Kartpostallar bize ne anlatır?

“İnsanlar ölüyor, adresler değişiyor, kentler yıkılıp yok oluyor, aileler dağılıyor, birileri diğerinin çöpünü bile görmek istemiyor belki ama bir kart onca yıla, onca kayba direnip duruyor. Sizin hikâyeniz, gün geliyor başka birinin üzerine titrediği bir hatıra oluveriyor.”

01 Ocak 2023 11:32

babama…

Bir aralık akşamı. Küçük gözlerimin tarifiyle, kurabiyenin üzerine pudra şekeri serper gibi kar yağıyor dışarıda. “Hava gayet yumuşak. Çıkılır” diyor babam. Giyinip piti piti yola koyuluyoruz.

Bayram seyran değilse, taşranın en kalabalık akşamları yılbaşı alışverişinin yapıldığı zamanlar oluyormuş, bunu biraz daha büyüyünce anlıyorum. Şimdilik ışıltısız bir şenliğin içinden geçiyormuşuz gibi görünüyor bana. Gelene gidene selam verip iki katlı bir binanın önünde duruyoruz. Burası devlet dairesi, onu biliyorum, daha önce geldiğimizde söylemişti. Ama akşam saati bu karanlık binada niye durduğumuzu düşünürken cebinden bir anahtar çıkarıp kapının önündeki kutulardan birini açıyor. İçinden birkaç zarf çıkarıp kilitliyor. Çocuk aklımla inanılmaz bir hayrete düşüyorum. Bu bana onun ne kadar da önemli biri olduğunu düşündürüyor, minicik babam gözümde bir deve dönüşüyor.

“Hadi gel, Sümer Pastanesi’ne gidelim de, kimler neler yazmış, orada okuyalım” diyor. Nasıl heyecanlanıyorum! Babamın bir elinde zarfları, bir elinde küçük ellerimi tutarken başımızın üstünden serpilen karların altında pastaneye gittiğimiz o yolculuğu hiç unutmam. Memleket dediğin o zamanlar bir baştan bir başa on adım. Ama o kısacık yol, uyumadan önce anlatıldığında uzayan masallar gibi geliyor.

Kendine un kurabiyesi, bana da çikolata söylüyor. “O kutu neydi?” diye soruyorum merakla, “O bizim posta kutumuz kızım. Başvuruyorsun, mektupların, kartpostalların oraya bırakılıyor, böylece istediğin zaman alabiliyorsun” diyor. Sonra zarfları açıyor, gözleri ışıldıyor. “Bak!” diyor, “Falanca ablan yılbaşımızı kutlamış. Senin de yanaklarından öpmüş.”

“Kıymetli kardeşim, senin, muhterem teyzemin ve küçük Sibelciğin yeni yılını tebrik ederim. Annem de yanaklarınızdan öpüyor. Sağlığınız nasıl, her şey yolunda mı? Çok sevgiler, mutlu yıllar.”

Bunun gibi onlarca kart ve birkaç mektupla eve dönüyoruz. Gelmeden kırtasiyeden bir dizi simli kartpostal almışız. Teybe Nilüfer’in Esmer Günler kasetini koyuyor ve bütün gece oturup kart yazıyor, arkada “Seni Seviyorum” çalıyor.

Sonraki aylar ve senelerde posta kutusunu birlikte gidip kontrol ettik babamla. Zihnimde öyle yer ettiyse, kaseti içimde sarıp “Mor Menekşe”yi söyleye söyleye zıplayarak varıyordum PTT’nin önüne. Posta kutusunu da, kart atma hadisesini de öyle öğrenip içselleştirdim. Ciddi mesai isteyen, nezaketi ve zarafeti kendine has kartpostal meselesi benim de zamanla ilgim ve sevincim oldu. Üstelik sadece yazmak değil, esasında toplamakla başladı hikâyem.

 

Benimkisi ilk zamanlar hafızaya tutunma meselesiydi aslında. Kendimi bildim bileli, hoyratça yıkan, dağıtan, yok eden her değişim hüzün ve öfke verir bana. Sanırım ölüm gibi bir duygusu var bende. Bir daha o evleri, o yolları, o insanları görememenin, en güzel, en sıcak anıları yerinde tazeleyememenin, zamana ve insana direnememenin kederi olsa gerek.

Şanslıydım ki, babaannemin bile büyüdüğü bağ evlerinde geçmişti çocukluğum. Kaç kuşağın aynı çatının altında, aynı yolların izinde geçen çocukluğa sahip olmasının kıymeti büyüktü. Ne yazık ki ikimizin de çocukluğunun aynı ağaçtan kızılcık topladığı o bağ evleri artık yok. Babaannemin, babamın ve benim, aynı ilkokul kapısının önünde önlüklü fotoğraflarımızın olduğu tarihî bina geçen sene yerle bir edildi mesela.

