"90. yaşında 90. kitabını yazan Orhan Koloğlu’nun yaşam serüvenini, ailesini, eğitimini, içinde yetiştiği sosyal çevreyi bilmeden, onun bu hayata sığdırdığı onca şeyi anlamak biraz zor..."
20 Nisan 2020 17:15
Nereden başlasam?
Otuz yılı aşkın dostluğumuzun değişik dönemlerinde kendisinden öğrendiklerimi yazıya döksem, sayfalar tutar; tarihçiliğini, araştırmacı kimliğini, gazeteciliğini, dergiciliğini, yayıncılığını velhasıl kalem oynattığı tüm alanları, verdiği ürünleri sıralamaya kalksam raflara sığmaz. Son olarak, bir ay önce şu mahut ‘karantina günleri’ başladığında aramıştım; sesi iyi geliyordu, ben de ondan cesaret alarak konuşmayı uzattım; aklıma gelen her şeyi sordum. Yataktan çıkamadığını, kitap yazmaya devam edemediğini anlattı, tabii söz GS’a gelince ses tonu değişti ve ekledi, “yine şampiyon olacağız evlât”... Bu son konuşmamızdı.
Orhan ağabeyle 12 Eylül’de iki yıllık bir hapisane döneminden sonra İletişim Yayınları’nda Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi’ni çıkarırken tanışmıştım. Ama adını gazeteci olarak hep duyardım, bir ara Basın-Yayın Genel Müdürlüğü de yapan Orhan ağabey, kardeşi Doğan ağabey gibi 12 Mart’ın mağdurlarındandı. Üstelik Doğan Koloğlu, Akşam’ın yazı işleri müdürü olduğu için Çetin Altan’la birlikte uzun süre Sağmalcılar’da yatmıştı. Yayın yönetmenliğini yaptığım ansiklopedi biraz farklı bir yayındı; klasik ‘madde’lerden oluşan sistematik bir yapısı yoktu, tematik bir bütünlüğe sahipti. Bu nedenle her konu başlığı içinde farklı görüşlere de yer verebiliyordu ki, bu yapı daha önce yayınlanan Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’nde de aynıydı. Her şeyin yasak olduğu, dergilerin kapatıldığı 12 Eylül sürecinde haftalık fasiküller halinde yayınlanan bu ansiklopediler değişik bir işlev de kazanmışlardı. Hatta bir seferinde yolda rastladığım ve kaçak olduğunu bildiğim bir arkadaşın bana “yaptığınız iş ne kadar önemli, her hafta bir siyasi dergi gibi alıyorum fasikülleri...” dediğini hatırlıyorum.
O günlerde “Basın” maddesinde sıkışmış ve bu konuyu tüm veçheleriyle yazacak isim ararken nerden aklıma geldiyse Orhan Koloğlu’nu hatırladım. O yıllarda yayınlamış olduğu Takvim-i Vekayi üzerine incelemesini okumuştum, daha önce de Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış İslâm’da Başlık adlı kitabını da biliyordum. Hemen aradım, zamanımın daraldığını anlatıp özellikle Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan dönemi kaleme almasını rica ettim. Aradan iki hafta geçmedi; yayınevindeki odama elinde koca bir dosya ve tevazu saçan gülümsemesiyle biri girdi; Orhan ağabey olduğunu hemen anlamıştım. Önüme koyduğu yazılar ve görsel malzeme beklediğimin de üstündeydi. Öylece başlayan dostluğumuz tüm yayın boyunca sürdü. O yıllarda Tarih ve Toplum’u yönetmiyor, sadece Mete Hoca’ya (Tunçay) yardım ediyordum. Orhan ağabey de dergiye sürekli makale yazıyor, ama bu arada ansiklopedileri, değişik dergileri ve art arda yayınlanan kitaplarını da ihmal etmiyordu.
Bu yazıyı yazarken oturdum, üşenmeden Orhan Koloğlu’na Armağan kitabında yer alan bibliyografyasına bakıp, Tarih ve Toplum’da çıkan yazılarını saydım; dergide 1984 Kasım sayısından kapandığı Aralık 2003 sayısına kadar tam 203 yazı yayınlamış... Dile kolay, bir de diğer dergilerdeki makalelere, ansiklopedi maddelerine, kitaplarına, sempozyumlarda sunduğu bildirilere bir bakın ama en iyisi Armağan Kitabı’ndaki tam 37 sayfalık “Orhan Koloğlu Bibliyografyası”nı gözden geçirin... O zaman onun nasıl bir bilim, tarih ve mesleği olan basına tutkun bir kişi olduğunu ve 91 yıllık yaşamının bir saniyesini bile boş geçirmediğini anlayacaksınız.
