Mathias Énard, çağımızdaki medeniyet çatlamasını ve bunun yarattığı melankoliyi romancılık dünyasının ekseni hâline getirmiş. Bu kopuşu tamir etmeye çalışıyor...
29 Kasım 2018 13:58
Mathias Énard’ın Hırsızlar Sokağı romanını okuduğum zaman, olağan dışı bir yazarla karşı karşıya olduğumu hissetmiştim. Arap Baharı ayaklanmalarının tam bir yangına dönüştüğü dönemde geçen roman, Faslı yoksul bir gencin, içine düştüğü çaresizlikten çıkma çabalarını tüylerimi ürperten yalınlıkta, trajik bir üslûpla anlatıyordu. Melankoli burcundan tanıdığım bir kardeş gibiydi yazar.
Üstelik roman kahramanı, ergen yaştaki Lakdar, kitap okuyarak çıkmaya çalışıyordu çaresizlikten, bütün sefaletinin içinde edebiyatın ve kültürün gücüne inanıyordu.
Énard ham hayal kurmaktan uzak, sıkı gerçekçi, ama tam bir idealist gibi yazıyor.
Bu adam kim diye sordum kendime. Fransız bir yazar, bir Arap ergenin hayatını nasıl bu kadar derinden hissedebilir? Gerçeklere gözünü kırpmadan bakıp, nasıl idealist kalabilir insan? Hırsızlar Sokağı 2010’da yayımlanmış, Türkçede 2013’te çıkmış, ben daha yeni keşfettim ve benim için 2018’in en büyük keşfi oldu.
Sonra Pusula romanına geldi sıra. 2015’te Goncourt Ödülü’nü alan bu kitapla birlikte, Énard’ın kişiliği muamma olmaktan çıkmaya başladı.
Ortadoğu’yu, Arap dünyasını, İran’ı, Türkiye’yi çok iyi tanıyan, Arapça ve Farsça eğitimi almış, Barselona’da Arapça profesörlüğü yapan, dünyayı Batı merkezcilikten çok uzak bir gözle gören, araştırmacı bir kimlik belirmeye başladı.
Beni Ortadoğulu olmakla, Ortadoğulu tarafımla yeniden barıştıran ilk romancı, diye tanımladım onu. Bunu başaran kişinin bir Batılı olması o aşamada artık şaşırtıcı olmaktan çıkıyordu.
Énard’ın dünyasında, Doğu ve Batı birbirini karşılıklı olarak üreten, kurgulayan, hayal eden, yaratan, sonra dönüştüren ve yeniden üreten, ayrılmaz iki kutuptu. Aslında kutup kelimesi bile yanlış, iç içelik demek daha doğru olur, hatta aynı madalyonun iki yüzü olarak görüyor Avrupa ile Ortadoğu’yu. Birbirine benzemeyen ikizler gibi tıpkı. Etle tırnak nasıl ayrılmazsa, bu iki dünya da asla ayrılamaz ona göre.
Énard’ın gözünde kozmopolit bir Doğu’yu ne ölçüde Batılılar kurguladı ve yarattıysa, kozmopolit bir Batı’yı, yani Avrupa’yı da Ortadoğu kültürleri en az o ölçüde kurguladı ve yarattı, belki daha bile fazla. O nedenle son yıllarda İslamcı terörün yarattığı olumsuz imaj ve büyük göçlerin oluşturduğu baskı, onun çok önemsediği bu birlikteliği zorladığı için sanki bu romanı yazmaya oturmuş.
Avrupalıların, belki de kaybedecek çok şeyleri olduğu hissiyle, ellerinde kalanı korumak güdüsüne kapılarak “öteki”ni reddetmeleri ve kültürel, politik alanlarını paylaşmak istememeleri, Énard’ı kederlendiren bir durum.
Aynı şekilde, Ortadoğu ülkelerindeki savrulmalar ve yükselen Batı düşmanlığı, El Kaide ve IŞİD gibi fanatik örgütlerin yıkıcılığı, Énard’ın çok değer verdiği bir mirasın da yok edilmesi anlamına geliyor. Onun pusulası hep Doğu’yu gösteriyor ve melankolisi medeniyetsel. Ortak bir medeniyetin kırılışına parmak basıyor.
Pusula romanı için, Avrupa ile Ortadoğu arasında yakın zamanda başlayan bu büyük kopuşa yakılmış bir ağıt da diyebiliriz. O kopuşun yarattığı melankoliyi, kederi, yazıklanmayı giyinmiş bir roman. Birbirinden ayrılamayacağını düşündüğü bu iki dünya tarihte ilk defa ciddi anlamda birbirinden uzaklaşmaya başlarken, Pusula romanı onları birleştiren her şeyi tek tek saydığı, hatırlattığı, hikâye içinde hikâyeler şeklinde aktardığı bir ansiklopedi çalışması, artçı bir kurtarma harekâtı, bir iyileştirme romanı, dahası yırtılan şeyleri onarma işlemi âdeta.
Énard, zerre kadar oryantalizm yapmadan oryantalist geleneğin sırlarını ortaya çıkartmış, sevgiyle ve bağlılıkla anlatmış, eleştirel olmayı ihmal etmeden, mizahı elden bırakmadan. Bir sevgi çabası bu roman. Zaten kurmacanın omurgasını da imkânsız bir aşk hikâyesi oluşturuyor. Goncourt Ödülü’nü bence hakkıyla almış Pusula romanı. Tam da bu dönemde, Suriye yıkılırken, İslam dünyası öcü hâline bürünmüşken, bu ödülün verilmesi ayrıca mânâlı.
Arada, bambaşka bir tarihsel fantezi anlatısı geçti elime yazarın. Zarif, gene melankolik, acı-tatlı bir eskiz. Mikelangelo’nun 1500’lerin başlarında Sultan II. Bayezid tarafından Haliç’e bir köprü yapması için İstanbul’a çağrılışının, İstanbul’da geçirdiği günlerin tamamen kurmaca bir güncesi. Sanki İstanbul olmasaydı, Sistine Şapeli’ndeki o muazzam tavan freski çok farklı olacaktı, en azından böyle olmayacaktı türünden bir hoş tezi bile var bu anlatının. Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara, 2010 yılında Liseliler Goncourt Ödülü’nü almış.
Bu anlatıya göre, bir Osmanlı şairinin aşkından habersiz kalışı, o aşkı cevapsız bırakması, Mikelangelo’nun Tanrı ve Âdem arasında, birbirine uzanmış ama dokunmayan iki eli resmedişine doğrudan katkıda bulunmuş sanki. Doğu’nun ve Batı’nın birbirinden beslenmeyi hiç bırakmamış olan, birbirine uzanmış ama hiçbir zaman kavuşmayan elleri gibi.