İyi ama görüp de kaydedemediklerimi bir daha nasıl görebilir, hatta yetişemediğim zamanlara nasıl dokunabilirdim diye düşünürken kartpostallar geldi aklıma. Kent ve mekân hafızası için onlardan daha iyi bir izlek yoktu. Böylece sahaftan, eskiciden, bit pazarlarından ve internetten kartlar bakmaya başladım. 1950’li yıllardan 2000’li yıllara kadar çekilmiş kent kartlarını toplama mesaim böyle başladı.

 

Türkiye’deki bir kaldırım taşını on saat önceki yerinde bulmak bile imkânsızken, Avrupa’daki kartlarda yer alan fotoğrafları bugünle mukayese ederseniz değişime uğrayan, yıkılan çok az kent görürsünüz. Oysa bizde tarihî binalar bile zifiri bir habislikle yıkılır, yerine ya otel ya otopark yapılır.

1970-1980 yılları arasında basıldığını düşündüğüm Muş kartpostalı mesela. Uzun, geniş bir alanda belediye ve valilik binası var. Kaldırım taşları o dönemin klasiği. Her zamanki gibi belediyenin karşısında bir çay bahçesi var. Bolu Gerede’den yollanmış 1989 tarihli kartta ise bir parkın içinde o sarı-mavi-kırmızı top aydınlatmalardan var.

Dahası… Halkbank’ın eski tabelası, Vakıfbank’ın eski kaldırım bankları, çay bahçelerini süsleyen rengârenk şemsiyeler, masalarında içilen gazozlar, alkollü içkiler, belediye ve valilikler arasında etrafı yeşillikle çevrili dikdörtgen kaldırım taşları, kent meydanlarının ve parkların sarı-mavi-kırmızı top ışıklarla çevrilmesi, tuhafiyeciler, yorgancılar, parfümerilerle dolu sokaklar, Gençlik Parkı’nda suyun etrafına dizilmiş içkili restoranlar, Kuğulu Park’ın çitsiz ve bol ağaçlı zamanları, hemen her kentin bomboş caddelerinde süzülen vosvoslar, serçeler, kırmızı körüklü otobüsler, demirden yapılmış bebek arabaları, yüksek katlı binalardan ari sokaklar, İstanbul’un sahillerinin halk plajı olduğu zamanlar, kıyı kentlerinin henüz üç beş beyaz evden ibaret olduğu nadide görüntüler…

Bugün göremeyeceğimiz her detay, her nesne o kartpostallarda zamana mıhlanmış bir hatıra gibi durur işte. Peki kimin eseriydi bütün bunlar? Keskin Color, Ticaret Matbaacılık, MATAM Matbaacılık, Karaca Ofset, And Matbaacılık… Bunlar ve sayamadığım nicesi, çektikleri fotoğrafları bastıkları kartpostallarla Türkiye’nin en az 50 yılına ışık tuttular, o güne ses, yarına hatıra oldular. Milyonlarca eve giren o güzelim kartlar bir dönemin en hızlı, en kısa haberleşme aracı oldu.

İnsanların birbirine kimi zaman iki satırlık söz, kimi zaman boşluk bırakmayacak kadar yazılan ahvalle ulaşırken gidilen görülen yerleri de gösterdiği, bunun için kırtasiyelerden, tezgâhlardan hususi kart baktığı, yollamak için PTT yollarını arşınladığı, ulaşmanın, haberleşmenin hakiki mesai gerektirdiği ve içtenlikle kıymet gördüğü zamanlar artık yok elbette.

Bu sebeple ki kent ve mekân hafızasının izini sürerken bir vakit sonra kartların arkasında yazanlar da merakımı cezbetmeye başladı. Bazısı dediğim gibi iki satırdı, bazısı bir mektup uzunluğuna eşdeğerdi. Kimisinde özlem, dert, tasa yazdığı kadar, kimisinde sadece “Geldiğimizi haber vermek istedim…” diyen kısa notlar yazıyordu.

 

Bu, bugün WhatsApp’tan saniyeler içinde yazılan “Vardım, merak etme!” haberi için yanına kart almak, yoksa satan yer bulmak, yazmak ve yollamak, yolladıktan sonra da karşı tarafa ulaşmasını beklemek demekti. Cep telefonlarının olmadığı zamanları gören son kuşak olarak buna elbette asla şaşırmıyorum, sadece bugünden bakınca ne kadar uzak, ne kadar büyük uğraş olduğunu görmemek imkânsız.

Haliyle, çoğu zaman ya fotoğrafla ya da arkasındaki notla eski bir öykünün ortasına düşüyordum. Mesela, 1970 yılında Nazilli’den Ataköy/İstanbul adresine gönderilmiş kart, Nazilli’nin bisikletten televizyona tamir işi yapan esnafla dolu bir sokağında çekilmiş belli ki… Sanki bir işçinin elinden çıkmış gibi.