Dopdolu bir hayat
Orhan Koloğlu’nun yaşam serüvenini, ailesini, eğitimini, içinde yetiştiği sosyal çevreyi bilmeden, onun bu hayata sığdırdığı onca şeyi anlamak biraz zor; nitekim bunu bilmeyen biraz da anlamayanların yakıştırdıkları “gazeteci üslubuyla tarih yazan”, “derinliği olmayan araştırmalarda bulunan” biri gibi sıfatlandırmalar eski deyimle “muallakta kalmaya mahkûm” – tabii buna biraz da kıskançlığı eklemek gerekir.
Koloğlu, 23 Aralık 1928’de Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya gelir, nüfusa kayıtlı adı Orhan Eşref olmasına rağmen aynı adı taşıyan dedesi “Sakallı Eşref” olarak tanınan emekli posta müdürünün yakıştırmasıyla, çocukluğunda hep Tevfik Fikret’ten mülhem Ferda olarak adlandırıldı. Ailesi İstibdad, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamıştı, hatta İttihatçı bir telgraf memuru olan dedesi Eşref Bey ile babası Sadullah Bey idamdan dönmüş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında değişik memuriyetlerde bulunmuşlardı. Babası “Arap Kaymakam” diye bilinen Sadullah Bey, II. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile İtalya’nın Libya’yı terk etmesinin ardından yönetim boşluğu yaşandığı ve devlet adamı bulanamadığı için Bingazi’ye çağrılarak Türk hükümetinin de izniyle üç yıl başbakanlık yapacak ve buradaki lâkabı da “Türk Başbakan” olacaktı.
1940’ta Galatasaray Lisesi’nin orta kısmında öğretime başlayan Koloğlu, okulun tarih ve edebiyat hocalarından çok etkilendi; özellikle edebiyat derslerinde çekinmeden Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuyan Esat Mahmut Karakurt’un, çok değer verdiği Nihat Sami Banarlı ile Orhan Şaik Gökyay’ın etkisinde kalarak, İleri adlı bir sınıf dergisi çıkardı. “Bizim birader” dediği kardeşi Doğan Koloğlu da işin içindeydi ama sonra ayrılınca derginin her şeyi ona kaldı ve inatla dergiyi iki yıl sürdürdü. Bu, onun bir anlamda ilk gazetecilik deneyimiydi.
Lise son sınıftayken, 1947’de daha sonra benim de maç spikerliğine yetiştiğim ünlü hakem Sulhi Garan’ın Türkspor dergisinde maç muhabirliği ile Bâbıâli’ye adımını atan Orhan Koloğlu, bir yandan da futbol oynuyordu. Ne var ki sigaraya düşkünlüğünden dolayı kısa bir süre oynadığı GS genç ve B takımlarından ayrılmak zorunda kalmasına rağmen, “biraderi” (Doğan Koloğlu) GS A takımında oynayarak profesyonel futbolcu olacaktı.
Ama bu hiç önemli değildi, artık bir gazeteciydi ve spor muhabirliği başka kapıları da açacaktı. Kısa bir süre Son Saat’te çalıştıktan sonra babasının başbakan olduğu Bingazi’ye giderek birkaç ayını burada geçirdi. Bu süre zarfında daha sonra önemli çalışmalarını yapacağı tarih konusunda, özellikle Osmanlı Devleti’nin son yıllarına ilişkin tarihi olaylar hakkında bilgi edinmeye çalışan Koloğlu, döndükten sonra yaptığı askerlik görevinden sonra, ilkin Yeni Sabah sonra da Yeni İstanbul’da yazı işleri müdürlüğü yaptı. Aslında bu, Bâbıâli’de biraz hızlı bir yükselişti. Ardından dört yıl çalıştığı Akşam ise tam bir okuldu onun için; Aziz Nesin, Çetin Altan, Vâlâ Nureddin ve Rıfat Ilgaz gibi isimlerden çok şey öğrendiğini her zaman söylerdi Orhan ağabey. 60 sonrasında ise Akşam’dan ayrılmış o yıllarda çok satan gazeteler arasında olan Safa Kılıçlıoğlu’nun Yeni Sabah’ında yazı işleri müdürlüğüne başlamıştı. Yeni Sabah’ta ise Şükrü Baban, Ref’i Cevat Ulunay, Kadirecan Kaflı, Sabri Esat Siyavuşgil gibi ünlü isimlerin yanında bir de Reşat Ekrem Koçu vardı. Koloğlu’nun bu dönemde çok önemli bir tespiti, ilerde biçimlenecek tarihçiliğine bir temel oluşturacaktı. Şöyle ki, ona göre Ref’i Cevat alışılmış resmi tarihe karşı çıkarken polemik düzeyinde kalıyor, güvenirliliğini kaybediyordu. Oysa Koçu, Ulunay’a göre eski metinlere çok hâkim olduğu için daha belgeci, daha araştırmacı bir özelliğe sahipti; üstelik yazışı, üslubu rahattı, yazdıkları sıkıcı tarih metinlerden farklıydı.
