Nefes alamayan insanlık

"Bir yola getirme biçimi olarak şiddet, hem Coates’te hem de Whitehead’ın romanında kendine fazlasıyla yer buluyor. Coates’in anlattığı dehşet öykülerinden anlaşıldığı kadarıyla Amerika’da siyahi iseniz, sırf ten renginizden dolayı herhangi bir kontrol noktasında tutuklanabilir, kimliğini göstermeyen bir polisin silahından çıkan kurşuna hedef olabilir, yüksek sesle dinlediğiniz müziğin bedelini canınızla ödeyebilirsiniz."

02 Haziran 2020 19:51

Son günlerde bütün dünya, ABD’deki George Floyd vakasını konuşurken olayları uzaktan takip eden bizler, bu tür olayların birkaç ay sonra hatırlanmayacağını biliyoruz. Tarihsel ve toplumsal yönü ıskalanan her önemli haber, bir süre sonra unutulmaya mahkûm ne yazık ki. Sayısız filme ve kitaba konu edildikleri için dünyanın gözü önünde işlenen bu tür cinayetlerin daha bir dikkat çekmesi beklenir oysa. Hafızayı tazelemede işe yarayabilir ve perde gerisindekileri anlarım umuduyla yayımlandığı yıl okuduğum Ta Nehisi Coates’in Dünyayla Benim Aramda kitabını tekrar karıştırdım, aldığım notlara baktım; gündemin altı çizili satırların doğruluğunu teyit etmesine hiç şaşırmadım.

George Floyd’un başına gelenlere benzer vakalara ilişiyor gözüm ilkin: 2014 yılında örneğin, Eric Garner kaçak sigara sattığı gerekçesiyle gözaltına alınırken boğazına basarak nefessiz bırakan polis memuru tarafından öldürülür. Eric Garner’in son sözleri “Nefes alamıyorum!” olur – tıpkı George Floyd’un son sözü gibi! Aynı yılın Temmuz ayında ABD’nin Ferguson eyaletinde silahsız bir genç vurularak öldürülür. Bu olayı protesto eden halkla polis arasındaki çatışma günlerce sürer, vali olağanüstü hal ilan etmek zorunda kalır.

17 yaşındaki Trayvon Martin, 2012’nin yağmurlu bir şubat akşamında çikolata ve soğuk çay almaya gittiği marketten evine bir daha dönemez. Yağmurdan korunmak için kapüşon takmış bu genç, her gördüğü siyahiye potansiyel hırsız muamelesi yapan George Zimmerman tarafından öldürülür. Ve bu cinayetler, ırkçı önyargıların mahvettiği canların ne ilkidir ne de sonuncusu olacaktır.

Bu üç olayın ortak yönü ölenlerin siyah, öldürenlerin beyaz olmasıdır.

Benzer birçok olayın sebepleriyle irdelendiği, bu haksızlıkların anlaşılması ve bir çıkış yolu bulunması yolunda zihinsel çabaların ürünü olan Dünyayla Benim Aramda, gazeteci Ta-Nehisi Coates’in henüz on beşindeki oğlu Samori’ye yazdığı uzunca bir mektuptan oluşuyor. Önyargıların, bitmeyen öfkelerin, adaletsizliğin dolayısıyla kavga ve çatışmaların nispeten daha az yaşandığı bir coğrafyada kaleme alınsaydı sevgi ve bilgelik dolu bir tür vasiyetname olabilirdi bu yazılanlar. Gelgelelim yaşanan yer ABD ve kitabın yazarı kendi tabiriyle ‘kendini beyaz sanan insanların arasında doğum lekesiyle dünyaya gelmenin tüm sakıncalarını’ taşıyan biri olunca yazılanların tonu, gerçeğin acımasızlığının bir yankısı oluveriyor. Zira her türden korkunun hüküm sürdüğü bir atmosferde yaşamak anlamına gelir ‘doğum lekesiyle’, yani siyah doğmuş olmak. Sokaklar dayak, kurşun ve tecavüz riski taşır. Çetelerin cirit attığı sokaklarda, yasak blokların adını ezberlemeyi, kavga havasını koklamayı (ve tabii uzak durmayı) bilmeli insan. Çocuklar, her türlü tehlikeden korunmak için ebeveynlerinin dizleri dibinden ayrılmamalıdır. Bunun için anne babası tehdide hatta dayağa bile başvurabilir çünkü “ben dövmezsem ya bir çetenin eline düşecek ya da polis dayağına maruz kalacak”tır. Oysa çocukların bedenleri için sürekli endişelenmedikleri bir dünya olmalıdır ama belli ki o dünya yıldızlar kadar uzaktır. Tek istekleri popüler bir kız arkadaş ve tek endişeleri ısırgan otu olan Amerikan futbol kartları koleksiyonu eksiksiz beyaz çocukların dünyasını ancak akşam televizyonlarda görüyorlardır.