“Sevgili ağabeyim, Nazilli’de koşullarımı anlatan daha iyi bir fotoğraf olamazdı. Çocuklar gözümde tütüyor. Dilerim biter…”

 

Bodrum kartını da arkasındaki not için almıştım. Bir diğer kartta, ders çalışan kardeşine arkadaşıyla nispet yapan bir abla var. Üçüncü karta ise kök değiştirmenin ağırlığı oturmuş.

“Sevgili Aynur! Dün gece Bodrum’da barları dolaştık. Uykusuz bir gecenin sabahında sana yazıyorum. Seni unutmadığımı hatırlatmak için bunu gönderiyorum. Yazmaya ve telefona devam edeceğim. Öpüldünüz.”

***

“Orhancığım, şu anda Halide’yle birlikte büyük parkta oturup eski günlerden bahsediyoruz, beraber geziyoruz. Sevgili Orhan, Alo! Alo! Nasılsın? Biz bu güzel şehirde gülüp geziyoruz. Bizi kıskanma. Sen ders çalış!”

***

“Sevgili anneciğim, mektubunuzu aldım. Bilmem mektubumu, kartımı ve telgrafımı aldın mı, herhalde almışsındır. Günler ağır geçiyor, yıl nasıl geçer ümitli değilim. Gitmekle iyi mi ettik? Satırlarıma son veriyorum, öperim.”

Birbirinden ayrı, küçük kartlara yazılmış kısacık büyük hikâyeler… 1975 yılında Güzin’e yazılmış kartsa, köşesine kadar doldurulan kartlardan, uzun uzun yazılan mektuplardan daha kuvvetli bir tesire sahip sanırım. Tek cümle.

“Seni Belçika’da da seviyorum.”

 

Bu mesai zamanla benim en sevgili uğraşım olduğunda, kendimi bazen aynı insana gönderilmiş onlarca kartın peşinden giderken de buldum. Bunlardan biri “Necibe Teyze”. Esat’taki bir sahafta kaybolurken aynı kişiye 1950’den itibaren gönderilmiş onlarca kart fark ettim. Nereden baksan otuz yıllık bir hikâye vardı avuçlarımda. Paris’ten Ankara/Yenişehir Bayındır Sokak adresine gönderilmişlerdi. Hepsi, “Sevgili Necibe Teyzeciğim” diye başlıyor, her birinin ön yüzünde ressamların eserleri yer alıyordu. Ressammış Necibe Teyze, Paris’teki Picasso sergisini gezen yeğeni, gönderdiği karta şöyle yazmış.

“Sevgili Necibe Teyzeciğim,

Picasso sergisini gezerken sizi hatırlamamak mümkün değil. Yaptığı resimler tıpkı sizinkiler gibi. Paris bugünlerde çok soğuk.” Yenişehir/Ankara, 1981

 

 
 

Ömer Kavur’un senaryosunu Selim İleri’yle birlikte yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi filmi 1981’in Ayvalık’ında geçer. Aysel’in (Hümeyra), arkada Cahit Berkay’ın eşsiz müziği çalarken pasajın içine girip dükkânların önündeki kartpostal raflarına yürüdüğü bir sahne vardır. Bu sahneyi paylaştığımda Ayvalık’ta büyüyenler oranın Süner Pasajı olduğunu yazdı. “Sevgili Ahmet Yorulmaz’ın kitapçı dükkânı, Geylan Kitabevi.” Kitabevi kapanalı çok olmuş ama güzel bir filmin buğulu sahnesinde ve gidip görenlerin, gelip geçenlerin hatırasında baki kalmış.

Elbette bunca kartpostal hikâyesi beni yalnızca toplamaya değil, yazmaya da yönlendirdi. İşte bazen o sahnede yürür gibi, eski bir filmdeki çoktan kapanmış kitabevinin içine girip, kıymeti evvel zaman önce rafa kaldırılmış bir alışkanlığa tutunup usanmadan kart yazıyorum. Bazen yılbaşında, bazen gittiğim kentlerde ya da o an aklımın estiği yerlerde…

Biliyorum ki hâlâ kart gönderen, aldığında çok mutlu olan onlarca insan var. En başta anlattığım o karlı aralık akşamında çocuk aklımın mutluluğunu nasıl unutmadıysam, yıllar sonra Yenişehir postanesinden bir posta kutusu kiralamıştım. İçine çok az kart düştü düşmesine de, zarfın köşesine “PK Yenişehir” yazmak bile yetti bana.

İnsanlar ölüyor, adresler değişiyor, kentler yıkılıp yok oluyor, aileler dağılıyor, birileri diğerinin çöpünü bile görmek istemiyor belki ama bir kart onca yıla, onca kayba direnip duruyor. Sizin hikâyeniz, gün geliyor başka birinin üzerine titrediği bir hatıra oluveriyor. Her şey ölüyor, her şey yitip gidiyor bir gün ama hatıralar hiç ölmüyor.

Bu yazının da yılbaşı kartı alan, yazan, aldığı, yazdığı günleri unutmayan, sevinen, sevindiren herkese hatıra olması dileğiyle… “Mor Menekşe”li mutlu yıllar herkese.

•