Oğul Sırtlanı, okurla iş birliği yapmaması bakımından kendine ait bir sınırı beraberinde getiriyor. Bu sınır, anlam üzerinden bizi yokuş yola sürmekten çekinmiyor
11 Nisan 2019 09:00
“İzin verin çirkin, insafsız, kendini kontrol edemeyen bir ruhu düşünelim. Bu ruh vücudun tutkularını yaşar ve sadece çirkinliği zevkli bulur. Duyarlı şeylerin çekimi ile her yönde mundar ve alt üst olmuş bir hâlde ruh vücudun birçok özelliğiyle karışmıştır. Ruh kendinden farklı, onun tarafından kirlenmiş ve doğasının ondan çok aşağıda olan bir şeyle kirletilmiş olan maddenin şeklini kabul etmiştir.”[1]
Mart ayında Zafer Zorlu’dan bir ilk kitap geldi: Oğul Sırtlanı. Zorlu, kitabıyla kendi kuşağı içinde şimdiden özgün bir şiir yaratmayı başarmış görünüyor. Oğul Sırtlanı‘nın ardında keskin ve korkunç bir zekâ yatıyor. Sezdirme gücüyle kendini açan, çağrışımların yardımına çokça başvuran, aktarış sırasında okuyanın zihnine hiç alışkın olmadığımız imajlar bırakabilen ve tam da bu yüzden bizi kendine çeken bir şiir kitabı.
Yazının en başına aldığım alıntı, Oğul Sırtlanı’ndaki şiir personasının ruhunu yansıtıyor. Önce bu ruhu tanıtmakla işe başlamak istedim. Bu öyle bir ruh ki, onu ele geçiren -hayır aslında hep içinde olan- “Hayvan”ın güdüleriyle hareket ediyor. Kitabın içinde bir Hayvan’dır dönüp duruyor. Hayvan’ın içimizde, aklımızın bir köşesinde olduğunu fark etmemiz de uzun sürmüyor. Hayvan, tek tip bir anlamı karşılamıyor. İmge değil, hareketli, değişken, tepkisel hatta tehlikeli ama bir türlü ininden çıkmıyor. Şiirlerde birçok hayvan ismi de geçiyor; köpekler, yılanlar, kurtçuklar vs. Fakat bunlar bizim algıladığımız, varlık olarak gördüğümüz hayvanlardan farklı olarak, insanın hayvan yanına karşılık düşüyor. Şiir personası, hayvanıyla birlikte tek bir vücudun içinde yaşıyor. Bazen ondan kurtulmak istediğini ama çoğu zaman onunla yaşamaya alışmış olduğunu ve yavaş yavaş ona dönüştüğünü görüyoruz. İşte biz Oğul Sırtlanı’nı okurken hem bahis konusu Hayvan’ın zihnine iniyoruz, hem de kendi içimizde yaşayan hayvanımızın farkına varıyoruz:“çünkü neresinden kavradığını bilmeden/ gövdesine geçirdiği dev halkayla Hayvan / kendiyle aramdaki aynaya ateş üfürmüş” (s.53)
Oğul Sırtlanı, okurla iş birliği yapmaması bakımından kendine ait bir sınırı beraberinde getiriyor. Bu sınır, anlam üzerinden bizi yokuş yola sürmekten çekinmiyor. Anlamsız değil, aksine bir fikri olan şiirler, ifade ediş biçimiyle el sıkışmadığından, kendi içinde iki ayrı koldan ilerliyor. Örneğin, bir şiirde aktarılanın saç baş yolduracak denli trajik olması ve bununla birlikte aktarılış tarzının şiire kattığı yanıltıcı atmosfer birlikte yürüyor. Hâl böyle olunca, bu iki ayrı kol bir türlü anlaşmaya varamıyor ve biz de takip etmekte zorlanıyoruz: “çünkü tüylerine doğru ürpermeye başlar oğul/ tüysüzlüğüne ergenliğine ve kan akmışlığına/ çadırlardan kovulmanın Çingenesi kalarak/ kendini bilmeden düzüle büzüle büyüttüğü” (s.49) Okurla işbirliği yapmıyor çünkü anlam, okurun zihnine öylece bırakılıvermiyor. Anlam ve üslup el sıkışmıyor çünkü