Neden hâlâ Zweig okuyoruz?

"Dünyanın acısına tahammül gösteremeyip ‘acele ettiği’ için onu suçlayabilir miyiz? İki dünya savaşını peş peşe yaşamamış ve yurtsuzluğu tatmamış hiç kimsenin Zweig’ı ve benzer kaderi paylaşmış başkalarını yargılamaya hakkı yoktur. Zweig’ın yanılgısı, iyimserlikte olduğu gibi umutsuzlukta da naif davranarak kötülüğün ebedi kalacağına inanmasıydı."

28 Aralık 2020 02:23

Zweig üç kez yanılmıştı.

İlk ikisinde hayal kırıklığı yaşadı, ‘dilsiz’ ve yurtsuz kaldı. Üçüncüsünde, artık direnmenin anlamsızlığına karar verip ‘bilinçli bir şekilde’ yaşamını sonlandırdı.

1900’lerin başında, Stefan Zweig’ın doğup yetiştiği Viyana görkemli bir kültür kentiydi. Evlerde, kafelerde bilim, sanat ve edebiyat konuşuluyor, sokaklara piyano ve keman ezgileri yayılıyordu. Kentin havasına hümanizm hâkimdi. Zweig bir kültür Avrupası’nın kurulduğuna inanmıştı. Uygarlığın zaferiydi bu!

Yanılıyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın eli kulağındaydı ve her şeyin bir anda yok olması o kadar da zor değildi. Zweig savaş sırasında gönüllü arşiv memurluğu yaptı ve sonrasında Salzburg’a yerleşerek hayatının en verimli dönemini burada yaşadı. Galiba kâbus geride kalmıştı. Sevgilisi Frederike ile evlendi. Öykülerini, biyografilerini yazdı bu dinginlik içinde. Dostlarını ağırladı. 1936’ya gelindiğinde hâlâ yaşamın böyle sürüp gideceğine inanıyor olmalıydı. Çok umutlu biri değilse bile naif bir iyimserdi Zweig. O sıralar Naziler dünyanın altını üstüne getirmek için çoktan işe koyulmuştu. Yeryüzünde pek çok kez olduğu gibi görece huzurlu ve güvenli birkaç yıl içinde, birileri tarafından bir sonraki baskı ve zulüm döneminin hazırlığı yapılmaktaydı. Pek çok şeyi bilen Zweig bu ayrıntıyı ihmal etmişti. Hitler faşizmi Avusturya’yı ilhak etmeye hazırlanırken bile iyimserliğini yitirmeyen Zweig yasaklanan kitaplarını nasıl yayımlatabileceğini düşünüyordu.

İkinci kez yanılmıştı.

Avrupa’da başlayan savaş dünyayı yerinden oynattı. O güne dek bilinen her şey tepetaklak oluverdi. Milyonlarca insan ölüyor ya da ülkesini terk ediyor, sınırlar bir gecede değişiyordu. Kültür Avrupası uzun bir süre (belki de hiç!) kurulmamak üzere, göz göre göre yıkılmıştı. Zweig artık bir yurtsuzdu. Ne ülkesi ne evi ne de dostları kalmıştı. Ülkeden ülkeye geçerek sonunda dünyanın öbür ucunda, Brezilya’da buldu kendini.

Her şeyini yitirmişken (yanında sadece yoldaşı, ikinci eşi Lotte Altman vardı) burada da yazmaya, üretmeye başladı. Dünün Dünyası’nı, Montaigne’i yazdı, Balzac biyografisini tamamlamaya çalıştı. Fakat altmış yaşına gelmişken her şeye yeniden başlamak pek de kolay değildi. Philip Roth 1984 yılındaki The Paris Review röportajında, baskıcı sistemlerin yazarlara “…yirmi, otuz, hatta kırk yıl boyunca acımasızca eziyet ettiği zaman” saplantıların sabitleneceğini söylemişti. Edebiyat “çok uzun süre yeraltı yalnızlığında kalma talihsizliğine” takat getiremez, insanüstü bir dayanıklılığa sahip olanlar dışında yazarlar böylesi bir baskıya fizikî olarak da dayanamazdı. Nazi zulmüne uğrayan yazarların yaşadığı bildik bir baskı değil, bir kıyımdı. Zweig nefes alabildiği Brezilya’ya minnettardı fakat yeni bir yaşama başlamak için hem yorgundu hem de yaşlanmış (61 yaşında) sayıyordu kendini. (“İnsan sürgünde kötü yaşlanır” diye yazmıştı Jean Amery.) Dünyanın üzerine çöken karanlığın ebediyen sürüp gideceğine inanmıştı. İntihar mektubunda şöyle yazacaktı:

“… Ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve anadilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi.”

