Bu ülkenin edebiyat eleştirmeni kaygısı var mı? Peki, kitapları, yayınevinde "deneme" başlığı altında yayımlanan Nurdan Gürbilek "eleştirmen" mi...
27 Ağustos 2015 14:25
Nurdan Gürbilek, bu ülkenin yokluğundan yakındığı bir edebiyat eleştirmeni. Son olarak Sessizin Payı ile okur karşısına çıkan Nurdan Gürbilek hakkındaki başlangıç cümlemin, iki soruyu barındırdığını hemencecik söylemeliyim. Öncelikle düşünelim; bu ülkenin edebiyat/ roman eleştirmeni kaygısı var mı ve kitapları, yayınevince “deneme” başlığı altında yayımlanan Nurdan Gürbilek “eleştirmen” mi?
Bu ülkenin edebiyat ortamı, Nabizade Nâzım’ın 1892’de yayımlanan “Seyyie-i Tesâmüh” (Hâlâ Güzel, Bordo&Siyah 2004) öyküsünü geride bırakmış gibi görünse de “zevksiz olanlara edebiyat haberi(nin), keçiye kavaldan da beter” olması hâlâ genel ilke. Memduh Şevket Esendal, 1948’de yayımlanan “Hamit İçin Bir Yazı” öyküsünde bugün de önemini koruyan bir edebiyat sorununa işaret eder: Okunmamış olanın eleştirisini yazmak. Esendal’ın öyküsünde “Bizi adam sandıkları için mi okuyorlar sanıyorsun?” diyen, “müellif”ten “muharrir”e evrilen yazar takımının bu ülke için vazgeçilmezliğini “Tarih ve Talih” ile “Dönüştürü” (Golyan Devrimi) öyküleriyle Hayristan diyarında örnekleyen Tahsin Yücel, Sonuncu romanında yerle bir eder bizdeki edebiyat ve eleştirisi adına yapılanları: Selami Harici’nin yirmi dört bin yedi yüz on sekiz sayfalık kitabı Serencam için pek çok tanıtım/eleştiri yazılmış ne yazık ki kitap hiç okun(a)mamıştır. Sessizin Payı kitabı için verdiği mülakatta (Cumhuriyet, 9 Mart 2015) eleştirinin “güdük” kalış nedeni sorusuna; “Eleştiri vakit isteyen, bir ruhsal yatırım isteyen, bağımsızlık gerektiren bir şey. Kitapların zevkle okunup zevkle değerlendirilmesi. Oysa öyle bir vakit yok şimdi, tanıtılması gereken kitaplar var, o kitabı tanıtıp ötekine yetişmek gerekiyor vs.” karşılığını veren Gürbilek’in, “vs.” kısaltması açılsa ne tür gerekçeler çıkardı, kim bilir. Fethi Naci, roman eleştirisi yazıları yayımladıkça selamı sabahı kesenlerin çoğaldığından dert yanmıştı vaktiyle; yokluğuyla eksiklik duyduğumuzun varlığına tahammül edemiyoruz, ne garip.
Uzun soluklu edebiyat dergilerimizden birinde yakın zamanda yayımlanan “Eleştiriye Panoramik Bir Bakış: 0,5+0,5=1 Eleştirmen mi Eder?” (Türk Edebiyatı, Mart 2010) başlıklı yazı, önce eleştirmen ihtiyacını belirliyor: “Tanzimat dönemindeki gibi herkes bir taraf tuttuğundan sanat bertaraf olmak üzere. Türk edebiyatının hiç olmadığı kadar, bugün nitelikli eleştirmene ihtiyacı var.” Dergide, Zafer Acar imzasıyla yayımlanan ve denemeci, eleştirmen, edebiyat tarihçisi türünden olup edebiyata bir biçimde arka çıkmış pek çok adın geçtiği ancak yazının tarihinde altı kitabı yayımlanan Nurdan Gürbilek adının yazılmadığı yazı, beklenen/ ütopik eleştirmenin niteliklerini de açıklar: “Öncelikle edebiyat ortamının dışında bulunan, hiçbir dostluk ilişkisine pirim vermeyen, geçimini bu uğraş üzerinden karşılamayan, irili ufaklı bütün dergileri sıkı takibe alan, birkaç dil bilen, Doğulu ve Batılı edebiyatçılardan iyiden iyiye haberdar olan bir kişiye ihtiyaç var. Öyle bir eleştirmen çıkıp gelmeli ki; şiir öykü, roman veyahut diğer edebi türlerde bir tıkanıklık mı yaşandı, ilk teşhisi o koymalı ve ilk müdahaleyi de o yapmalıdır.” Ara ki bulasın bu eleştirmeni; yaygın halk söyleyişiyle “olsa dükkân senin.”