yukarıda yaptığım alıntının alt metni, şiirin ve hatta kitabın da bütünü okunduğunda, oldukça trajik olmasına rağmen, şiir personasının ergenlikte başına gelen talihsiz bir olayın varlığını kitabın son şiirine kadar biraz şüpheli de olsa, flu da olsa kavrıyor gibi oluyoruz. Benim itirazım da şu olacak, ortaya çıkan bu trajik anlam, tamamiyle üslûbun kesintisine uğruyor ve belirgin bir üslup mükemmelliğine, şiirlerin alt metni kurban ediliyor. Küçük bir not iliştirmem gerekirse, üslûp mükemmelliğinden kastım gelenekçi bir üslûpçuluk değil, aksine modern dilin imkânlarıyla oluşturulmuş bir üslûp mükemmelliği ki, Zorlu’nun buna çalıştığı çok belli oluyor: “bir mağaranın içinde zevcemle baktığım/ bu göğ ağzımda topuklarım. ve etime/ dişleri yarasanın iniyorsa zevcemin yerine/ de zevk aldım” (s.28) Böyle ve bunun gibi çok sesli, çok anlamlı sentaks kurulumları Oğul Sırtlanı’nın en çok övülmesi gereken yanı. Gerçekten zekice, çok çalışılmış ve ilham verici. Değinilmesi gereken bir diğer önemli konu ise, Oğul Sırtlanı’ndaki birçok şiirde Zorlu’nun bile isteye rahatsız edici olanı, çirkini göz önünde tutma çabası. İmajlar alışılmamış olmasının yanında, bilinçli bir çirkinliği de yansıtıyor:
“etrafını döne döne kendini sokan irin / aktıkça güzelleşir kendi pisliğini yedikçe”, “Başa alırsak aşkın bişey olması- / Tourniercesi dışkıyla beslenmesi-”, “lamanın dilinde sperm”,
“ve tüyleri oluyor kurtçuklarıyla yalanmaya giderken”, “göğden sarkıtılan yılanı / içine alman fena fikir sayılmaz”, “ 9 ay burnunda et besler -biçiminde / yani etleri bir leğene döker -biçiminde”
Ayrı ayrı şiirlerden verdiğim bu örnekler gibi daha pek çok örnekler de bulabiliriz kitapta. Bu çirkinliği ve hatta negatif algılanmaması şartıyla kimi zaman mide bulandırıcı imgeleri, imajları, tarifleri şairin bilerek kullandığı apaçık ortada… Kitsch’i bağlamından kopararak ve yalnızca çirkinliğin Oğul Sırtlanı’ndameşrulaşmış olduğuna dikkat çekerek, bu durumun Türk şiirinde de bu kadar sık rastlanılan bir durum olmadığını söylemeliyim. Bana kalırsa Zorlu’nun Kitsch olanla ilgilenmesi, kimi zaman ironi, kimi zaman da trajik olanı daha gerçekçi kılmak amacı gütmektedir; zira gerçek hayat hiç de estetik değildir. Bu bağlamda, Zorlu’nun Kitsch’i kendi yararına kullanmasıyla ortaya çıkan çirkinlik, aslında haz almayı da tetikliyor. Bu haz alış, harikulade bir tablo karşısında duyulan hayranlık gibi bir estetik hazzı karşılamıyor, bilakis çirkinliğin, yani şiirin içindeki baskın çirkinliğin/ilginçliğin, ister istemez alıcıyı harekete geçirmesi ve bunun sonucunda doğan şiir ile neredeyse temas, okurda kışkırtıcı bir karşılık buluş ile gerçekleşiyor. Kışkırtıyor, çünkü bahis konusu dizeler okunurken göz önüne gelen tablo, insan yanımızı rahatsız edebilirken hayvan yanımızı bir bakıma besliyor. Kışkırtıyor, çünkü çirkinliğin hayal kırıklığına uğratma gücüyle, yani filtresiz sahiciliğimizle yüzleşiyoruz: “dört gözde iki koca irin. öpüştüler/ öpüşünce bütün diller kurtçuk birbirine/ bir köpekle ağız ağıza ulurmak şeklinde” (s.30)