İyi, güzel, bu da hoş bir hayal, derken, Mıntıka romanı çıktı karşıma en son. 2008’de yayımlanmış. Sanki büyük bir yapıt için ilk prova. Zorlanarak okudum, Hırvat asıllı Fransız gizli ajan Francis Mirkoviç’in hayat hikâyesini.
Kendisi de Balkanlarda savaş suçu işlemiş, valizinde Balkan savaş suçları dosyalarıyla birlikte, Milano’dan Roma’ya tren yolculuğu yapan, Ustaşe kökenli bir paralı asker, nasıl olur da hümanizmin sözcüsü kesilir, dedim kendime. Güya o dosyaları Vatikan yetkililerine teslim edecek. Bosna Savaşı’nda Hristiyan bir Hırvatistan için savaşmış, ama inancın, imanın da ötesine geçmiş bu kahraman.
Pusula romanındaki Viyanalı müzikolog kahramandan, Franz Ritter’den çok farklı bir kimlik sürüklüyordu Mıntıka’daki anlatıyı. Hangisi gerçek Avrupa’nın yüzü? Üstelik iki romanın yapısı, kurgusu neredeyse aynı: Mirkoviç bir yolculukta, Ritter uykusuz bir gecede yatağında, geçmişlerini gözden geçiriyorlar, kişisel birer hesaplaşma bu iki roman, günah çıkartır gibi. Avrupa’nın iki ayrı yüzünü temsil ediyorlar. Hangisi doğru? Herhalde ikisi de.
Ajan Mirkoviç’in görev yaptığı ve “mıntıka” adını verdiği Akdeniz havzasında, müzikolog Ritter’in izini sürdüğü şairlerle bestecilerin alışverişi, katillerle kumpasçıların iş birliğine koşut yürüyor. Gerçek dünya bu. Mıntıka ve Pusula, aynı dünyanın iki ayrı yüzü.
Mathias Énard’ın edebî ve kültürel mıntıkası da bu. Coğrafî, sanatsal, yaratıcı bir bölgenin karşılıklı alışverişinde, pusula daima Doğu’yu gösteriyor. Karşımda sadece kültürel değil, politik mesaj da üretmeye çalışan, şimdikinden çok farklı bir Avrupa tasavvuruyla yaratan, pusulayı daima Doğu’ya çevirmekle meşgul bir yazar olduğunu daha iyi anladım böylece. Var gücüyle akıntıya kürek çekiyor.
Üslûbunu sevdim. Uzun romanlarını bazen fazla yoğun ve yer yer okunması zor da bulsam, önemli bir yazar olduğunu düşündüm. Melankolisi tam benimkiyle uydu. Mathias Énard’ı benimsedim. Kitaplarını biraz daha ayrıntıyla, kendi bakış açımdan süzmek istedim. Çağdaş bir Avrupalı yazar ilk defa bana elini uzatıyordu, üzerinde oturduğum mirasa, Osmanlı İmparatorluğu’na önyargısız ve değer vererek bakıyordu, İstanbul’u içtenlikle selamlıyor ve gözlemliyordu.
Ne sadece, gençliğimden beri varsaydığım gibi tam Avrupalı olduğumu, ne de çaresizce, isteksizce Ortadoğulu olsam da, o mirasın sandığım kadar görmezden gelindiğini bana gerçekten duyumsatıyordu bu yazar. Her ikisi birden olduğumu ve kendisinin de benden farkı olmadığını söylüyor, aynanın ötesinden bana şaşırtıcı bir el uzatıyordu. Bunu karşılıksız bırakamam diye düşündüm.
Avrupa ve Ortadoğu birbirlerini karşılıklı kurgulamaktan vaz mı geçecek, bunca yüzyıldan sonra? Eğer öyleyse bu zayıflayan, kopmak üzere olan bağları edebiyat iyileştirebilir mi?
Akdeniz “mıntıka”sının yıkıcı ve yaratıcı dinamikleri, Énard’ın uzmanlık alanı olmuş sanki. Doğu’nun en batı ucuyla Batı’nın en doğu ucundaki bütün çelişkileri, kültürel fay kırıklarını, yer değiştirmeleri ve tarihsel gölgeleri, oryantalist bile değil, neredeyse eski tarz bir romantik seyyah gibi uzlaştırmaya çalışıyor.
Ve birden, Pusula romanında sona yaklaşırken, dörtte üç yol kat etmişken, karşımıza romanın ana tezi çıkıyor, hem de Edward Said’e atıf yaparak.
Romanın akademisyen ve araştırmacı, “oryantalist” kahramanlarından birkaçı, Edward Said’in eleştirdiği “oryantalizm” ideolojisinin bir parçası olarak görülmekten son derece rahatsızlar, böyle algılanmak onları dehşete düşürüyor.
Bazı roman kişileri, daha ölçülü bir bakışla, Said’in tezinin önemli olduğunu kabul ediyorlar: Bilgi ile iktidar arasındaki ilişki gerçekten de küçümsenecek bir konu değil. Batılılar, Doğu hakkında çok bilgi ürettiler, ama bu bilgiyi Doğu’ya hükmetmek, ona karşı egemen olmak için de kullandılar. Bu tezi reddetmek mümkün değil.
Ama, bugünkü araştırmacıların mirasçısı olduğu eski zaman oryantalistlerinin kaçı, ürettikleri bilgiyi iktidarların eline isteyerek verdi, o da başka bir soru.
Böylece, karakterlerin arasındaki tartışma koyulaşıyor. Romanın anlatıcısı, müzikolog Franz Ritter, siyasî tartışmalardan uzak durmayı tercih eden, daha yumuşak başlı bir insan, bu konuda bir fikri olmadığını söyleyerek susmayı tercih ediyor.
Ama âşık olduğu araştırmacı Sarah, çok daha ateşli ve kesin bir görüşün sözcüsü: Geçmişte bazı arkeologlar casusluk yaptı diye, bazı sanatçıların yahut bilim insanlarının araştırmaları, Batı devletlerinin Doğu’ya karşı egemenlik gütmesinde rol oynamış olabilir diye, bütün bir camiayı topyekûn suçlamak, töhmet altında bırakmak, doğru değil Sarah’ya göre.
Meseleyi bireyler düzeyinde ele almazsak, genelleme yaparsak, diyor bu ateşli ve güzel kadın kahraman, o zaman Edward Said’in bakışı da bir ideolojik kurgu olmaktan öteye geçemez.
Bir başka deyişle, Edward Said oryantalizm eleştirisi yapmakla, aslında gerçekten “öteki” kimlikli bir Doğu algısı yaratmış oldu, ya da bu algıyı güçlendirmiş oldu, hâlbuki kendi başına ayrı duran, farklı bir “Doğu” yok, gerçekte “Doğu” hem Batılıların hem de Doğuluların el birliğiyle, birlikte yarattıkları bir kurgu. Aynı şekilde, “Batı” da öyle.