Edebiyat türleri arasındaki ayrım çizgileri giderek silikleşiyor; türler birbirinin içinde yer alabiliyor artık. Kendisini “denemeci” görmekte ısrarcı Nurdan Gürbilek, yazdıklarına “deneme” adını vermeyi yeğliyor ancak deneme- eleştiri ayrımı sorusu için “türler arasında ihlallerden kimseye zarar gelmez” diyor. Bu durumda, öncekiler ve Sessizin Payı söz konusu olduğunda deneme/ denemeci ve eleştiri/ eleştirmen ayırımı yapanların hakları var demektir. Kendi adıma Nurdan Gürbilek yazılarını, Albert Camus’nün, “Dünya apaçık olsaydı, sanat olmazdı.” (Sisifos Söyleni) cümlesinde dünyanın karmaşıklığına kanıt gösterdiği sanat etkinliğinin yaygın örneği roman aracılığıyla yaşamı kavrayabileceğimiz, retorik kaygısından sıyrılmış “deneme” ve yöntem kurbanı edilmemiş “eleştiri” biçimiyle okumaktan yanayım. Yazdıkları “deneme” olsun; ne var ki, sözü “eleştiri” onun.
Edebiyat ve elbette eleştiri de bir okuma etkinliği kuşkusuz; Sessizin Payı kitabı yazarının, yazdıklarının bir tür “edebiyat okumaları” olduğunu vurgulaması bu nedenle anlamlı bence. Kurmaca metin yazarı yaşadığı evrene bakarak yazıyor, eleştirmen ise evrende yazılanı okuyarak; Montaigne türü “içine bakarak” yazan(ımız) yok artık. Sartre, “[Y]azınsal nesne, ancak devinim içinde var olan bir topaçtır. Bu nesneyi ortaya çıkarabilmek için okuma adını verdiğimiz somut bir edim gerekir ve topaç, bu okuma sürdüğünce vardır. Okuma kesildi mi, kâğıt üzerindeki kara çizgilerden başka bir şey yoktur karşımızda.” (Edebiyat Nedir?) belirlemesinin ardından “yaratırken keşfettiğini, keşfederken yarattığını” fark edecek okuyucu için “dalgın, yorgun, aptal ya da şaşkınsa, ilişkilerin çoğu gözünden kaçacak, nesneyi alamayacaktır; (…) karanlığın içinden sanki rastgele birtakım cümleler çekip çıkaracaktır” uyarısında bulunur. Nurdan Gürbilek’in, “İlk okunuşta duyulmayan sesleri duymak” için okuma biçimi, dingin bir kafanın dikkatli ve eleştirel okumalarıdır kuşkusuz. Tahsin Yücel’in, eleştiriyi “bir okuma deneyiminin aktarılması” (Eleştiri Kuramları) biçimiyle tanımlaması, hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, eleştirinin okumasız olmayacağını gösterir bize. Sessizin Payı kitabının, her biri başka okumaları gerektiren yazıları, Oscar Wilde’ın, Gilbert-Ernest diyalogunda eleştirinin yalnızca bilme değil bilgilendirme çabası olduğuna ve bunun güçlüğüne kanıttır bence. “GILBERT- (…) eleştiri yaratıcılığa oranla çok daha fazla kültür birikimi gerektirir. ERNEST- Gerçekten mi? GILBERT- Kesinlikle. Herkes üç ciltlik bir roman yazabilir. Bunun için hem hayattan hem de edebiyattan bihaber olması yeterlidir. Oysa kanımca eleştirmen, standart tutturmak gibi bir güçlükle karşı karşıyadır. Stil olmadan bir standart oluşturulamaz. Zavallı eleştirmenler açıkça edebiyatın sulh mahkemesinin raportörleri konumuna düşürülmüşler, alışılagelmiş sanat suçlularının cürümlerini kayda geçiren kâtipler gibi çalışıyorlar.” (Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil) Nurdan Gürbilek sırasıyla Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Kemal, Peyami Safa ve Coetzee eksenindeki ufuk açıcı yazılarında, okuduklarını sorgulayan aklıyla bir yargıya varan disiplinlerarası eleştirel bir okumayı örneklendirir bize.