“Kendimi oto-yüreklendirdim
Sokağa çıktım kavga bitmiş” (s.13)
Otomatiklik ile yüreğin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bu kavram, hem ilginç hem özgün. Yüreğin karşısında mekanik bir terimin varlığı, bu zıtlıktan üretilmiş bir kavram. Zafer Zorlu, ürettiği bu oto-yürek kavramıyla bize basitçe duyguyu ve duyguya ait tüm sınırları otomatikleştirdiğini mi anlatıyor yoksa duyguyu harekete geçirmek için makine gibi kendini kurmak zorunda kalan bir şiir personasından mı bahsediyor? İkisi de olabilir yahut ikisi de olmayabilir. Ben ikinci yoldan giderek oto-yürekkavramına yakından bakmaya çalışacağım. Öncelikle şunu söyleyeyim, şairin ürettiği bu oto-yürekkavramı orijinal ve heyecan verici bir buluş. Bu açıdan fikir düzleminde şairin bu çabası yenilikçi, hayranlık uyandırıcı… Lakin kavramın düşündüğümüzden de çokanlamlı olduğunu keşfetmemiz uzun sürmeyecek; zaten bu kavram da tek bir nedene bağlanıp tek bir etkiyle bütünleşemez çünkü buradaki yürek sadece “kalp” anlamını değil bütün duygulanımları da içine alıyor. Şiirin başında kendini cesaretlendiren bir şiir personasıyla karşılaşıyoruz. Bir bakıma cesaret duygusunu perçinlemek için şiir personası âdeta makine gibi kendini kuruyor. Ancak bu kendini kuruş, suni bir çabadan ziyade bize bozulmaya uğramış bir kalbin geri dönme çabasını hatırlatıyor. Kendini oto-yüreklendiren persona, kalbinin -duygularının- tümüyle dönüşüm hâlinde olduğunu, duygunun da ruhla birlikte bozulmaya uğradığının farkında. Bu dönüşüm-bozulma hâlinin de kitapta sıkça geçen “Hayvan” ile ilintili olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Nitekim şiirlerin tamamında bahis konusu olan Hayvan, oto-yürekkavramının da müsebbibi… Oto-yürek, artık işlevini gerçekleştirmekte zorlanan kalbin yerine gelen bir mekanizma, gittikçe onu ele geçiren bir mekanizmadır. Kitabın tamamında bahsedilen “Hayvan”ın -insanın içindeki hayvanın- oto-yaşam biçimidir: “Yürek hepimizde yeşerir oto-yürek kendinindir / Ne tanrı vereceği ne de tanrı alacağıdır” (s.13)
Gilles Deleuze’ün “Bir erkek olmanın utancından daha iyi bir yazma sebebi olabilir mi"[2] cümlesinden hareketle Oğul Sırtlanı’ndaki annelik-babalık-erkeklik-oğulluk kavramlarını- Zafer Zorlu’nun da iflah olmaz bir Deleuzecü olduğunu bilerek- Deleuze’ün alıntıladığım cümlesi üzerinden okumaya çalışalım. Oğul, babasıyla ve erkeklikle hesaplaşma içinde olan, annesini bu hesaplaşmanın dışında tutarak yücelten bir evre olarak karşımıza çıkıyor. Şiir personası da bu evreden hâlâ kurtulabilmiş değil. Oğulluk evresinden babasına bakarak, babasından nefret eden ve bu tutumu hiçbir şiirinde de değiştirmeyen şiir personası, “parmağını koymuş gibi bulursun neden sonra/ onca sahtenin içinde büzüşmüş olarak/ yaşlı uyuz babana benzettiğin/ tek gerçek boşluğunu” (s.19) diyerek, içinde büyüyen boşluğun sebebini bir bakıma babası olarak görüyor. Kitabın son şiirini ele aldığımızda ise Deleuzecü felsefeye karşıt olarak baba kavramı üzerinden Oedipus Kompleksi ile karşılaşıyoruz ki söz konusu şiirin son satırlarına doğru şair, “Freud