Koloğlu, bu noktada Koçu’nun yöntemini en azından rahat okunurluk biçiminde geliştirirken, çok yönlü araştırmaya yönelip, farklı, yerli ve yabancı zengin kaynakları kullanmaktan çekinmedi. Tabii, bu konuda bildiği diller, bu sayede ulaştığı kaynaklar, ilerde kaleme alacağı metinlere çok değer katacaktı.
1964, Koloğlu’nun yaşamında yeni bir dönemin açıldığı, Bâbıâli dışında bir ortama adımını attığı bir yıl oldu. O yıl Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nda Basın ve Tanıtma ateşesi olarak atandı ve ardından Roma, Karaçi, Paris, Londra ve Beyrut’ta görev yaptı. Bu arada İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Strasbourg Ünivertsitesi’nde doktorasını tamamladı. Gittiği hiçbir yerde boş durmuyor, arşivlere, ulusal kütüphanelere giriyor, kaldığı ülkelerde yabancı dillerini pekiştiriyordu. Fransızcayla İngilizceye Almanca, İtalyanca ve de Arapça eklenmişti.
Bir gün kendisine Tarih ve Toplum’da yayınladığımız ve birkaç sayı çıkan, Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığı üzerine çok önemli bir yazı dizisi olan “Garp Ocakları’nda Anadolu Delikanlıları”nı nasıl hazırladığını, kaynaklara nasıl ulaştığını sorduğumda, o hiç kaybolmayan tebessümü ile şöyle demişti: “Bu da benim sırrım ama sana söyleyeyim; en zengin kaynakları Roma’da, Venedik’te ve Cenova’da buldum. Bunları bilmeden 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Osmanlı’nın Trablusgarb, Tunus ve Cezayir’deki varlığını hiç anlayamayız.”
Orhan ağabey için araştırma, inceleme, kütüphaneler, arşivler vb. her zaman için vazgeçilmez tutkulardı, bunun için önüne çıkan her fırsatı değerlendirir, hemen karar verirdi. Roma’da basın ateşesi iken Karaçi’deki ateşeliğin boş olduğunu ve kimsenin gitmek istemediğini duyunca talip olur ve arabasına atlayarak İran ve Afganistan üzerinden Pakistan’a, Karaçi’ye kadar günlerce direksiyon sallar... Ama bu kadarla yetinmez, özellikle İran’ı geçerken daha sonra Humeyni döneminde yıkılan Şah’ın heykellerinin fotoğraflarını çeker. Peki, bunları nerede kullanacaktır? Orhan ağabeyin biriktirme alışkanlığı da mutlaka bir amaca yönelikti; bunları ileride ya kendi kullanacak ya da bu konuda çalışma yapan araştırmacılara verecekti. Bir gün Etiler’deki evine gittiğimde bana hazırladığı birkaç büyük zarf vermişti, o zaman Tarih ve Toplum için görsel malzemeye ihtiyacımız oluyordu. Eve döndüğümde ayrı bir zarfta düzenli yerleştirilmiş bir dizi cami ve minare fotoğrafı ile Sadullah Bey’in kaymakam olduğu yıllarda Atatürk’ün Konya ziyaretine ilişkin fotoğrafları çıktı. Sonra sorduğumda minare ve cami resimlerinin Karaçi yolculuğunda çekildiğini öğrendim; Şah heykelleri resimlerini de “İslâm Dünyası’nda Heykel” adlı uzun bir makale hazırlayan ortak tanıdığımız Alman Türkolog Klaus Kreiser’e vermişti. Zarflardan neler çıkmadı ki? GS’nin şampiyonluk resimleri, maçlara ilişkin gazete kesikleri, rozetler, kulübün genel kurullarına ilişkin yaka kartları ve daha nicesi...