Eleştirmenin, sorumluluk üstlenmiş bir okur olduğunu unutmamalı. Nurdan Gürbilek’in, bizdeki roman eleştirisinin yetersizliğine “kitapların zevkle okunup zevkle değerlendirilmesi” türündeki gerekçesi, kurmaca metin yazarının özgürlüğüne koşut biçimde eleştirmenin de metin seçimindeki özgürlüğüne vurgu yapıyor; her iki durumda da “sipariş yöntemi” geçerli değil. Roland Barthes, “[Ç]elişkiye düşmeyi, utanç duymadan kabul edecek kimse var mıdır ki? Oysa böyle bir anti-kahraman vardır gerçekte: metin okuru, okuduklarından haz aldığı zaman bu anti-kahramana dönüşür” (Yazı Üzerine Çeşitlemeler & Metnin Hazzı) derken metin karşısındaki etkinliğini aşka dönüştüren bir okurdan söz ediyor olmalı. Kurmaca metin (roman), okuruna “olaylar sandığından çok daha karmaşık” diyorsa, bu karmaşık durumu aydınlatması gereken de kuşkusuz eleştirmendir; bu nedenle eleştirmen, “anlam” yerine “anlamlar” barındıran edebiyat metniyle iletişime geçerken “içtenlik” ölçüsünü gözden kaçırmamalı. Orhan Pamuk, roman türünü kendi yazarlık serüveniyle örtüştürerek anlattığı kitabında/derslerinde (Saf ve Düşünceli Romancı) “edebi değeri yüksek romanlarda metin ile kurduğumuz yoğun ilişki” ayrıcalığının, nitelikli okurda “farklı olma duygusu” yarattığını söylüyor ki Gürbilek’in “zevkle okuma” önerisini destekleyen bu okuma biçiminin, okuru kurmaca metne ortak eden “alımlama estetiği” ekseninde değerlendirilmesi gerekir. Sessizin Payı yazarı için –önceki kitaplarını da göz ardı etmeden- “romanları iyi okuyan” derken birikimi, işlek/ işlevsel yapacak okumanın bu biraz da duygusal yönünü vurgulamak istemiştim. Dikkatimizi çekmiştir elbette, roman ve eleştirisi çevresinde okuyacaksak hiçbiri de “Türkoloji” mezunu (‘mezun’ sözcüğünü ‘yetkili’ anlamında kullanıyorum) olmayan Berna Moran, Fethi Naci, Gürsel Aytaç, Murat Belge, Jale Parla, Nurdan Gürbilek, Semih Gümüş adları geliveriyor aklımıza da hakemli dergilerin; “şahıslar kadrosu” , “vak’a tertibi” , “zaman” ve “mekân” kompozisyonlu yazılarına YÖK puantörleri dışında bakan olmuyor pek. Sorun “bilgi” ekseninde değil de içtenlikle okuma ve zorunlu yazma ayırımında kanımca.
Nurdan Gürbilek, “edebiyattan dışarıya, dışarıdan edebiyat bak[arken]” bir yandan da “edebiyat dışarıdaki dünyaya, dışarıdaki de edebiyata ışığını düşürsün” istediği yazılarından oluşan Sessizin Payı kitabında edebiyatın yaygın ve etkin türü roman üzerinden edebiyatın işlevinin ne olduğunu gösteriyor bize. Okur karşısına kurgusal ve tematik yönlerin bütünlüğüyle çıkan romanın “bir şey” söylediğinin altını kararlılıkla çiziyor Gürbilek; Terry Ealeton’ın, “Edebiyat yapıtları gizemli bir esinlenmenin ürünü olmadıkları gibi, yalnızca yazarın içinde bulunduğu ruh durumunun incelenmesiyle de açıklanamazlar. Bu çalışmalar birer algılama biçimi ve belirli dünya görüşünü temsil ettiklerinden o çağın ‘toplumsal zihniyeti’ ya da ideolojisi olan egemen dünya görüşü ile bağıntılıdırlar.” (Edebiyat Eleştirisi Üzerine) belirlemesini onaylar biçimde. Eleştirmen Gürbilek, yaşamın gerçeğiyle kurmacanın yalanı arasındaki gölgeli yolda tedirgin ancak istekle, merakla yürüyen okura neden o yolda olduğunu anımsatıyor, gölgeli yolun kavşak noktalarını, geniş mekânlara ulaşabilsin diye aydınlatıyor okura; aradığın ve gideceğin sensin dercesine. Bu, Northrop Frye’in “Zevk sahibi bir insanın edebiyatı nasıl kullanacağını, değerlendireceğini örneklemek ve dolayısıyla da edebiyatın toplum tarafından nasıl sindirilmesi gerektiğini göstermek, işte bu tam da eleştirmenin görevidir.” (Eleştirinin Anatomisi) talimatını bihakkın üstlenip Rita Feslki’nin Edebiyat Ne İşe Yarar? sorusuna verilmiş tatminkâr bir yanıttır.
