"Onların varlık nedeni..."

Ömer Faruk’un kaleme aldığı Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos adlı deneme, Lacan üzerine çalışmalarıyla tanınan felsefe profesörü Nami Başer’in sunuşuyla yakında kitapçılarda... 6.45 tarafından yayımlanacak kitaptan kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.

19 Kasım 2020 05:30

“Onların varlık nedeni zaten bu!”[1]

Militarizmin “kahramanlık” cilasının içyüzünü deşifre eden bir cümledir bu. Cümlenin sahibi ise felsefe doktorası yapmış, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı görevinde bulunmuş, Adolf Hitler’in yakın arkadaşı ve yardımcısı olan Paul Joseph Goebbels’tir. Savaş kaybedilmiş, Hitler’le birlikte saklandıkları sığınakta “askerlerin boş yere ölüme gönderildiğini” söyleyen subaya verdiği cevaptır:

“Onların varlık nedeni zaten bu!”

Asker olmadan önce bir gazetenin genel yayın yönetmenliğini de yapan, intihar etmeden önce altı çocuğunu kendi elleriyle öldüren bir komutanın emri altındaki askerlere bakışının içyüzünü gözler önüne seren bir cümle ile karşı karşıyayız:

“Onların varlık nedeni zaten bu!”

Üstelik bu “münferit” bir cevap değildir. Daha önce ABD’nin Vietnam’da savaşı kaybetmesine rağmen asker yollamaya devam ettiğini gördük; bu örnekle birlikte ordu komutanlarının da askerlerine nasıl baktığına birinci elden tanık oluyoruz.[2]

En disiplinli, en itaatkâr, en havalı esas duruşlu, en kaz adım yürüyüşlü, en senkronize flama sallayan ve balkonuna bayrak asarak en çok alkışlayanlar desteğine sahip olan Alman Ordusu’na göz atmadan önce bir başka cümleye daha göz atalım:

“Kanımla düşünüyorum!”[3]

Polis ve Ekonomi Bakanlığı yapan, Hava Kuvvetleri Komutanı Hermann Göring’e aittir cümle. Nürnberg Mahkemeleri’nde asılarak ölüme mahkûm edilen, ancak infazın gerçekleştirilmesinden bir gün önce siyanürle intihar eden bir mareşalin felsefeye müdahalesidir bu sözler: 

“Kanımla düşünüyorum!”

Reichstag Yangını’nı planlayan, gizli polis teşkilatı Gestapo’yu kuran, toplama kamplarının fikir babası olan bir “savaş kahramanı”nın tüm savaş perspektiflerini özetleyen veciz bir cümle ile karşı karşıyayız:

“Kanımla düşünüyorum!”

Düşüncesini gerçekleştirme imkânına sahip olduğu için felsefe tarihini tereddüt etmeden karşısına alan, filozofu çaresiz bırakırken etkisizliğini de suratına çarpan bir “kahraman”ın öldürücü sözcükleridir bunlar:

“Kanımla düşünüyorum!”

Peki, milyonlarca insanı ölüme sürükleyen bu bakış açısının temelinde ne olabilir?

Denemenin girişinde belirtilmişti: İnsan, “uçurum korkusu” yerine “öteki korkusu”nu tercih ederek haysiyetsizliği de (= özsaygı yoksunluğunu da) seçmiştir.

Liderin “ölüm çağrısı” kadar kitlenin de bu çağrıya kulak vererek “ölüm yürüyüşüne hiç tereddüt etmeden katılmış olmasına” dikkatinizi çekmek isterim: Çünkü, “… artık doğru ile yanlış arasında ayrım yapamayan, rejimin ideolojisini ve liderin iradesini kendi muhakemesinin ve isteğinin yerine geçirmiş bireyler yaratıl[mışt]ır.” [4] Kamusal alanda politika yapılamaz olmuş, eylem ve sözün hiçbir hükmü kalmamış, sır’lı kişilerin yok edildiği bir döneme geçilmiştir.

“Lider” ve “kitle” birbirlerini hem kurbana hem de cellada dönüştürmüş, “öteki korkusu”nun sürekli tahrik ve tahkim ettiği “düzenli ordu” ise bir diğer “düzenli ordu”nun hem kurbanı hem de celladı olmuştur.[5]

“Bu dünya sevgisinin (= amor mundi) yokluğu”[6] ve “uçurum korkusu” yıkımı da örgütlemiştir. 