Peki Karaçi’ye gitmeyi neden bu kadar istemişti? Yıllardır düşündüğü, kafasında geliştirmiş olduğu bir tez vardı; Pakistan’ı bağımsız bir ülke haline getiren sosyal hareketlerin temelinde 1910’larda biçimlenmiş “Hilâfet Kampanyası”nın yattığını iddia ediyordu. Bu amaçla kurduğu ilişkiler sonunda o yılları yaşamış yaşlı Hint Müslümanlarından, aynı yıllarda konuyla ilgili yapılan toplantıların zabıt ve bildirilerinin orijinallerini aldı. Bu muazzam bir arşivdi, eğer almasaydı, bu tarihi toplantılara tanıklık etmiş dönemin Hint Müslümanları öldükten sonra belgelerin tümü çöpe gidecekti...
12 Mart sırasında Beyrut’ta görev yapan Orhan ağabeyin başı burada da ünlü Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile yaptığı mülakattan dolayı derde girecekti. Yıllar sonra İletişim’de İlber’in (Ortaylı) tavassutu ile İsrail’in Türkiye Büyükelçisi Zvi Elpeleg’in el-Hüseyni ile ilgili çalışmasını bastıktan sonra, bana bu mülakatı nasıl yaptığını ve Türkçe konuştukları için Arapların rahatsız olduğunu gülerek anlatmıştı. Bilindiği gibi el-Hüseyni, ll.Dünya Savaşı sırasında Hitler’le ilişki kurmuş ve büyük eleştirilere uğramıştı. Daha sonra öldüğü güne kadar FKÖ’nün ve Yaser Arafat’ın büyük destekçisi oldu…
Beyrut’tan döndükten sonra kısa bir tutukluluk yaşayan Koloğlu, önce Milliyet’in sonra da Hürriyet’in Almanya temsilciliklerini yaptı. 1974’te kurulan CHP-MSP koalisyonunda başbakan Ecevit’in önerisi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğüne getirildi; ancak koalisyonun bozulmasıyla bu görevi de bırakacak, zaten canını sıkan bürokrasi dünyasından ayrılmanın yollarını arayacaktı. Bu dönemde Özgür İnsan dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaparken, Ecevit’e de –kendi deyimiyle– “sınırlı müşavirlik” katkısında bulunuyor, uluslararası toplantılara katılıyordu. Ama kafasında başka bir hedef büyümeye ve şekillenmeye başlamıştı; yaşamında “dördüncü merhale” diye adlandırılabilecek “tarihçiliğe geçiş”ti bu.
Koloğlu ve tarihçilik
12 Eylül sonrası çeşitli üniversitelerde ders vermeye başlayan Orhan Koloğlu için yeni bir dönem başlıyordu; kütüphanelere, arşivlere daha çok vakit ayırıyor ve hepsinden önemlisi belgelere ulaştıkça, yerleşik resmi anlayışların ne kadar temelsiz olduğunu kavramaya başlıyordu. Özellikle Abdülhamit, Vahdeddin, Ali Kemal gibi yaftalarla anılan isimler üzerine oluşmuş önyargıların kökenlerini araştırmaya ve bunları belgelemeye çalışıyordu. İşte yayınladığında büyük tepkiler yaratan ve Orhan ağabeyin “gericilikle” suçlanmasına yolaçan Ne Kızıl Sultan, Ne Ulu Hakan: Abdülhamit Gerçeği kitabı böyle bir düşüncenin ürünü oldu. Bütün yaptığı ll. Abdülhamit’i sadece kişiliği ile değil, içinde yaşadığı, mücadele ettiği ortamın şartlarıyla değerlendirmekti. Zengin kaynakçası ile öne çıkan kitabın yöntemi ise Koloğlu’nun tarihçiliğinin nasıl biçimlendiğini göstermektedir. Bu ve bundan sonraki kitaplarının sayfalarını çevirdiğinizde; ayrıntılar, dağınık ama önemli bilgiler, belgeler kimi zaman kullanılan dil, uzun başlıklar ve hatta zaman zaman uslüp bile sizi sıkacaktır. Ama biraz daha dikkat ettiğinizde, eski deyimle cümlelerin “künhüne” vardığınızda kalın ve kitabın bütününü kapsayan bir çizgiyi rahatlıkla kavrayabileceksiniz. İşte klasik tarih yazıcılarının yapamadığı şey de budur. Orhan ağabey, tarih çalışmalarında hep kendine sorular sormuş, bunların cevaplarını aramış ve kalıplaşmış kavramların dışına çıkmıştır. “Abdülhamit vatansever değil miydi, Vahdettin ile Ali Kemal hain miydi?” gibi...