Zweig üçüncü kez yanılacaktı.

O bütün dostlarını selamlayıp hepsinin “uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını” görmelerini dileyerek karısıyla birlikte intihar ettikten üç yıl sonra, Hitler faşizmi yerle bir ettiği dünyanın altında kaldı ve yeryüzünden silindi. Zweig üç yıl daha dayanabilseydi, tüm dünya halkları onu insanlığın ve uygarlığın savunucusu olarak selamlayacaktı. “Ben her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum” diye yazdı intihar mektubunda. Acele etmişti.

Dünyanın acısına tahammül gösteremeyip ‘acele ettiği’ için onu suçlayabilir miyiz? İki dünya savaşını peş peşe yaşamamış ve yurtsuzluğu tatmamış hiç kimsenin Zweig’ı ve benzer kaderi paylaşmış başkalarını yargılamaya hakkı yoktur. Zweig’ın yanılgısı, iyimserlikte olduğu gibi umutsuzlukta da naif davranarak kötülüğün ebedi kalacağına inanmasıydı. Şimdi, vedasından neredeyse 80 yıl sonra Stefan Zweig talihsiz kararı ve eylemiyle sadece bugünün boğucu dünyasında baskı gören yazarlara değil, yeryüzünün tüm sürgünlerine, horlanmış, kırılmış ve incitilmiş insanlarına bir ders veriyor:

Evet, ben sabırsızlık ettim. Karanlığın ebedi kalacağını sandım, yanıldım! Hiçbir baskı ve zulüm bitimsiz değildir; dayanın ve üretmeyi sürdürün. “Pes ediyorum” dediğiniz günün ertesinde yepyeni bir güneşin doğup gelmeyeceğini, yaşamın sizi yeniden selamlamayacağını nereden bileceksiniz?

Zweig neden bu kadar çok sevilip okunuyor?

28 Kasım Cumartesi Stefan Zweig’ın doğum günüydü. Bu yazı onun 139. yaşını kutlamak üzere yazıldıysa da, elde olmayan sebeplerden ötürü tamamlanıp gününde okura ulaşamadı. Bu gecikmiş doğum günü kutlamasında, ölümünün üzerinden 78 yıl geçmiş Stefan Zweig’ın Türkçedeki popülerliğine değinmekte yarar var. Bugün Zweig dünyanın en çok tanınan ve okunan yazarlarından biri kuşkusuz. Yapıtları sayısız dilde basılıyor. Hakkında her yıl pek çok dilde yeni biyografi ve incelemeler yayımlanıyor. Onun adının ve yapıtlarının dünyada bu denli yaygınlık kazanmış olması her şeyden önce çok yönlü bir yazar oluşuyla açıklanabilir. Zweig sürgünden çok önce üne kavuşmuş bir yazardı. Yazının tüm alanlarında kalem oynatıyordu. Gazeteci, eleştirmen, romancı, öykücü, denemeci, şair, çevirmen; anı, biyografi ve oyun yazarı… Kurduğu dostluklar, Viyana kültür ve yazın çevresi onu II. Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’nın saygın yazarlarından biri konumuna yükseltmişti. Çıktığı gezilerle dünyanın önemli bir yarısında tanınır hale gelmişti. Sürgünlüğü ve intiharı onun adını dünyanın vicdanında kanayan bir yara haline getirdi.

Zweig Türkiyeli okur tarafından öteden beri okundu ve sevildi. Fakat ona olan ilginin on beş-yirmi yıl öncesine kadar daha çok seçkin ve nitelikli okurlarla sınırlı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin ‘90’larda Zweig ve yapıtlarından söz eden yazarların hayli sınırlı olduğunu görüyoruz. O yıllarda yazarın ilgi çeken kitapları deneme ve biyografilerdi. 2000’lerden sonra artan çeviri çeşitliliği ile birlikte seçkilerinin, mektuplarının, anılarıyla öykülerinin de peş peşe yayımlanması onun hem basında (dergilerde ve sayıları hızla artan kitap eklerinde) daha çok yer bulmasını hem de yeni ve daha geniş okur kitlesine ulaşmasını sağladı. Özellikle telif haklarının serbest kaldığı 2012 yılından bu yana yapıtları en çok yayımlanan yabancı yazarlardan biri haline geldi Stefan Zweig. Büyüklü küçüklü onlarca yayınevi onun kitaplarını yayımlıyor. Bu yayınlarda ilk dikkati çeken, yayıncı ilgisinin daha çok yazarın popülerlik kazanmış kurgusal metinlerine yönelişi. Dünyada ve ülkemizde en çok tanınan kitabı Satranç’ın ardından, ilgiyi konusu aşk ve kadın üzerine yoğunlaşan öyküler ile uzun öykü ya da kısa romanlar devşiriyor: Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Korku, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Bir Kalbin Çöküşü, Yakıcı Sır, Mürebbiye, Amok Koşucusu, Olağanüstü Bir Gece, Ay Işığı Sokağı, Sabırsız Yürek, Hayatın Mucizeleri…