Romanın kahramanı Franz, uykusuz gecesinin bir vaktinde, bu düşüncelerle boğuşurken, ansızın, televizyonda gördüğü korkunç haberle, bir IŞİD infazının haberiyle irkildiği anısı canlanıyor zihninde: Günümüzün İslamcı terör dehşetini, IŞİD tarafından rehinelerin kafasının kesilmesini, Suudi Arabistan’daki infazları düşünmeye başlıyor ve şu cümleyi sarf etmekten kendini alamıyor: “Suriye’deki fanatiklerin kafa kesmesi, benim gibi bir Avusturyalı, estetik tutkunu adamı ne kadar dehşete düşürüyorsa, bana ne kadar aykırı geliyorsa, bir Türke ya da İranlıya da aynı ölçüde aykırı ve dehşet verici görünüyor.”
Pusula romanı, Franz adındaki bu anlatıcının, gönül verdiği kozmopolit bir Ortadoğu için yazdığı aşk mektubu âdeta. İstanbul’a, Tahran’a, Şam’a, Kahire’ye yaptığı meslekî seyahatlerin anısıyla avunuyor. Bir zamanlar Sarah’yla, başka sevdiği arkadaşlarıyla mutlu günler geçirdiği Halep şehrinin şimdi alevler içinde yıkılışını kederle, yüreği parçalanarak izliyor.
Romanın sonuna doğru, Énard, bir kez daha Sarah karakterinin ağzından, Edward Said’le ve oryantalizmle ilgili tezini tekrar ediyor.
Franz ve Sarah’nın Paris’te buluştukları bir gün söz konusu, yakın geçmişte. İkisinin de hayran olduğu İranlı yazar Sadık Hidayet’in intihar ettiği apartmanı ziyaret ettikten sonra, bir Türk lokantasında öğlen yemeğine gittiklerini hatırlıyor Franz.
Sarah “Doğu’da ve Batı’da ‘Öteki’ne Bakışlar” adlı doktora tezinden söz ediyor Franz’a, bu yemek sırasında. Kendinden ve çalışmalarından söz etmeyi çok seven, biraz narsisist bir karakter bu Sarah, ama sevimsiz değil, tersine, ele avuca sığmaz bir enerjisi, direnmenin imkânsız olduğu bir karizması var, Franz bazen onun bu kendini beğenmişliğine sinirlense de, cazibesine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor, her zamanki gibi, hevesle dinliyor âşık olduğu kadını.
Batı ile Doğu arasındaki aynaları kırmak istediğini söylüyor Sarah. “Modernliğin ortak inşası” diye söz diyor iki yakanın birlikteliğinden. “Doğuluların bu inşanın dışında kalmadığını, tersine çoğunlukla onların sağladığı ilhamla vücut bulduğunu, çoğu kez onların öncülüğünde yaratıldığını, aktif katılımcılar olduklarını” göstermek istiyor.
“Edward Said’in teorisi istemeyerek de olsa bizzat en önemli egemenlik aracına dönüştü” diyor. Burada önemli olan Said’in oryantalizme bakışının doğru ya da yanlış olması değil, Sarah’ya göre. “Asıl problem onun kitabını okuyanların zihinlerinde, hükmeden bir “Batı” ile hükmedilen bir “Doğu” algısı oluşması ve ikisi arasında bir ayrılık ve kırılma olduğunu kabul etmeleri.” Sömürgecilik aracı olmuş ya da olmamış, her tür bilimin ve bilginin ötesinde bu algının kendisi zaten böyle bir dışlama modeli oluşturdu, bir “öteki” yaratılmasına hizmet etmiş oldu, diyor Sarah.
Ne yazık ki, diye noktalıyor, Said’in mücadele etmek istediği “Batı’nın üstünlüğü” senaryosu, tam da Said’in teorisi sayesinde gerçekleşmiş oldu!
“Hâlbuki,” diyor Sarah, “tarih tamamen farklı şekilde okunabilir, paylaşma ve süreklilik çerçevesinde tamamen farklı yazılabilir.” Böylece Sarah, emperyalizm sorunundan, farklılık düşüncesinden, 21. yüzyıldan söz etmeye başlıyor, bu yeni çağdaki şiddete karşı, bizler İslam’ın tam bir karşıtlık oluşturduğu ve “öteki” olduğu fikrine karşı her zamankinden daha çok mücadele etmeliyiz diyor, sömürgeciliğin de korkunç bir şiddet ürettiğini kabul etmeliyiz, ayrıca Batı’nın ne kadar çok şeyi Doğu’ya borçlu olduğunu hatırlamalıyız.
Kahramanımız Franz Ritter, sevdiği kadın bunları anlatırken, her zamanki gibi çevresinin tamamen farkında, gözlemciliği elden bırakmıyor ve tabii, artık alıştığımız ve sevdiğimiz mizahını da esirgemiyor okurlardan. Yemek yedikleri Türk lokantasının dekorundaki saçma tezatlar gözünden kaçmıyor. “Sahte Anadolu kumaşları, ‘Made in China’ biblolarla karışmış, Türk lokanta sahibinin tamamen Parislileşmiş hafif aksi tavrı da bunu güzel tamamlayarak, Sarah’nın tezini kanıtlayan bir ortam oluşturuyor” diye inceden alay etmeyi ihmal etmiyor.
Bir yandan da, Suriyeli müzisyen dostları, dünya çapında bir ud ustası olan Nedim Fransa’ya göç edebilsin diye, Sarah’nın onunla evlilik yapmasını da, yenilgiye uğramış bir âşığın iç acısıyla, kıskançlıkla, bir yandan da sevecenlikle karşılıyor. Sarah ve Nedim evliliği gerçek bir aşk mı, zoraki bir formalite mi? Franz, neden Sarah’ya aşkını açıkça ilan etmekten korkuyor? Bu soruların izini sürmek, bir Oryantalist ordusunun peşinde seyahat etmek kadar zevk veriyor okura. Énard, kendisi de söyleşilerinde vurguladığı gibi, okurlarını ilginç yolculuklara çıkartmayı, dolambaçlı yollardan geçirmeyi seven bir romancı.
Franz’ın hem Sarah hem de başka araştırmacı arkadaşlarının büyük heyecanla savundukları tezlere, ses çıkartmadan, yumuşak başlı bir gözlemci gibi bakması aslında hem kişiliğinin bir uzantısı, hem de romancı Mathias Énard’ın güzel bir teknik hilesi, çünkü Franz’ın kendisi, asıl Doğu ile Batı’nın birbirine nasıl ayrılmaz şekilde nüfuz ettiğini en esaslı şekilde kanıtlayan bir alanda, müzik alanında, diğerlerinin hepsinden daha etkileyici tezler üretmekle meşgul.