Coates’in resmettiği cangılda hayatta kalmanın bile başlı başına bir mucize olduğu gerçeğini teslim etmek gerekir. Bu trajedinin izdüşümünü daha sade daha acımasız bir gerçeklikle Colson Whitehead’ın son romanı Nickel Çocukları’nda takip etmek mümkün bir bakıma. Whitehead, Nickel Çocukları’nda Florida’da bir ıslahevindeki çocukları anlatıyor. Büyük bir suça karışmış ya da küçük kabahatler işlemiş de olsalar beyaz ve siyah her kesimden çocuğun bir araya getirildiği, toplama kampını andıran zorlu bir yerdir burası. James Elwood, büyükannesi Harriet tarafından büyütülen, anne ve babasının terk ettiği örnek ve zeki bir çocuk. Liseyi bitireceği yıl, tam da üniversiteye gitmeyi planlarken otostop çektiği bir arabada hırsızlık suçlamasıyla gözaltına alınıp Nickel’e getirilir. Whitehead’ın, Florida’da bulunan Dozine Erkek Çocuk Okulu’nun gerçek hikâyesinden esinlenerek kaleme aldığı romanda, Elwood ve arkadaşı Turner’ın çıkışı olmayan bir dünyada yaşadıkları anlatılıyor.

Çıkışı olmayan bu dünyayı Dünyayla Benim Aramda’da Coates şöyle tasvir eder:

“Yürüdüğümüz zemin tetikleyici mekanizmalı tellerle döşeliydi. Soluduğumuz hava zehirliydi. Su, büyümemizi durduruyordu. Çıkışı bulamıyorduk.” (s. 35)

Güvenlik sisteminin temelini teşkil eden polislerin tavrı ortadadır çünkü. Bir ülkenin her şeyi olmasını beklediğimiz adalet sistemi orantısız şiddet sebebiyle yaralanan, hayatını kaybeden siyahların değil buna sebep olan polislerin yanındadır. Bir şekilde soruşturmalar kapanır, aynı polisler ilginç şekilde eski görev yerlerine işlerinin başına dönerler. Peki, sıradan yurttaşların durumu nedir? Coates’in dört yaşındaki oğluyla asansörde yaşadığı olay, bu sorunun cevabı olabilir. Bir gün asansörden inerken küçük adımlarla ilerleyen dört yaşındaki oğlunu beyaz bir kadın ‘Hadisene’ diyerek iter. Sonrasında Coates’le kadın arasında tartışma çıkar. Olağan durumda çevredekilerden beklenen çocuğun hakkını savunmak iken, beyaz olduğu için kadını haklı görürler. Büyüyen tartışmaya beyaz bir adam da katılır. Ve parmağını Coates’e doğrultarak “istersem seni tutuklatabilirim” der. Maalesef, bu basit bir gözdağı değil, toplum şartları göz önüne alındığında ciddi bir tehdittir.

“Dürüst insanları genelleme yapmaktan uzak durmalarından tanıyabiliriz” der Ursula K. Le Guinn. ‘Genelleme yapma hastalığı’ndan uzak durmak tek tek bireylere, onların yaşadıklarına eğilmekten geçiyordur belki de. Nickel Çocukları’ndaki Elwood’un durumuna bu açıdan baktığımızda ıslahevine getirilmeden önce yetiştiği çevrede farklı bir çocukluk yaşadığını görürüz. Dünyaya gözünü erken açmıştır ve her şeyi görüyordur:

Kölelik denen beyaz günahıyla eziyete uğrayan Afrikalılar, ırk ayrımı politikalarıyla baskı altında tutulup aşağılanan siyahlar ve onun ırkına kapalı olan yerler açılınca belirecek aydınlık manzara.” (s. 17)

Gelecek konusunda iyimserdir. 1962 Noel’inde hayatının en güzel hediyesini almıştır: Martin Luther King Zion Tepesi’nde. Ünlü siyahi liderin ünlü söylevlerinden birini içeren bir plaktır bu.  Sonraki günlerde hep iyi olmaya çalışmasının altında King’in bu konuşmasından izler vardır:

Önemli biri olduğumuza, değerli biri olduğumuza, dikkate değer biri olduğumuza tüm içtenliğimizle inanmalı, bu saygınlık ve önem hissini gündelik hayatta nereye gidersek gidelim korumalıyız.” (s. 32)