sevmediğimi söyleyebilirim” (s.60) diyor. Hâlbuki Oidipal senaryoda erkek çocuk (oğul) babasını mağlup edip annesiyle birlikte olmayı ister. Son şiirde de bu senaryoya uygun olarak, “ebeveynlerin gece arasına giriyor/ Anne memnun elbette çünkü baba çirkin”(s.60) dizelerini okuyoruz. Bu noktada elbette erkeklik kapsamında Deleuzecü okuma yapılacaksa da, babalık kapsamında da Freudyen bir okuma yapılması lazım geliyor. Bense buna sadece değinmekle kalacağım. Kitabın bütününde cinsiyetini istemeyen şiir personasının varlığı “erkeklikten duyulan utanç” fikriyle paralel, “inilecekbiryerinilecekbiryer/ kim neye devrilebilsin erkeklikten” (s.56) dizeleriyle daha baskın hâle geliyor. Zorlu’nun felsefî bir düşünceyi referans alıp şiirlerine yedirdiği açık fakat bu düşünce, şiirleri biyografik okumaya tabi tuttuğumuzda ne havada kalıyor ne de sırıtıyor.“annemin dizinden çözdüğüm kınnap/ annemi üfürdüğüm göbek bağı/ annem taş annem kâğıt annem makas/ her şey böyle böyle sırasını savar” (s.48) Annelik kavramına gelecek olursak,şairi bunu kabul eder mi bilmiyorum fakat açık bir şekilde şiir personasının Oedipus Kompleksi’ne işaret ettiğini tekrar söylemek zorundayım. Bu noktada da ya şairin kafası karışık ya da bu iki zıt felsefeyi birden şiirlerine işlemekten çekinmemiş. Kitapta annenin yüceltildiğini hatırlarsak, kitap boyunca babayı dışlayan bir tutumu da göz önünde bulundurursak, sonrasında son şiiri okuyup hâlâ oğulluk evresinden kurtulamayan şiir personasını düşünürsek tüm işaretler bizi Oedipus karmaşasına götürüyor. Ben durumu daha karmaşık hâle getirmeden güvenli suya inip Deleuze’e dönecek olursam, oğul, oğul olduğu hâlde oğulluğundan nefret ediyor ve tam da bu yüzden hayvanının dizginlerini salarak ona dönüşüyor. Bu da bizi Deleuze’ün “yazarken hayvan olunabilir, erkek olunmaz” savına götürüyor ki Zorlu’nun itinayla bu sava bağlı kaldığını görüyoruz.
Oğul Sırtlanı’nın ardında sivri bir zekâ yattığından bahsetmiştim. Zafer Zorlu, şiirleri kendi içinde ve tekil bir anlama karşılık yazmamış. Kitabın her şiiri birbirine arka çıkıyor. Bir manifesto okurmuşuz gibi, bir kuramdan bahsediliyor gibi, tüm şiirler de bir araya geldiğinde o düzenli ahenkle göz göze geliyoruz. Kitabın ilerleyen sayfalarındaki herhangi bir şiir, biraz evvel okuduğumuz başka bir şiirin anlam kapılarını bize açabiliyor. İyice düşünülmüş hayret verici bir bütünlük var. Şiirlerin içine girip baktığımızda, Hayvan’la karışan insanın bilinçaltına iniyoruz ve gördüğümüz şey bizi kendimize çeviriyor. Ne Hayvan’a yabancı kalıyoruz ne de “sokağa çıktım kavga bitmiş” diyen şiir personasının o rahatlamış tavrına. Beni oto-yüreklendiren, kendini tekrar okutabilme gücüne sahip, özgün ve yenilikçi bir ilk kitap…
“Kendimi oto-yüreklendirdim sokağa çıktım
Tüm günüm sana en uygun geyiği bulmakla geçiyor” (s.17)
Ana görsel: Hermann Fitzi, Sentimental Education, 1988.
[1]Umberto Eco, Çirkinliğin Tarihi, 2009, Doğan Kitap, s.26 (aktaran)
[2]Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, 2013, çev. İnci Uysal, Norgunk ,s.9