Edward Said tartışmasında bile, imdadına müzik yetişiyor Franz’ın. Bilgi ve iktidar konusu derinleşince, “Bu konuda bir fikrim yoktu, sanırım hâlâ da yok” diye kaçıyor konudan. “Tek bildiğim, Edward Said çok iyi bir piyanistti, müzik üzerine yazılar yazdı ve Daniel Barenboim’le birlikte kurdukları ‘Batı-Doğu Divanı’ Orkestrası, paylaşımın ve çeşitliliğin güzelliğine önem veriyordu.”
İlginçtir, Mathias Énard’ın, birkaç yıl önce New York’ta, Barnard College’da Hisham Matar’la yaptığı söyleşide, Edward Said konusu açıldığında, aynı kaçamak cevabı verdiğine ve sözü hemen müziğe getirdiğine tanık oldum, tıpkı yazdığı romanın kahramanı Franz gibi. Buradan anlıyoruz ki, Said’e büyük saygısı olmakla birlikte, romanda Said’e yönelttiği eleştiri tamamen Énard’ın kendi düşüncesi.
Müziğe kaçış demişken, her sayfası oryantalizm tarihiyle ilgili tıka basa malumat dolu olan Pusula romanında en merak uyandırıcı bilgilerin müzik alanında gündeme geldiğini vurgulamam gerekir.
Müzikolog Franz, bütün yumuşak başlılığına rağmen, kendi araştırma konusuna sıra geldiğinde, hele başkaları bu alanın önemini iyi kavramadığı zaman, aynı Sarah gibi, hatta daha fazla heyecanlanabiliyor ve romancı Énard yarattığı kahramanın bu tutkusuna çok güzel pasajlar ayırmış.
“Nasıl yani” diye yatağında çırpınıyor Franz, romanın geçtiği bu uykusuz tek gecede. Besteci Félicien David, ressam Delacroix, şair Gérard de Nerval, İstanbul’a, Hindistan’a, Çin’e gidip de Doğu’nun cephesine yüz süren bu kişiler değil miydi, Doğu değil miydi sanatta, edebiyatta, müzikte, özellikle de müzikte, devrim yaratan?
Sarah, biraz abartmıyor musun, diyecekti belki de. Ama nasıl olur, diye düşünüyor Franz. “Tanrım, ben kanıtladım bütün bunları, hepsini yazdım, 19. ve 20. yüzyılda müzikte yaşanan devrimin her şeyi Doğu’ya borçlu olduğunu gösterdim. Önceden sanıldığı gibi, birkaç egzotik işlemden ibaret değildi bunlar, egzotizm dedikleri sayesinde bütün o dış etkenler girdi sanata, başkalık girdi, büyük bir hareketten söz ediyoruz burada.” Ve sıralıyor isimleri: Mozart, Beethoven, Lizst, Berlioz, Debussy, Rimski-Korsakov, Bartok, Schönberg ve Szymanowski, Avrupalı yüzlerce besteci.
“Bütün Avrupa’da o başkalık rüzgârı esti, bütün bu büyük adamlar ‘başkası’ndan geleni ‘kendisi’ dediği şeyi değiştirmek için kullandı, melezleştirdiler kendilerini, çünkü deha dediğimiz şey tam da melezlikten kaynaklanır.”
Ama köşesinde oturan zavallı bir üniversite hocasının bu devrimci tezinden hiç kimse en ufak bir sonuç çıkartmaz, diye kendisine de acıyor Franz bir aşamada. 1844’de Félicien David’in “Çöl” adlı bestesinden, 1914’de Szymanowski’nin “Âşık Müezzinin Çağrısı” eserine, çok daha yakın zamanlarda Arvo Part’in “Doğu-Batı” adlı orkestra süitine kadar, kaç örnek saysa da insanları ikna edemeyeceğini hissediyor, çünkü duymak istemiyor insanlar bu mesajı artık. Pusula romanında bu görmezlik ve duymazlık, giderek aymazlık hâline çok kederli, çok derin bir eleştiri var.
Franz ve Sarah, birleşseler de ayrılsalar da, aynı fikirde olsalar da çatışsalar da, kendilerini çok aşan bir tutkunun peşinde, bu güzelliklere sarılırken, kendilerini bir romantizme kaptırmış da değiller. Dünyanın bugünkü gerçeklerini çok net gören iki karakter üzerinden söz alıyor Mathias Énard.
Franz’ın Sarah ile Paris’teki öğle yemeğinde sohbetleri sırasında, Sarah Batı’nın yarattığı sahte Doğu imgesinin bir aşamada Disney filmlerine dönüştüğünü söylüyor. Romancı Énard, roman kahramanı Sarah’nın ağzından hayli sert bir eleştiri yöneltiyor bu çöküş kültürüne: “Günümüzün muhafazakâr Suudi toplumu da bir Disney filmi. Vahabilik de bir Disney filmi. Disney filmlerinin Suudi Arabistan’da kabul görmesi tesadüf değil.”
Bu sert eleştirinin altında iki kahramanın ve onları yaratan romancının, kaybetmekte olduklarını bildikleri, sevdikleri medeniyete son bir sarılışları var, romanın melankolisi de buradan kaynaklanıyor.
Franz uykusuz gecesinde “Önemli olan Doğu’yu kaybetmemek. Doğu’yu kaybetme Franz” diye sayıklıyor kendi kendine. Romanda ikide bir keder dolu cümlelere rastlıyoruz: “Elveda başkalık, elveda çeşitlilik.” Énard, kendisini başkasıyla var ederek karşılıklı yaratılmış bir medeniyet tasavvurunun sonlarını yaşadığımızı asla unutturmuyor biz okurlarına. Bu kederi paylaşmaya ve hâlâ mümkünse bir şeyleri kurtarmaya çağırıyor bizi. Franz’ın ağzından bir ağıt yakıyor:
“Bazen gecenin başladığını hissediyorum, Batı’nın karanlığı Doğu’nun ışıklarını yutmak üzere. Maneviyatın ve araştırmanın zevkleri, Hayyam’ın ve Pessoa’nın şarabı ve şiiri, 20. yüzyıla direnemedi. Dünyanın kozmopolit inşası artık sevgiyle ve düşünceyle değil, şiddetle ve malla yürüyor. İslamcılar İslam’a karşı savaşıyorlar. ABD ve Avrupa, kendi içlerindeki başkasıyla savaşıyor.”
Sonra da bir umut ışığı gösteriyor uzaktan Énard, ne kadar cılız da olsa vazgeçemediği bir ışık:
“Sarah’daki enerji lazım hepimize, sürekli kendimizi yeniden inşa etmek için, yasla ve hastalıkla yüzleşmek için, direnç göstermek için, dünyadaki bütün bu kederin içinden güzelliği ve bilgiyi kazıp çıkartmak için.”