Bir yola getirme biçimi olarak şiddet, hem Coates’te hem de Whitehead’ın romanında kendine fazlasıyla yer buluyor. Coates’in anlattığı dehşet öykülerinden anlaşıldığı kadarıyla Amerika’da siyahi iseniz, sırf ten renginizden dolayı herhangi bir kontrol noktasında tutuklanabilir, kimliğini göstermeyen bir polisin silahından çıkan kurşuna hedef olabilir, yüksek sesle dinlediğiniz müziğin bedelini canınızla ödeyebilirsiniz ya da Trayvon Martin vakasında olduğu gibi yağmurdan korunmak için kafanıza geçirdiğiniz kapüşon sonunuz olabilir. Bütün bunlar, iyi bir eğitime, yüksek gelire, statüye sahip olsalar bile bu insanların şiddet sarmalının dışına çıkmalarının mümkün olmadığını gösteriyor. Polis şiddetinin anlatıldığı sayfalarda söz konusu şiddete maruz kalan, gözaltında ‘kendi kendini yaralayan’, hapiste ‘intihar eden’lerin öyküleri bize hiç de yabancı gelmiyor. Nickel Çocukları’nda bu can kayıpları daha çarpıcı biçimde romanın girişinde kendine yer bulur. Okul kapandıktan üç yıl sonra okulun Tahtalıköy adıyla anılan mezarlığında araştırma yapan arkeoloji öğrencileri tesadüfen gizli bir mezarlık bulurlar. Patates çuvalına konularak defnedilmiş bir çocukla başlayan bu gizli definler araştırmalar sonucu ortaya çıkarılır. Otopside kafatasında kırıklara, göğüs kafesinde kurşun izlerine rastlanan birçok cesede rastlanır. Bunlar resmî ölüm olarak kayda geçmemiş, kayıp denilerek örtbas edilmiş vakalardır.

Ülkenin en önemli koltuğunda yakın zamanlarda siyahi bir başkan oturduğu için kendileri adına ümitlenmemiz gereken bu insanlara yakın dönemde artan saldırılar, yüzlercesinin gözaltına alınması, ırkçı Ku Klux Klan hareketinin son yıllarda üye sayısının yüzde elli oranında artması, siyah bir gencin beyaz bir gence göre polis tarafından nedensizce öldürülme riskinin 9 kat fazla olması, Amerika’da ‘siyah’ olmanın ne anlama geldiği hakkında fikir verebilecek nitelikte. Bu açıdan bakınca Coates’in mektubu da Whitehead’ın romanı da aynı fotoğrafın farklı açılardan çekilmiş versiyonları gibi. Coates, ilk elden tanıklıklar ve bu konudaki literatür yardımıyla farklı bir Amerika ortaya koyuyor: Tahakküm ve dışlama ile ayakta duran bir ülkenin fotoğrafı bu. Hükmedemeyince varoluşlarını sağlayan güçten yoksun kaldığını düşünen insanların çoğunlukta olduğu bir ülkenin… Siyahlara olan düşmanca tavırlarının altında esasen zayıflık yattığının farkında olmayan bir ülkenin… Coates’in yoğun ve gerçekçi anlatımı, olan bitenin ardında yatan kavranması zor gerçekleri açık etmesi, mücadelesini haklı-haksız, siyah-beyaz, ya hep ya hiç kolaycılığına başvurmadan ele alması kitabı benzersiz kılıyor.

Nickel’da bir yetim olarak kalmanın hüznünün, onca ayrımcılık, dayak, aşağılanma ve yalnızlığın James Elwood’a fısıldadığı gerçek; aslında hayatın başına onca iş açmış herkesin duyduğu ve kendini kaptırmaya hazır olduğu şeydir:

Sevme çünkü çeker giderler, güvenme yoksa ihanete uğrarsın, başını kaldırma yoksa ezerler”. (s. 193)

Coates de Dünyayla Benim Aramda kitabında bütün o şiddet ve haksızlıkların benzer sonuçlarına işaret ediyordu. James Elwood buna rağmen yüreği iyilikle dolu olduğu, oradan ‘hasarsız’ çıkmaya kararlı olduğu için yüce buyrukları duymaya çalışır:

Sev ve sevgine karşılık al, doğru yoldan ayrılma ve kurtuluşa ulaş, mücadele et ve bir şeyler değişsin.” (s. 193)

Coates’in oğluna bu uzun mektubu yazmaktaki amacının da bu olduğu söylenemez mi?

Dünyayla Benim Aramda, ‘siyahi’liğin, hâlâ dışlanmış olmaya işaret ettiği günümüzde, ‘zenci’ addedilen herkese yazılmış bir açık mektup gibi de okunabilir. Görmezden gelinen, insan olma hakkı çok görülen herkesin dünyayla arasındaki aşılmaz duvarları, muazzam bariyerleri üstünden atlayıp geçebileceğimiz bir çite dönüştürmek için mütevazı bir çaba.

 

GİRİŞ RESMİ:

Berlin'de George Floyd için yapılan bir duvar resminin fotoğrafı.