetliyor bu metinde, ama en azından benim özellikle ilgimi çeken yönü baba-oğul ilişkisi. Metnin bu yönünden iyi bir tiyatro oyunu ya da öykü çıkabileceğini düşünüyorum. Oyunu yeğlerim.
(Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim. Baba–oğul ilişkisi konusunda benim son yıllarda okuduğum en iyi kitap, bir romanı Türkçeye de çevrilmiş olan Meksikalı yazar Jorge Volpi’nin Examen de mi Padre’sidir. Babası öldükten sonra onun gövdesinin tıp incelenmesiyle birlikte baba–oğul ilişkisi, babanın kişiliği, oradan kalkarak ülke incelenir. Çok etkileyici bir çalışma.)
Orhan Pamuk’un babası edebiyat meraklısı, koca bir kitaplığı var, yazar olmaya hevesli, ama olmuyor ya da olamıyor. Yazmış bir şeyler, atmamış, saklamış. Yazar olabilme, yazar olarak bilinebilme umudu. İnançtan yoksun bir umut, onun için saklı tutuyor yazdıklarını. Oğlu üst düzey yazar oluyor. Oğluna göstermek istiyor yazdıklarını. Ancak pek inanmadığı için yazdıklarının değerine, ben öldükten sonra aç bavulu, oku, diyor, kenara koyuyor. Bavulu, pek âlâ, üstüne bir not yazıp, evin bir köşesine bırakabilirdi. Yapmıyor. Demek ki, ölmeden önce okunmayı için için istiyor. Oğluna ikinci gelişinde bavulun hâlâ orada olup olmadığına bakacak. Aslında oğlunun bavulu açıp yazdıklarını, okumasını, giderek bir ayıklama yapıp kitaplaştırılmasını beklemiş olacak, belli.
Babası gittikten sonra bavulu açıp açmamayı değerlendirirken anımsayacaktır yazar. “Babam bazan kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarında babamın huzursuz olduğun anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerinden biri olduğunu biliyorum.” Demek ki, babanın içinde bir ikinci kişi, gizilgüç (potansiyel) ya da yarım bir yazar var. O ikinci kişi bavulun içinde, gün ışığına çıkmak, var olmak için oğlundan medet umuyor.
Yazar ise, bize her fırsatta anlattığı aile dörtgeni öykülerinden, diğer metinlerden de biliyoruz, babasını çok seviyor, otoriter olmadığı için göklere çıkarıyor, ama kızgın olmasa bile için için kırgın, aileyi sık sık bırakıp gittiği için, bazı gizli ilişkileri olduğu için. O, babası gibi aileyi (anneyi) bırakıp gitmiyor. Buna karşılık, babasına onu annesiyle yalnız bıraktığı için mutluluk duyduğu bile oluyor. (Tam Freud’luk!) Odaya kapanıp yazarlığa ve hayal, kurmaca dünyasında huzura eriyor. Baba çıkageldi şimdi. Üstelik bavulun içinde bir ikinci baba var. Bir rahatsızlık kaynağı.
“Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum,” der yazar. Bavulu tanıyor. Babasının sadece ara sıra iş yerine bir şeyler götürmek için değil, yolculuklarında da kullandığı bavul. Söylemiyor, ama bu yolculukların en azından bir kısmı, anneyi üzen, aile birliğini zedeleyen türden. Bavulu “içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden” açmadığını söylüyor. O yük yazar babadır.
“Babamın bavuluna dokunup bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterleri biliyordum.” Babasını bir şeyler yazıp çizerken görmüş birçok kez, onu demek istiyor. Bunların fazla değerli metinler olmadığını tahmin ettiği için bavulu açmıyor değil. “Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise, babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan açamıyordum. Üstelik bu nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük edebiyat çıkarsa babamın içinde bambaşka bir adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.”
Sonra babasının neden yazar çıkmasını istemediğini uzun uzun anlatır oğul. İlgimizi çeken neden şudur: Oğul, yazarlığın bir odaya kapanarak derişmek, giderek çile çekmek olduğu görüşündedir. Baba, ara sıra kitaplığına çekilse bile, eylem adamıdır. Vita contemplativa vs. Vita activa. Oğul, onun gibi bir hayat yaşamadığı, toplumun içinde çatışmasız sevdikleri, yakınlarıyla mutlu yaşadığı için babasına kızmakta, onu kıskanmaktadır. Böyle bir eylem adamından yazar çıkarsa oğulun yazarlık anlayışı, varoluşu yara olacaktır. Öyleyse bavuldaki baba gizilgüç bir tehdittir. Bu tablo karşısında oğulun baba ile gizli bir rekabet duygusu içinde olmadığını söylemek olanaklı mıdır?