Bilginin erotizmi
Mathias Énard için bilgi üretmek ve bilgi alışverişi çok önemli, klasik anlamda bir kültür adamı gibi yetiştirmiş kendini, dünya görüşü de öyle, bilginin hem aktarılışı, transferi, hem de dilden dile ve kültürden kültüre çevrilmesi onun önem verdiği bu medeniyet havzasını inşa eden ana unsur. Çeviri âdeta kavramsal bir metafor olmuş onun romancılık dünyasında.
“Bütün Avrupa dillerinin bir doğusu var. Bu doğu hem içlerinde hem dışlarında” diyor, romanın bir yerinde. Pessoa’nın “Doğu’nın da bir doğusu var” sözünü birkaç yerde tekrar ediyor.
Sadık Hidayet’in yüzlerce Pessoa şiirini çevirmiş olması, Pessoa’nın bir Ömer Hayyam hayranı olması, onun önemsediği şeyler. İran şairi Hafız’ın “burjuva Batı sanatını beslediğini” söylüyor. Ömer Hayyam’ın çeviri yoluyla aniden 1870 yılında Avrupa’nın en önemli şairi olduğunu hatırlatıyor. Aynı şey Mevlâna için de söz konusu.
Kitapları ve bilgiyi erotik çekim alanları olarak algılıyor. Ama bunu, Doğu’yu erotik gözle görerek küçümseyen, çekiciliğini sadece cinsiyetlendirme yönüyle algılayan, karikatürleştirilmiş oryantalist bakışla yapmıyor. Énard için kültür alışverişinin özünde var bu cazibe. Roman sanatını bile böyle tanımlıyor. “Roman, bilginin erotizmidir.”
Elbette, bu oryantalist gezintide, pusulanın daima Doğu’yu gösterdiği manevi serüvende, Bin Bir Gece Masalları da gündeme geliyor, birçok kez. O da ancak bir Batılı tarafından çevrildikten sonra Doğuluların kendileri tarafından yeniden ve başka gözle görülmüş bir kültür ürünü.
Ama Énard daha da ileri giderek, Pusula romanını tam da Bin Bir Gece Masalları gibi kurgulamış. Tek farkla ki, onun masalı tek bir gece sürüyor.
Anlattığı inanılmaz hikâyeler, hem Franz ve Sarah karakterlerinin deneyimleri, yolculukları, hem de geçmişteki Doğu tutkunlarının seyahatleri, hikâyeler içinde tekrar hikâyeler anlatan kurgu, romanın kahramanı Franz’ı bir tür cinsiyet değiştirmiş Şehrazat’a dönüştürüyor, erkek bir masal anlatıcısı.
Üstelik, aynı Bin Bir Gece Masalları’nda olduğu gibi, ölüme karşı bir yarış gibi anlatılıyor bu hikâyeler. Pusula romanında ölüm kol geziyor. Çünkü Franz, doktorundan acı gerçeği yeni öğrenmiş, ölümcül bir hastalığa yakalandığını.
“Hayat bir Mahler senfonisi, geriye dönüşler yok” diye düşünüyor uykusuz gecesinde, ölüme doğru hiç duraksama olmadan sürüklenişin hazin bir tanımı. “Melankolinin tanımı olan bu zaman anlayışında, bu sonluluk bilincinde, sığınacak yer de yok, bir tek afyon almak ve belki unutmak dışında. (…) Sarah’nın tezi böyle de okunabilir, bir melankolikler sözlüğü olarak, farklı ülkelerden farklı üsluplarla gelen biz melankolik serüvenciler. Bazen merak ediyorum, Sarah’nın bu iz sürüşü kişisel bir iyileşme arayışı değil mi? Kara safrayı önce seyahatle yenmeye çalışmak. Sonra, bilgiyle ve nihayette bilgelikle, mistikle. Benim için de öyle değil mi? Müzik, zamanı en iyi tanımlayan sanat değil mi? Şu çarşafların arasında debeleniyorsam şimdi, ben de melankoliye, o ‘yüce hastalığa’ tutulmadım mı? Modern psikiyatrinin– sanata ve felsefeye sırt çevirdiği için– ‘yapısal depresyon’ diye kestirip attığı şey?”
Franz Ritter ve tabii onu yaratan romancı Mathias Énard, depresyon yerine melankoliyi seçiyor. Bilginin erotizmini, romanı, anlatıyı seçiyor. Ölüme karşı, Şehrazat gibi, hikâyelere sığınıyor.
“Biz Lizbon’da Hayyam, Tahran’da Pessoa okuruz” diye tanımladığı, kaybetmekte olduğumuz o ortak medeniyetin dokusuna sığınıyor.
Büyük aşkı Sarah ise, Pessoa’nın deyimiyle, Doğu’nun da daha doğusuna kaçmış şifa arayışında, Budizme sığınmış, yıllarını Hindistan’da geçiriyor. İki dost, iki gizil sevgili, birbirlerini bir yıldır görmemişler, bu romanın geçtiği zamanda- ve birden tekrar yazışmaya başlıyorlar. Sarah’nın postadan çıkan bir makalesi ve ardından ekrana düşen e-mail mesajı, bu sefer Endonezya’nın en ücra köşesinden, Sarawak adasından geliyor.
Sarah öteden beri, ölümle ve hayatın karanlık yanıyla yüzleşmekten hiç korkmayan birisi. Erkek kardeşini kaybettikten sonra acısını dindirmek için dünyayı dolaşırken, geldiği bu yeni yerde, Sarawak yerlilerinin bir geleneğine merak sarmış. Ölülerini fazla derine gömmeden, cesedin bütün özü ve suyu toprak kâselere aksın diye bekliyorlar, “Ölüm şarabı” denilen bir ritüel bu, Franz bunları öğrenince ilkin çok korkuyor, sonra Sarah’nın düşüncelerinin peşinden o da sürükleniyor.
En karanlık olanla yüzleşip, her şeye rağmen aydınlığı aramaktan vazgeçmiyorlar, bu iki kayıp sevgili, bu iki iyi dost. Sanki Şehrazat rolünü iki ayrı cinsiyet olarak paylaşıyorlar. Belki de, gerçek hayatta kavuşmasalar bile, hayalde âdeta tek kişi oluyorlar.
Mathias Énard için, ışık Doğu’dan, karanlık Batı’dan geliyorsa, o Batı’nın kendi içindeki Doğu’yu öldürmeye, kendi içindeki başkasını yenmeye çalışmasına yazıklanıyorsa, roman kahramanları Franz ve Sarah hep Doğu’ya yüzlerini çevirip bir umut arıyorlarsa, bu boşuna değil.
Bu iki karakteri yaratan romancı Mathias Énard, aynı zamanda Avrupa’nın Bosna Savaşı’na göz yummakla, o yırtılmayı önlemekte aciz kalmakla, şimdi de göçmenlere kapılarını kapatmakla, zaten intihar ettiği kanısında.