Hiç de yansız ve nesnel değil Gürbilek’in söylemi, tarafgir ve yönlendirici de değil ama. “Söylenenlerin tekrarı yerine gözünü aç ve edebiyat metninin içine gir de hesaplaş kendinle ve seni çevreleyenle” diyor okura, çünkü iyi roman eğlenerek yazılmaz, eğlence olsun diye de okunmaz. “Türkiye’de devletin otuz yıl önce işlediği suçlar nedeniyle bugün bir kez daha Suç ve Ceza’yı konuşuyoruz. Bir zamanlar cuntadan ‘adaletin keskin kılıcını işletmesini isteyenler, otuz yıl sonra Kenan Evren mahkûm edildi diye adaletin yerini bulduğuna inanmamızı istiyor. Ama yasayla adalet aynı şey değil. Yasa, galibin adaletidir.” (SP, s.41) Gürbilek’in son cümlesini önemseyip Raskolnikov’un “Neden yasa koyucular kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum?” sorusuna tutarlı bir karşılık bulmak için okunmalı değil mi Suç ve Ceza? Stalin Rusya’sında, Hitler Almanya’sında, Mussolini İtalya’sında ve cumhuriyet Türkiye’sinde sorulabilir miydi bu soru, önderleri ayaktayken? Hep birlikte, dünyanın bütün egemen güçlerine “hukuk nerede ve yasa ne zaman güçlünün adaleti olmayacak” sorusunu sorabilecek miyiz ya da şöyle soralım; bu soruyu sormanın anlamsız olduğu günü görebilecek miyiz? Dünyanın her bir yerine bakın, kan gölünün ortasındayız ancak “Yüce amaç uğruna da olsa kan dökmeye kimsenin hakkı var mıdır?” diye soracak Raskolnikov yok bugün. Roman(cı)lar, tarihçinin unut(tur)tuğu bir tarihi anımsattığı için yaşıyorlar bizimle kuşkusuz.
“Savaş ve Barış’ta yüce idealler uğruna kan dökülen, imparatorların bir gün savaşıp bir gün el sıkıştığı, insanların tarihin dizginlenemez akışı önünde bir kibrit çöpü gibi sürüklendiği kaotik savaş ortamında Piyer Bozuhov sorar ahlak sorusunu: ‘On altıncı Louis’yi suçlu saydıkları için idam ettiler, bir yıl sonra gene bir şeyler ileri sürerek bu kez onu idam edenleri öldürdüler o halde kötü olan nedir? İyi olan ne? Neyi sevmeli? Nelerden nefret etmeli? İnsan ne için yaşamalı?’” (SP, s.49) Tolstoy’un Rusya’sını bırakıp kendimize bakalım: İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp idam edilenler bugünün manevi önderleri. Nâzım Hikmet’i, Kemal Tahir’i, Necip Fazıl’ı kodese tıkan aynı millî irade; kodesten çıkanlar kahraman, galibin iradesi ise yok oldu. Adnan Menderes’i idam edenler kahramandı o gün ve bayram ilan ettiler kendilerince; yılar sonra Menderes için anıt mezar yapıldı, kahramanların bayramı iptal edildi ve kendileri millet düşmanı sayıldılar. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, galibin adaleti olan yasayla idam edildiler; bugün sanat eserlerine kahraman seçiliyorlar, mezarlarına çiçekler atılıyor. Bu ülke, “iyi olan kim, kötü ne” sorusunu sorabilecek Bozuhov’un romancısını bekliyor. Nurdan Gürbilek, iyi romanlar okuyor derken çıkış noktam buydu; tarihsel gerçeklikle kurgu böyle getirilebilir yan yana.