Orhan ağabey ve GS
Orhan ağabey’le ortak tutkumuz da GS taraftarlığıydı; bu konuda hiç taviz vermez, benim “yumuşak fanatizm” diye adlandırdığım davranışlar gösterirdi. Yıllarca Ali Sami Yen’in basın tribününde birlikte seyrettiğimiz maçlarda bir yandan sahadaki oyuna bakarken, gözucuyla da Orhan ağabeyin takım kötü oynarken, vücudunu saran heyecana, gıcırdattığı dişlerine dikkat ederdim. Ama golü attığımızda da birden rahatlar, benle Apo’ya (Abdullah Onay) döner; “size söylemiştim, atacağız evlâdım…” O yıllarda tribünde kimler yoktu ki, spor muhabirleri tribünün sağında, bizler de solunda otururduk. GS marşının sözlerini yazıp besteleyen Selmi Andak, Türkiye’nin ilk çizgi romancılarından Faruk Geç, ünlü karikatürist Semih Balcıoğlu, Sakallı Celâl kitabının yazarı Orhan Karaveli, GS Müze Müdürü Ali Oraloğlu... Orhan ağabey çoğunun liseden arkadaşıydı, tribünde bir aile gibiydik, tabii maç seyrederken herkes pür dikkat sahaya bakar, bir tek Selmi ağabey (Andak) konuşur, kötü oynayan GS’lı oyunculara bağırır, durur, Orhan ağabey de “Yahu Selmi, şu sesini kes de maçı seyredelim” derdi. Orhan ağabeyin yan yana oturduğumuzda hiç vazgeçmediği bir adeti vardı. Takım gol atamıyorsa ya da mağlupsa hemen ayağa kalkar; “hadi Fahri bir yer değiştirelim, uğurlu gelir” derdi, ardından da skor lehimize değişirse “bak, ben sana demedim mi...” diye sevinirdi.
Yenilgilerden sonra ise morali çok bozulur, suratı asılır, hemen arabasına atlar, hızla uzaklaşırdı. Ben araba kullanmayı bilmem ama Orhan ağabeyin seri, hızlı ve “kötü” kullandığı söylenirdi. Yine bir yenilgi akşamı vedalaşmadan arabaya atlayıp gidince eve döndüğümde merak edip telefona sarılmış, evde bulamamıştım, o zaman cep telefonu da yoktu. Ertesi gün tekrar aradım; maçtan sonra hızla gaza bastığını ve kendini Belgrad Ormanı’nda bulduğunu, burada birkaç saat geçirip, kendine geldikten sonra eve döndüğünü anlattı. Ama galibiyet akşamlarında sabaha kadar büyük bir şevkle çalıştığını da söylerdi.
Ali Sami Yen’den sonra birlikte maçlara gidemez olmuştuk, ben de basın kartımı iade etmiş, kombine bilet almıştım. Orhan ağabey ise huzurevinde olduğu için sadece TV’den seyretmekle yetiniyordu. Ama her maç sonrası telefonda yorumlar yapıyor, sevinci ve hüznü paylaşıyorduk. Son yıllarda GS şampiyonluklarını bizim evde kutlamaya başladık ki, bu da bir gelenek haline geldi. Orhan ağabey, Doğan ağabey, Mehmet Cemal ve bizler; daha genç taraftarlar Mustafa Bayka, Nedret İşli, Puzant Akbaş, Kubilay Tekyıldız, Erol Bilge, Mehmet Şenol, Öznel İşli ve ilah...
Onu çok özleyeceğim...
•