Énard, bu sembolik intiharın ve cinayetin hikâyesini, Mıntıka romanını, Pusula’dan çok önce yazmış.
Mıntıka romanı, edebiyat dünyasında, 500 sayfa süren tek bir cümleden oluşmakla büyük yankı yapmış. Énard, gerçekten de, araya koyduğu hazin bir Lübnan hikâyesi dışında, Mıntıka’yı tek cümle olarak yazmış- arada tireler, noktalı virgüller, bölüm kesintileri de olsa, nokta en sonda geliyor.
Ama daha önemlisi, bu sefer Bin Bir Gece Masalları yok ortada, bu romanda kendisine model olarak Homeros’un İlyada destanını almış.
Bu de derin bir ironi, çünkü Milano-Roma tren yolculuğu sırasında geçmişini gözden geçiren, yaşadığı savaşları, aşkları ve dostlukları bir bir hatırlayan Fransız ajanı Francis Mirkoviç, bir savaş kahramanı değil, bir savaş suçlusu.
Lübnan iç savaşında tanışıp dost olduğu Filistinli bir kadın savaşçının, Mervan’ın mücadelesini ve hazin ölümünü hikâye ettiği ara bölümler dışında, Mirkoviç kendi itiraflarını seslendiriyor. Kendisini Tanrıça Athena’nın desteğiyle savaşa giren bir Homeros kahramanı gibi sunmasında, katmanlı bir ironi var, çünkü tarihi kazananların mı yenilenlerin mi yazdığı sorusunu sürekli gündemde tutuyor. Mirkoviç, işlediği veya tanık olduğu cinayetleri, içine karıştığı kumpasları, ajan olarak katıldığı jeopolitik mücadeleleri destanmış gibi süslemeye çalışırken, biz okurlar bir hunharlık ansiklopedisi okuduğumuzu bir an bile unutmuyoruz.
Mathias Énard beni bu romanda da şaşırttı. Çünkü Akdeniz havzasını ele aldığı bu iyice karanlık destanda, “mıntıka”nın acı tarihinde, gerçek bazı kahramanlık destanları da var ve onlara her fırsatta yer veriyor. Bunlardan birisi de, Çanakkale Savaşı’nda yer alan Osmanlı topçusu, Kazdağlı orman işçisi Koca Seyit’in hikâyesi.
Üstelik, Seyit’in İstanbul basını tarafından simge olarak seçilip, mermi taşırken fotoğrafı çekilsin diye yaptıkları maskaralıkları da gözden kaçırmadan yazmış bunları.
Bu büyük savaşlar silsilesinde, sanki Tanrıça Athena, destanda olduğunun tersine, Boğaz’ın iki yakasında sürekli taraf değiştirip, farklı orduları destekliyor.
“Türk topçusu Havranlı Seyit Ali Çabuk… Kazdağları eteklerinin ormancısıydı, Troad’lı Misyalıların torunu o, iki yüz kiloluk demiri ve patlayıcıyı sırtına alır, nefesi kesilir, iki büklüm olur, bizzat Zeus koşar yardımına, onu yüreklendirir...” diye anlatıyor Énard.
Sonra İstanbullu gazeteciler, tekrar mermiyi yüklensin isteyince, yapamıyor bunu, “Zeus destek için orada değildir artık,” böylece “ahşap bir replika üretilip küçük çavuşun sırtına verilir,” öylece de Havranlı yiğidi “bir yalancı, bir sirk herkülü olarak aktarmak suretiyle sonsuza dek aşağılarlar… ta ki şerefine Kilitbahir Kalesi yakınına güzel bir bronz heykeli dikilene kadar.”
Ama bu arada, gerçek hayatı yansıtmayı ihmal etmiyor Énard. “1918’de terhis olan Seyit ormanına döner, sonrasında karanlık kömür madenlerinde çalışır ve muhtemelen orada kaptığı akciğer hastalığından elli yaşında gözlerini yumar, neredeyse unutulmuştur…” diye noktalıyor hikâyeyi.
Aynı hikâyeyi romanın sonunda, kendisi Bosna savaşında hunharca dövüşürkenki anıları canlanınca hatırlıyor Mirkoviç:
“Athena bana müthiş bir güç ihsan etti... Süngüyü kınından sıyırırken tüm tanrılar sağ kolumun arkasındaydı tıpkı Türk topçusu Havranlı Seyit’in arkasında oldukları gibi… Öfkeli Andrija’ya yaraşır bir çığlık attım uzun bıçağı pişmiş kelle gibi sırıtan Müslümana saplayıverdim, kendi gücüme bile şaşırmış değilim, kendimde değilim, dünyada değilim, daha şimdiden savaşçıların cenneti Hades’teyim…”
Savaşın vahşetini büyük etkiyle aktaran böyle satırlar var Mıntıka romanında. Savaşı yeren, ama hunharlığı gizlemeyen bir bakış var. Avrupa’nın kendi içindeki başkasını öldürmesini, yani bir nevi intihar edişini, bu kadar sahici bir metaforla aktarabilen bir yazarlık tavrı var.
Bir yandan da, Énard’ın kendi kültür ve aşk mıntıkası, bilgi ve bilgelik mıntıkası olarak seçtiği medeniyet kavşağına olan büyük sevgisi var elbette, bu büyük yazıklanmanın yanında, bu şok edici ironiyle aktardığı aidiyetler ve dışlanmalar kâbusu var. İnsanın ve insanlığın nasıl çabuk karanlıklara yuvarlanabildiğini hiç gözden kaçırmayan bir yazar.
Francis Mirkoviç, ya da, nihai çıkış için edindiği yeni sahte kimliğiyle Yvan Deroy, sonunda Roma tren garından ayrılırken, vazgeçiyor üstlendiği “tarihî” misyondan, savaş suçları dosyalarıyla dolu valizi Vatikan’a bırakmayacak, onu bekleyen son sevgilisiyle yeni bir hayata yürümeyecek, tek başına yalnızlığına ve karanlığına gömülecek, öyle karar veriyor. Gerçekten, neye yarar ki, diyoruz biz okurlar da, bunca savaş suçunu ortaya çıkartmak, yeni suçları engelleyebildi mi?
Mathias Énard, gene de umutsuzluğun yazarı değil. Bu karanlık romanda bile ışık noktalarını unutmamış. İlk romanlarından birisi olduğu için, bazı tutarsızlıklardan da kaçınamamış. Aşırı sağcı Mirkoviç’in, bir ara İspanya İç Savaşı’nı düşünürken, nasıl olup da Franko güçlerine sempati duymayıp, aniden solcuların ve Cumhuriyetçilerin yanında yer alarak düşündüğünü, Filistin mücadelesinde nasıl doğru tarafa gönül verdiğini pek anlayamıyoruz. Ama bu tutarsızlıkların yanı sıra, Énard gerçekten nefes kesici trajik sahnelerle ve eleştirel gözlemlerle bezemiş romanını.