İkinci gruptaki Üç Büyük Usta, Kendileri ile Savaşanlar, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, Dünün Dünyası, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Vicdan Zorbalığa Karşı, Montaigne, Balzac, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Yarının Tarihi gibi anı, biyografi ve düşünsel ağırlıklı yapıtlarınsa daha sınırlı yayınevi tarafından tercih edildiği görülüyor. Bunda elbette şaşılacak bir durum yok. Kurgusal yapıtlar her zaman okurun ilgi alanına düşünsel olanlardan daha çok girer. İlginç olan Zweig yapıtlarının Türkiye’de dünya edebiyatının pek çok büyük yazarından daha fazla yayımlanması ve okunması. Bu ilginin sebepleri üzerinde düşünmeye değer. Peki, nedir Zweig’a olan ilginin ve onu bunca sevmemizin nedeni? Geçtiğimiz yıllarda Uluslararası Stefan Zweig Cemiyeti’nin Türkiyeli okurun Zweig’a ilgisinin nedenleri üzerine bir soruşturma yaptığını, bazı yazar ve editörlerin görüşlerine başvurulduğunu biliyorum. Soruşturmadan nasıl bir sonuç çıktığından ve kurum tarafından herhangi bir yayın yapılıp yapılmadığından ise ne yazık ki habersizim.

Aslına bakarsanız, her okurun bu soruya kendince vereceği yanıtlar vardır. İyi bir hikâye anlatıcısı olması, insan psikolojisine hâkimiyeti, okurla duygudaşlık kurabilme yeteneği, insanlığın temel ilgi alanları olan dostluk, aşk, sevgi, ayrılık, korku, ölüm, yurtsuzluk gibi konuları işleyişi, yalın anlatımı, içtenliği ve kolay okunabilirliği… Belki tüm bunların dışında, Zweig adı etrafında bir ‘yazar miti’nin oluşmuş olması: Zulme uğramış, yurtsuz kalmış ve sonunda intihar etmiş bir yazar. Onun Nazi faşizminin kıyımıyla oluşan evrensel mağduriyetin öznelerinden biri oluşu… Kimi yazarlar önce kişisel hikâyeleriyle dikkatimizi çeker; ilkin adlarını, imgelerini sever, sonra yazdıklarını okumaya başlarız. Bana kalırsa Zweig’ın böyle bir yanı var. Adı ve imgesi yapıtlarının önünde yürüyor. Fakat bu asla tek başına ya da büyük ölçüde onun çok okunup ve sevilmesi için yeterli neden değil. Nazi zulmü görmüş, kişisel hikâyeleri Zweig’ınkinden çok daha etkileyici yazarlar var. Örneğin, Auschwitz kamplarına atılmış ve talihin yardımıyla kurtulup yaşadıklarını Bunlar da mı İnsan adlı yapıtında anlatmış olan İtalyan yazar Primo Levi ya da onun baraka arkadaşı, gördüğü işkencenin özyıkımını atlatamayıp yıllar sonra intihar eden Suç ve Kefaretin Ötesinde’nin (çev. Cemal Ener, Metis, 2015) yazarı Jean Améry… Yaşadıkları büyük acı ve yıkıma karşın onlar gibi pek çok yazarın adı etrafında Zweig’da olduğu gibi bir ‘yazar miti’ oluşmuş değildir. Kişisel hikâye ya da mağduriyet tek başına bir yazarın adının ölümsüzleşmesine, yapıtlarının yaygınlaşmasına yetmez. Zweig’ın adı etrafındaki mit, onun hem yaşamı ve savunduğu ilkeler hem de yapıtlarının çeşitliliği ve niteliğiyle beslenmiştir.

Zweig’ı en iyi anlatan cümleye intihar mektubunda rastlarız: “Hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu.” 20. yüzyılın en büyük hümanistlerinden biriydi o. Yapıtlarında insan onurunu, yaşamı ve özgürlüğü savundu. Değerlerinin çiğnenmesine dayanamayıp yaşamına son verdi. Bugün dünyanın her yerinde kitaplarını okuyanlar onun vaktinden önce yiten sesini çoğaltıyor. Ölümünün üzerinden ne çok zaman geçerse geçsin, bir yazar okunmaya devam ediyorsa ölümsüzlüğe ulaşmış demektir. Zweig ölümsüzdür artık; onu intihara sürükleyenler kaybetmiş, insanlık onuru kazanmıştır.