1931’de yayımlanan ve Cumhuriyet’in kültür kutuplaştırmasını belirginleştiren Fatih- Harbiye romanından seksen yıl sonraki “Gezi” eylemine çıkan “yarık” içinden, yolu kaybetmeden çıkış, meşakkatli bir uğraş olsa gerek; Nurdan Gürbilek, açık söylemeliyim, Peyami Safa severleri aşacak bir senteze ulaşmış yolun sonunda. “Fatih- Harbiye okurları Safa’nın yüzyıllık kültür savaşlarının sonunu daha o zamandan gördüğünü düşünüyor olabilir. Çünkü Fatih- Harbiye’den seksen küsur yıl sonra ‘Neriman’ oyunu gerçekten ‘Fatih’e verdi. Ülkenin sahici değerlerini, yıllardır ikinci plana atılmış yerli halkını, geleneklerine ve inançlarına bağlı milleti temsil ettiğini söyleyen siyasi kadrolar iktidar oldu. ‘Neriman’ı tırnak içine aldım. Çünkü romanda arzuları, korkuları, kederleri olan bir kadından çok, ulusun seçimine işaret eden bir göstergedir Neriman. Ama ‘Fatih’i de tırnak içine aldım; çünkü o da semtin kendisinden çok, ‘el konan’ anlamının işaretidir.” (SP, s.93) “Cumhuriyet’in yüzyıllık madde- mana formülündeki hesap dışı şeydi Gezi. Seksen küsur yıl sonra Fatih-Harbiye’ye verilmiş bir cevap. Hem ‘Türk İnkılâbı’nın milli gövde anlayışına, hem de devletin ideolojik aygıtına dönüştürülmüş bugünkü yorumuna.” (SP, 104) Aynaya tam karşıdan bakabilmek için aynayı aşağıya çekmiyor Gürbilek, kendisi yükseliyor aynaya.
Sessizin Payı kitabının, bizde adını daha çok Barbarları Beklerken romanıyla duyuran Güney Afrikalı romancı Coetzee’nin, Avrupa sürgününden oğlunun ölüm nedenini öğrenmek için dönen Dostoyevski ekseninde gelişen Petersburglu Usta romanından yola çıkılarak yazılan “Orpheus Çıkmazı: Yazı Neyi Kurtarır?” başlıklı son yazısı, öncekilerden apayrı bir konumda değerlendirilmesi gereken bir tür “yazı” yolculuğudur. Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Kemal ve Peyami Safa yolculuğunun aksine Coetzee ile edebiyatın kendi içine dönmüştür Gürbilek. “Yazı kurtarır mı? Kurtarırsa neyi kurtarır?” sorusu yalnızca Coetzee’nin değil, Platon’dan bu yana kurtarıcılığı ve yıkıcılığıyla kayıtlara geçmiş bir soru(n) elbette. Yazı, “insanın belleği” olmakla önemli kuşkusuz ancak Phaidros kitabında Platon, insanın belleğini tembelleştireceği gerekçesiyle yolunu kapatır yazının. Nurdan Gürbilek, mitolojik Orpheus öyküsünden esinle sanatın imkânlarını, otorite karşısındaki tutumunu, sessizlerin payını savunabilme gücünü, Coetzze’den Tanpınar’a, Bilge Karasu’ya uzanan yolculuğunda sorgularken, W.Benjamin, T.Adorno, J.P.Sartre, M. Blonchot, M.Nichanian vb. adlarla buluşturur okuru. Yazı, bir özgünlük ve özgürlük sorunu olarak varlık kaygısında. “Yazmasam deli olacaktım” diyen Sait Faik’in, çakının ucuyla kalemi yontup yazmaya başlamasını can sıkıntısını giderme gayreti sayanlar olabilir oysa “Çelme” adlı öyküsü nedeniyle askeri mahkemede yargılanmış ve Medar-ı Maişet Motoru kitabı toplatılmış Sait Faik’tir kalemini öptükten sonra “yazmasam deli olacaktım” diyen. Yazar, ancak o yaz(a)madığında eksik kalacağını düşünür dünyanın, yazınca neyi tamamlayacaktır acaba, kendisince de bilinmeyendir bu. Orpheus, son kez bakmasaydı