Mıntıka’yı anlatan sesi baştan sona erkeksi bir ses olarak kurmuş sanıyoruz önce, şiddete tutkun, ataerkil bir dünya yaratmış derken, karşımıza, bu zehirlenmiş ve yaralanmış erkekliği gözünü kırpmadan yerin dibine batıran, hem de failin kendi ağzından çıkan şöyle bir pasaj çıkıyor, mesela:
“…adam olmanın büyümek değil de insanın dişi tarafının ya da insani tarafının törpülenmesi, azalması, dalları azar azar kesilen bir ağaç ya da bağ gibi budanması anlamına geldiği bir dünyada, işte buyurun, …fallus, tüfek, hepimizin benzemeye çalıştığı erkek arketipi formu da denebilir gayet tabii, güçlü, becerikli, beyni alınmış, her türlü çalıma müsait, kolpacı bir tarihöncesi avcı, kibirli ve daha güçlü olana ve hiyerarşik üstüne itaat, güçsüzleri, kadınları, ibneleri, kendisine benzemeyen herkesi hor gören Vlaho, Andrija, diğerleri ve ben, aslında yavaş yavaş askere, profesyonellere dönüştük …”
İşte, böyle bir yazar Mathias Énard. Onun bu iki panoramik, medeniyetsel ve destansı romanı, Mıntıka ve Pusula, bana inanılmaz keyif verdi, ama çok da zorladı. Okunması kolay romanlar değil, ama çok önemli yapıtlar. Bence Avrupa romanında büyük bir dönüşüm ve yenilik yarattığı kesin.
Énard’ın yazarlık inceliklerini daha kolay ölçekte kavrayabileceğimiz, daha ufak bir roman olan Hırsızlar Sokağı ile başlamak, benim yaptığım gibi, yazarın dünyasına daha rahat bir giriş olabilir.
Hırsızlar Sokağı’nda, Tancalı ergen Lakdar ve kankası Bassam’ın tam da Arap Baharı isyanları sırasında, yoksulluk içinde, nasıl yollarını aradıklarının hikâyesi çok güzel anlatılıyor.
Lakdar bir kuziniyle yasak aşk yaşadığı için ailesi tarafından reddediliyor, sokağa düşüyor; neden sonra o genç kızın gizlice kürtaj yaptırmaya çalışırken öldüğünü öğrendiğinde, dünya başına yıkılıyor. Ama genç, ama umuttan vazgeçmek istemiyor, kitaplara tutkun, sürekli okuyor.
Kuran-ı Kerim ve mealleri gibi kitaplar satan bir dinci grup ona iş veriyor, bir süre sığınabileceği bir köşe, ama karanlık işler çevirdiklerinden de şüpheleniyor, arkadaşı Bassam’ın o karanlığa iyice daldığı endişesiyle kıvranıyor. Birkaç korkunç terör saldırısına tanık oluyor, Bassam’ın radikalleştiğini seziyor, hatta intihar bombacısı olduğundan kuşkulanıyor.
Arapça öğrencisi Barselonalı bir genç kıza âşık oluyor, onun peşinden Barselona’ya gitme hayalleri kuruyor. Énard’ın “hormonların melankolisi” dediği aşka tutulmuştur artık. Onu köle gibi çalıştıran patronların yanında korkunç işlere giriyor. Bir tanesi, Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin kimliklerini saptayıp hikâyelerini toparlamaya çalışan, gene şüpheli bir Fransız kuruluşu. Diğeri, yollarda ölen göçmenlerin kimliklerini saptayıp cesetlerini yok etmekle görevli tuhaf bir mezarcı. Ardından, Tanca ile Cebelitarık arasında işleyen feribotta getir götürcülük yaparken, nihayet bir küçük mucizeyle Barselona’ya ulaşabiliyor.
O garip şehirde bu sefer başka göçmenlerin, farklı ama benzer umutsuzların arasında, Hırsızlar Sokağı’nda dökük bir dairede, hâlâ kitap okuyarak geçinmeye çalışıyor Lakdar. Sevdiği kızla, Judit’le yolları buluşsa da tam olarak kesişemiyor bir türlü. Oturma izni bir yandan kum saati gibi akarken, Lakdar inatla okuyor, kendisi gibi Tancalı tarihçi ve seyyah İbni Batuta her daim yanında, Batuta’nın seyahatleri ve yüzyıllar öncesinden yorumları, onun dolambaçlı yoluna rehberli ediyor âdeta.
Ama Lakdar pusulasını kaybetmiş bir genç. Pusulayı Batı’ya çevirmek ona bir tek edebiyatın güzelliğini kazandırıyor, yeni bir yol açmıyor. Nereye tutunacağını bilemiyor. Sonunda anlıyoruz ki, bütün bu hikâyeyi o bize sonradan anlatmaktadır.
Bassam’ı girdiği karanlık yoldan vazgeçirmek için tek çaresi, bulabildiği tek yol, suç işlemek. Müebbet cezasını doldurduğu hapishanesinden sesleniyor bize. Orada, kitaplarıyla ve kütüphanesiyle mutludur, huzurludur. Sığınabileceği tek yer hapishanedir. Batuta’nın yolculuklarını artık hayalinde gerçekleştirecektir, evinde olduğu tek yer burası.
Lakdar’ın acı eylemi de, bu sefer Doğu’nun kendi içindeki Batı’yı öldürmesini, yani bir nevi intihar etmesini simgeliyor belki. Énard’ın cümleleri yürek yakıcı:
“Düşlerimiz için çaba göstermezsek, yok oluyorlar. Dünyayı bir tek umut ya da çaresizlik değiştirebilir, eşit ölçülerde; bir yanda Sidi Bouzid gibi kendini ateşe verip yakanlar, bir yanda Tahrir Meydanı’nda copla dayak yiyen ve kurşunlananlar, diğer tarafta da İspanyol bir kız öğrenciyi sokakta dudaklarından öpmeye çalışanlar… Judit’i öpmek için ihtiyaç duyduğum cesaret, ‘Yaşasın Fas Cumhuriyeti’ diye bağırmak için gereken cesaretle aynıydı.”
Mathias Énard, Arap dünyasına böyle girebilen bir yazar. On beş yıldır yaşadığı Barselona’da bir dönem Lübnan lokantası işletmiş. On sekiz yaşında, bir savaş fotoğrafçısının yanında Beyrut’a gitmiş, iç savaşın yıkımını görmeye. Niyeti gazeteci olmak. Dönüşünde, gazeteci olmaktan vazgeçiyor, bildiği tek şey Arapça öğrenmek istediği.