Başka düşünceler de geçer oğulun aklından. Sonunda: “Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk” diye yazar. “Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. (...) defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu(...) Bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam olmaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu(...) bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranı...” Bavul ve anımsattığı korku, evi bırakıp gidebilen babadır. Bu yetmiyormuş gibi, bavulun içinden ikinci baba, yazar baba çıkar. Yazarı asıl bu baba korkutur. “Bu babam hakiki midir, değil midir?” derken, oğulun kendi kendini sorgulamasına yol açar. Oğulun aklına romanı bırakma endişesi taşıdığı günler bile gelir. “Kapayıp kaldırdığım bavul...” En iyisini yapmıştır.
Sonra akar gider konuşma, gene babaya gelir. “...babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.” Oğul barış çubuğu yakmaya hazırlanmaktadır. Arkadan şu sözler gelir: “Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum.” Bu tümceden, oğulun bavulu ikinci kez açtığı anlamı hiç çıkmıyor. Tersine: Bu bölümdeki anlatıma göre, bavul, babasının bıraktığı yerdedir (oğul yeniden oraya koyduysa söylerdi, yanlış anlaşılmamak için söylemeliydi.). Sanki oğul bavulu yerinden ilk kez alıp açmaktadır. Oysa ikinci kezdir. Birincisinde defterleri okurken yazar babayla karşılaşmıştı. Ya şimdi? “Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler (Paris otellerinin görüntülerini çizen bir ressam da yazarımızı çocukken etkilemiş ve daha önce yazımıza da girmiş olan Utrillo’dur. Yazarımız sözünü etmemiş ama annesi Suzanne Valadon’a (ressam ve model) pek yakındır. Baba meydanda yoktur. O.D.) hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler...” Bu kez defterlerden yazar baba çıkmamıştır. Oğul rahatlar. Nasıl oluyor da bavulu birinci açışını unutuyor? Bir sonraki tümce şöyledir: “Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizlikten bir başladığında, babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar. Müzik olup biteni bize daha çabuk unuttururdu.
“Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir–iki söz ile konuyu değiştireyim.”
Yazar geride kalmış bir olayı anımsama yoluyla kâğıda dökmektedir. Birinci kez bavulu açışı yazarken ikinci kez aklındadır, çünkü tümcenin en sonuna (konum isteksizliği anlatıyor) “ilk” sözcüğünü koymuştur. Ancak, ikinci kezi yazarken birincisini unutur, sanki bu bavulu tek açışıymış gibi yazar. Varlıksal tehdit olan baba unutma yoluyla giderilmiştir. İlk açışta da ikinci açışta da aynı defterler vardır bavulun içinde, ama bunların alımlanması, algılanması, anlamlandırılması değişmiştir. Bu sayede de tehdit giderilmiştir. “Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyordum kendimi şimdi.” Unutmak, bilinçaltına atmak demektir. Kuyu! Bavul! Kuyu! Ne tuhaf! Bu kez bavul açılınca içinde ikinci baba, yazar baba görülmez. Yazarlık sayılmayacak bir şeyler karalamış bir kişi izlenimi verilir. Bavuldaki baba, yani denetleyici, rakip, giderek karşıt üst-ben yazar ortadan kaldırılmıştır. Artık yazarımız kendi kendini değerlendirmekte özgürdür.
Baba, ikinci gelişinde, bavulu bıraktığı yerde görmez. Ne ki, açılıp açılmadığını, yazdıklarının okunup okunmadığını sormaz. Oğlu da hiçbir şey söylemez. Baba, oğlunun bir profesyonel yazın kişisi olarak, onu post–mortem keşfetmesini mi bekliyor, “yazar olarak senin baban bavuldaki yazar” mı diyor, “benden yazar olarak da uzaklaşamazsın, çünkü ben yazar oğlumun da (yazar) babasıyım” da mı demek istiyor, bilemiyoruz. Herhalde bunların hepsini demek istiyor. Böylece biz de sanki kısa bir Freud’gil öykü okuyoruz, daha doğrusu bu öyküyü okuduğumuz metinden çıkarıyoruz.
Yazarımızın Nobel konuşması sürer. Sonlara doğru gene babaya döner. “Ama hikâyemin bana daha da derinde bir suçluluk hissettiren bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var.” Bu hemen anımsamayı oğul bizimle bu satırlara kadar paylaşmamıştır. “Hemen” hani anın karşılığı belli değil. Sahnenin başına bir gönderme olmalı. Belli ki, suçluluk duygusuna yol açan şeyi bizden bu ana kadar gizlemiştir. Nedir o? Bavul olayından yirmi altı yıl önceye gider oğul. Cevdet Bey ve Oğulları romanını bitirmiştir. “...daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim.” Romanın değerlendirmesini yapacak olan baba, yazından anlayan, belki de çaktırmadan yazan, bavulda bulunmasından korkulan ikinci babadır. Yukarıda belirlediğimiz denetleyici üst-bendir. Oğulun ellerinin titremesinin nedeni, yalnızca aile babasının değil, belki ondan çok, bavulun içindeki babanın otoritesini kabul etmesidir. Bavulu ilk açış sahnesinde ortaya çıkan bu babayı, bavulu kapayıp kaldırarak ve bavulu açtığını, kapayıp kaldırdığını unutarak ortadan kaldırabilecektir. Suçluluk duygusu buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü oğulun yazdığını beğenmiş, yazarlığını desteklemiş bir babayı, ikinci babayı bavula tıkmıştır. Çünkü o aile dörtgenindeki babayla aynıdır. Baba tektir.