Eurydike’yi görmek için kurtaracaktı sevgilisini elbette ancak o zaman da yazının varlık nedeni yok olacaktı kuşkusuz. “Ölen oğluna bu dünyada bir ses vermek isteyen bir babanın” ya da “ellisine yaklaşmış, esin perisini yitirmiş, tıkanmış bir yazarın hikâyesi” (SP, 110) olan Petersburglu Usta romanı için Stefan Zweig’in “tasarılarını yaratıcılığın ateşinde eritmiş” Dostoyevski (Dünya Fikir Mimarları) yazısından yola çıkmakta yarar var; “esin perisini yitirmiş” yazar edebi itibarını kurtarmak için dönmüştür belki de Rusya’ya. “Yazının önünde bir Orpheus çıkmazı vardır. Anlatmak gerekir ama anlatamaz. Ölüler diyarına büyücü olarak iner Orpheus; yeryüzüne çıktığında şairdir.” (SP, 144)
“Herkes yorum özgürlüğünce yetişir romanlarıyla. Sizi bilmem ama ben romansız yaşayamam” sözleriyle bitirmişti içtenlikle onayladığım “Romansız Yaşayamam” başlıklı yazısını Nermi Uygur. Amerika Dersleri kitabının bizde ilk yayımlandığı yıl, Italo Calvino’nun “Kara Koyun” (Adam Sanat, Ağustos 1994) başlıklı yazısını okumuştum; bedeli ne olursa olsun roman okumak gerekliydi artık. Nurdan Gürbilek, görmenin bilincine var(dır)arak bize roman okumayı öğretiyor ama “mesaj alındı” pişkinliğiyle romanların okunmaması gibi bir sorun çıkıyor ortaya bu kez. T.S. Eliot’un, 1923’te yayımlanan “Eleştirinin Görevi” başlıklı yazısındaki, “[E]leştiri yapan kitap ve denemelerin sayıca çoğalması, sanat eserlerinin kendilerinin okunması yerine, onlar üzerine yazılmış eserlerin okunması gibi kötü bir zevki geliştirmiştir.” (Edebiyat Üzerine Düşünceler) çıkarımı; bizde bugün gazetelerin kitap ekleri, öğrenciler için roman özeti kitapları, televizyonların dolgu malzemesi türünden kitap- kültür programları vb. eklenmesiyle kaygıyı gerçeğe dönüştürüyor ne yazık ki. Eliot’tan elli yıl sonra (1971) Doris Lessing, romanına yazdığı “önsöz” yazısında “[E]debiyat öğrencileri, eleştiri ve eleştirinin eleştirisini okumaya, şiir, roman, öykü, yaşam öyküsü okumaktan daha çok zaman harcayabilirler. Pek çok insan bu durumu üzücü ve tuhaf değil de, normal buluyor…” (Altın Defter) derken sorunun gündemden düşmediğini gösteriyor gerçekte. Lessing’in, kendisine; “Lütfen bana eserleriniz hakkında yazılan yazıların, bunları yazan eleştirmenlerin, kaynakların bir listesini gönderin” isteğiyle mektup yazan öğrencilere verdiği “neden yazdığımı okuyup hayatına ve deneyimlerine dayanarak ne düşündüğüne karar vermiyor, bir yorum yapmıyorsun” karşılığını, haddim olmayarak, bilinsin diye okuduğu romanları okumamız için Nurdan Gürbilek, bize söylemiş var sayıyorum.
Onlarca romanı iz sürerek okuyan bize de roman okumanın biçimini ve amacını öğreten bir dikkatin, kurmaca metin yazma arzusu var mıdır acaba? Umberto Eco, “Yaratıcılık bir yana, pek çok bilim insanının içinden hikâye anlatmak geçtiğini, ama bunu yapamadıkları için çok üzüldüklerini söyleyebiliriz; işte bu nedenle birçok üniversite profesörünün çalışma masasının çekmecesi yayımlanmamış berbat romanlarla doludur.” (Genç Bir Romancının İtirafları) diyor ya, Nurdan Gürbilek’in çekmecesinde ne var acaba; merak ediyorum açıkçası.