Hisham Matar’a o güzel New York söyleşisinde anlattığına göre, bir yıl boyunca hiç odasından çıkmamış. Sonunda Blaise Cendrars okuyunca tekrar dünyaya açılmaya karar vermiş. Yolculuklara ve kendini başkasıyla var etmeye koyulmuş. İlk romanı La Perfection du Tir (Nişancı Bekliyor) Bosna savaşında uzaktan insan avlayan keskin nişancı bir Sırp adamın, hasta ve yaşlı annesini emanet ettiği 15 yaşındaki ergen kıza âşık oluşunun hikâyesi. Mathias Énard, nasıl bir insanlıktan ve medeniyetten söz ettiğinin çok iyi farkında. Böylesine olağan dışı bir yazar.
Bitirirken, Énard’ın Pusula romanına bir kez daha kısaca dönmek istiyorum. Kahramanımız Franz Ritter’in İstanbul seyahatlerinden birindeyiz. Süleymaniye Camisi’ne ilk girişi. Tesadüf, başka kimse yok. İçeride yaşadığı inanılmaz mekân duygusu, huzur ve yücelme ânı, onu bambaşka bir boyuta taşıyor:
“Ağlayacak kadar duygulanıyorum, ama ağlamıyorum, yerden yükseldiğimi hissediyorum … İznik çinilerindeki yazıları takip ediyorum gözlerimle, her şey parlıyor, sonra büyük bir huzur kaplıyor içimi, yakıcı bir dinginlik, bir zirveye çıkmışım gibi…”
Fakat ansızın o güzelliği kaçırıyor elinden, sanki güzellik onu reddediyor, olağan insanlığına geri dönmüş gibi: “Büyük bir üzüntü yüreğimi sıkıştırıyor, ansızın, bir kayıp hissi, dünyaya ve dünyanın mükemmellikten nasıl uzak olduğuna dair bir farkındalık, dünyanın acısını hissettiğim bir keder, yapının mükemmelliğiyle çoğalıyor, bir cümle doğuyor zihnimde, sadece orantılar tanrıya ait, diğer her şey biz insanlar için.”
Franz Ritter o günlerde, İstanbul’da müzik yapmaya gelen adaşı Franz Lizst’in besteleriyle ve sözleriyle dolu bir araştırmanın içinde. Camiden çıkınca, pabuçlarının çalındığını görüyor. Bunun üzerine o da raftan gayet çirkin bir çift mavi plastik terlik alarak, o terliklerle karışıyor tekrar İstanbul’un kalabalığına.
Aklına Hayyam’ın dizeleri geliyor. “Camiye gittim, bir halı çaldım. Çok sonradan, pişman oldum. Camiye geri döndüm. Halı eskimişti. Yenisi lazımdı.”
Mathias Énard, böyle ironik ve acı dolu bir mizahla da yazıyor romanlarını. Çok sesli müzik tutkunu Sultan Abdülaziz’in, saray müzisyenlerinden nasıl yaka silktiğini, senfoni çalarken saray kemancılarının Doğulu motiflere kayışlarına sinir olduğunu, Mozart’ın Figaro’nun Düğünü operasını icra eden saray şarkıcılarının, düetleri ve kuartetleri beceremeyişine nasıl hayıflandığını anlatan pasajı okurken, kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. Fakat mizah yolundan yürürken bile, Énard’ın bu ortak ve melez modernlik inşasını ne kadar ciddiye aldığından bir an kuşku duymuyoruz.
“Pusula” metaforunun iç yüzünü öğrenmek de aynı şekilde keyifli. Beethoven’ın minik bir cep pusulası var ve hep onunla yürüyüşe çıkarmış. Aynı pusulanın bir replikası Franz’ın koleksiyonunda duruyor. Ama gel gör ki, pusula sürekli doğuyu gösteriyor! Hem de iğneyi doğuya çevirince, her şey yerli yerine oturuyor, yönleri doğru göstermeye başlıyor bu pusula. Bir türlü anlamıyorlar sebebini. Sarah’yla araştırıyorlar. Nihayet kahkahalar arasında gizem çözülüyor.
Meğer o hep doğuyu gösteren ekran ilave bir kapakmış. Arada bir karton bölme var. Altında hep kuzeyi gösteren bir başka iğne, yani klasik pusula yatıyor. “Franz, doğuyu gösteren benzersiz bir pusulanın sahibisin” diyor Sarah, gülerek, “Aydınlanmanın pusulası bu, bir büyücünün değneği.”
Énard gibi büyücü bir Avrupalı yazarın aydınlanmayı daima Doğu’da araması, bana çok değerli gelen bir tavır. Ayrıca, bu oyuncak gibi hileli pusuladaki başkalaşma, bu minik gizemin çözülmesi, Énard’ın romancılığında önemli bir teknik.
Uzun romanlarında çok az doğrudan diyalog ve dramatik sahne var. Ama metinsel bir gerilim yaratmayı ve merak uyandırmayı gene de çok güzel başarıyor. Tıpkı model aldığı Bin Bir Gece Masalları yahut İlyada destanı gibi, bu kapsamlı romanların içinde bize azıcık ipucu verilip eksik kalan bilgiler sonradan tamamlanıyor, gizemler zamanla çözülüyor, karakterlere dair bazı sırların ve itirafların iç yüzünü sonradan öğreniyoruz. Beethoven’ın pusulasındaki gizin çözülmesi, bu tekniğin sadece küçük ve mizah dolu bir örneği.
Énard’ın romanlarına genel bir bakış kurmaya çalıştığım bu yazıyı bitirirken, ister istemez kendime soruyorum: Türkiye’de yaşayan bizlerin kültürel pusulası nereyi gösteriyor? Pusulayı şaşırdık mı? Énard’ın vurguladığı ortak modernlik inşasını hâlâ ciddiye alıyor muyuz? Doğu-Batı melezliği bizim için hâlâ önemli mi? Kendimizi başkalarıyla birlikte var etmeye hâlâ razı mıyız? Nereye gitmeyi arzuluyoruz, kederle olsun ya da sevinçle? Hangisi olduğu fark etmez, çünkü melankoli burcunda her ikisi de aynı anda yaşanan duygular. Öyle bir çağdayız.
Bu çağdaki medeniyet çatlamasını ve bunun yarattığı melankoliyi romancılık dünyasının ekseni hâline getirmiş Mathias Énard. Bu kopuşu tamir etmeye çalışıyor. Üstelik, Pusula’nın sonundaki cümlelerde olduğu gibi, daima ve her şeye rağmen, umuttan yana:
“Gün doğmaktan asla vazgeçmez, ışığın Doğu’su, doğu, pusulanın yönü, ...dünyanın mermerindeki acı ve aşk damarları bizi hep şaşırtacak, günün başlangıcında, haydi, utanmayalım, utanç yok oldu zaten uzun zamandır, …utanılacak bir şey yok, kendimizi duygulara bırakmakta ve umudun ılık güneşine.”