Yıkımın kitlesel örgütlenmesinin simge ismi ise Kurt Josef Waldheim’dır. Nazi geçmişine rağmen büyükelçi, dışişleri bakanı ve Avusturya Cumhurbaşkanı olan Waldheim iki kez de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olabilmiştir.[7] Bu da bize “Onların varlık nedeni zaten bu!” ile “Kanımla düşünüyorum!” cümlelerinin “yerel” ve “münferit” olmadığını, “düzenli ordu” kuran bütün devletleri kapsadığını gösterir.[8]

Tam da bu noktada “asil kan↔kanı bozuk” aşağılama yarışmasına katılmayan filozof söz alır ve düşünenin düşünceye hükmetmesinin muhteşem bir örneğini verir; her düzenli ordunun “aynının cehennemi”nin bir parçası olduğunu açıklar: “Kendisi ve düşmanı arasında benzerlik görmeyen, tüm kötülüğün kendisinde değil başkasında olduğuna inanan biri trajik biçimde düşmanına benzemeye yazgılıdır. Fakat kendindeki kötülüğü tanıyarak, düşmanı gibi olduğunu keşfeden biri gerçekten farklıdır. Benzerliği görmeyi reddederek kötülüğü pekiştirir, kabul ederek azaltırız. Ne kadar farklı olduğumu düşünürsem, o kadar aynı kalır; ne kadar aynı olduğumu düşünürsem, o kadar farklı olurum.”[9]

Ömer Faruk
Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos
Altıkırkbeş Yayın
s. 80-84

 

NOTLAR


[1] Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, s. 94.

[2] Esin kaynağı olan esas cümleye bakalım: “Kaderleri yok olmak olan varlıklara merhamet gösterilmemelidir.” Adolf Hitler’den aktaran Svendsen, L., Kötülüğün Felsefesi, s. 186.

[3] Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek, s. 132.

[4] Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek, s. 95.

[5] Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek, s. 96, 107, 223.

[6] “Bu dünya sevgisinin yokluğu” edebi bir çıkarsama değildir: “Uçurum korkusu” yerine “öteki korkusu”nu tercih eden insan kendini hem kurbana hem de cellada dönüştürmüş, yetmemiş, başkasının acısından haz duyma isteğini diğer gezegenlere de taşımakta tereddüt etmemiştir; –“uzay araştırmaları”nın bu çerçevede de ele alınması uygun olacaktır.

Hannah Arendt, Karl Marx’ın “kendine yabancılaşma” saptaması yerine “dünyaya yabancılaşma” önerisinde bulunarak eleştirel perspektifinin kapsamını genişletir: Bkz. Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek, s. 148. 

[7] Berktay, F., Dünyayı Bugünde Sevmek, s. 87.

[8] Bu satırları yeterince ikna edici bul(a)mayanlara yönetmenliğini Giulio Ricciarelli’nin yaptığı Labyrinth of Lies [= Yalan Labirenti (Imdb puanı: 7.3)] adlı filmini öneriyorum. Almanya’nın Oscar adayı seçilen filmde genç bir savcının Auschwitz Toplama Kampı’nda görev yapmış Nazi subaylarını yargılama isteğine karşı çıkartılan zorluklar anlatılır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi askerleri üniformalarını çıkararak toplum içerisine katılmış, öğretmen ve fırıncı gibi kamusal işler yaparak, “aile babası” olarak “normal” hayata dönmüşlerdir. Neredeyse bir önceki kuşağın tümü Nazi’dir. Soruşturma sırasında savcı, babasının Nazi olduğunu öğrenir. Dahası sevgilisinin babası da Nazi’dir.

Soruşturmadan vazgeçmesini isteyen kıdemli ve tecrübeli hukukçu: “Her Alman gencinin babasına katil olup olmadığını mı sormasını istiyorsun?”

Genç Savcı: “Evet. Tam anlamıyla bunu istiyorum. Yalanların ve ikiyüzlü sessizliğin son bulmasını istiyorum,” der.

Belki de Genç Savcı Franz Kafka’nın Babaya Mektup adlı denemesine benzer bir kitap kaleme almayı tasarlıyordur, – elinde Kafka’dan çok daha fazla veri var çünkü!

[9] Tzvetan Todorov’dan aktaran Svendsen, L., Kötülüğün Felsefesi, s. 155.