Olayları, konuşmada anılış sırasına göre değil, oluş sırasına göre alırsak şöyle bir kısa tarih çıkabilir ortaya: Yazar ilk romanını yazar–babaya elleri titreyerek gösterir. Baba otorite. Beğenir ve hedef gösterir. Üst-ben ile barışmak için bu hedefe ulaşmak gerek. Aynı zamanda babayı aşmak için de bu gerek. Yıllar sonra baba bavulla geliyor. “Bavul” yazar babadır. Oğul o babanın ortaya çıkmasını istemez, bavulu kapatarak yazar-babayı ya da babanın yazar yanını giderir. Oğul yazar olmuştur, babayı aşmıştır. Babaya yazar olarak gerek yoktur. Yazar-baba bavula kapatılabilir. Oğul sonra unutur bu “suçunu”. Bu unutuşun yansıması bavulun birinci açılışının yazarken de unutulması biçiminde olur. Unutmanın içerdiği bilinçdışı suçluluk duygusu, başka bir anıyı bugüne getirerek, bu anı yoluyla babayı yücelterek aşılacaktır. Dediğimiz gibi, birazcık Freud’gil bir öykü. Önce öldür babayı, sonra onu yücelterek aş suçluluk duygusunu.
Evet, baba romanı beğenir. Babanın romanı beğenmesi yazar oğlu mutlu kılar. Babası da okuyunca mutlu olmuştur. Oğluna bir gün Nobel alacağını söyler. Nobel alır oğlu. Her ne kadar bu ödülün adını babanın yüreklendirmek için öylesine söylediğini vurgulasa da oğul, ödülü, bizce hedef, en üstün başarı olarak algılamıştır. Babası, “nişan” alması gereken hedefi göstermiştir. Ok yerine ulaşınca Babamın Bavulu konuşması oraya dikilen “taş” olmuştur. Köken olayı anımsama ve daha önemlisi: Anma yoluyla oğul bu kez gerçekten barışır babasıyla. Freud öyküsünün son aşaması. Oğul, bavuldaki yazarın oğlu, süreğidir.
Bu arada, gözümüzden kaçmadı. Anlatılan öyküde ağabeyin yeri yoktur. Baba ile küçük oğlu baş başadır. Freud öyküsüyle Kabil–Habil öyküsü birbirine karışır.
Bizim sabuklamalarımız bir yana, rahmetli Gündüz Bey’in, bulutların arasından, iki oğlunun da başarılarını mutlulukla izlediğinden eminim. Ruhu şad olsun!
Babamın Bavulu’nu ben özgün bir metin olarak okumuştum. Çeşitli yazılara bakarken, bu metnin, Cem Uçan’ın Boşluğun İzinde öykü kitabındaki Bir Sürü Kadınlı Yıllar (Sel, Eylül 2006) öyküsünden esinlendiği iddiasına rastladım. Uçan’ın öyküsünü okudum. Anlatıcı / kahramanın babası o çocukken çekip gidiyor. Annesiyle baş başa büyüyor, hiç görmüyor babasını. Çocuk kocaman bir adam olduğunda, Tanrı’nın buyruğu, babasının ölüm haberi geliyor bir gün. Ardında da babasının valizi. Çocukluğundan bildiği, görünce anımsadığı eski bir valiz. Babası onunla gitmiş. Şimdi valiz dönüyor sadece. Valizin içinde annesinin babasına yazdığı mektuplar. Babaya hep bilgi vermiş, çocuğun büyüme evrelerine ilişkin. Babasının da mektupları valizde. Ancak hiçbiri gönderilmemiş. Babasının satırlarında suçluluk duygusuyla oğul sevgisi iç içe dolaşıyor. Oğlunun öykü yazarlığına da değiniyor: “Çekmecesinde bulduğun defterler... Öyküleri...onları oldukları yerde bırakmalıydın, ait oldukları yerde. Ben kararımı verdim artık buna hakkımız olmadığını düşünüyorum.” Dokunaklı, giderek acıklı güzel bir öykü. Buradaki birçok temel öğeye, kamu alanına çıkması açısından daha sonraki tarihli bir metin olan Babamın Bavulu’nda da rastlıyoruz. Orhan Pamuk bu öyküyü okumuş mu, okumamış mı? Bilmem. İnsanın adı çıkacağına... derler ya!