Maddie Mortimer: “Yaşadığım trajedi etrafımdaki güzelliği görünür kıldı.”

"Samimi ve içini döken romanlar feminenlikle ilişkilendirilirken, büyük, devasa, karmaşık olay örgülü romanların maskülenlikle ilişkilendirilmesi, hiçbir işe yaramayan bir önyargının hayatta kalmasını sağlıyor ve sonuç olarak erkekleri ve kadınları belirli konular hakkında yazmaya mahkûm kılıyor..."

01 Aralık 2022 22:00

Bu senenin Booker Ödülleri’nin uzun listesinde yer alan aday kitapları ve yazarları incelerken genç İngiliz yazar Maddie Mortimer’a geldiğimde duraksadığımı, sayfada gördüklerimi bir daha okuyup emin olma ihtiyacı duyduğumu hatırlıyorum – takdir edersiniz ki 26 yaşında bir yazarı, hem de ilk kitabıyla Booker adayları arasında görmek insanın başına çok sık gelmiyor. Önce yazarın bu sıradışı durumu, sonra kitabın kişisel hikâyeme fazlasıyla değen konusu nedeniyle Mortimer’ın kitabı aklımda çok yer etti. Bundan birkaç ay sonra ise kitabın dilimizde yayınlanmak üzere olduğuna ve dilersem yazarla bir röportaj yapabileceğime dair bir e-posta aldım – ne mutluluk! Her ne kadar aklımda yer etmiş olsa da, yazarın 14 yaşında annesini kanserden kaybetmesinden yola çıkarak yazdığı, bir genç kadının hastalığını ve ölümünü anlatan bu sert kitabı, kendi kaybımın üzerinden henüz çok zaman geçmemişken okumaya hazır olup olmadığımdan emin değildim, ama fazlasıyla merakımı celp eden bu genç kadınla konuşma şansı önüme sunulunca, “yapacak bir şey yok” diyerek kitabı elime aldım. İyi ki cesaret etmişim.

Timaş Yayınları tarafından Elif Rabia Özcan çevirisiyle yayımlanan Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası (Maps of Our Spectacular Bodies), şimdiden Macarca, Norveçce ve Felemenkçeye çevrildi; hakları Türkiye’yle beraber toplamda 16 ülkeye satıldı bile. Tahminimce çok yakında başka dillere de çevrilerek çok sayıda okurla buluşacak olan bu kitap, yarattığı sansasyonu fazlasıyla hak ediyor. Kitapta, kanser tüm vücuduna yayılmış olan genç anne Lia’nın öyküsünü okuyoruz; ölümün bir gerçeklik olarak belirmesi ve her şeyi şekillendirmeye başlamasıyla beraber kızı Iris, kocası Harry, eski sevgilisi/ilk aşkı Matthew ve annesi Anne ile ilişkisinin dönüşmesine dair bir öykü bu.

Her ne kadar odağında hastalık, ölüm ve yas olsa da; sevmenin biçimlerine, aşka, öfkeye, saplantıya, anneliğe ve hayata dair bu kadar genç bir yazardan beklenmeyecek derinlikte içgörüler sunan eser, yazım tekniği itibariyle de oldukça yenilikçi, hatta deneysel diyebileceğimiz bir yöntem ortaya koyuyor. Bir tarafta zamanda ileri-geri giderek de olsa daha geleneksel diyebileceğimiz bir şekilde hikâyeyi anlatan bir dış ses var, bir de aralarda girip konuşan bir başka ses. Bu sesin kime/neye ait olduğunu pek çok farklı biçimde yorumlamak mümkün, Mortimer ile aşağıda okuyacağınız sohbetimizde buna da değindik.

Büyüyen ve küçülen puntolar, bir sarmal şeklinde yazılmış kelimelerle beraber bazı sayfaları adeta tipografik sanat eserlerine benzeyen bu acayip metnin kelimelerle nazikçe dans edişi, oynayışı, o sakin ve şiirli anlatımı, karşımıza kolay kolay çıkmayan türde bir yazarın doğuşunu müjdeliyor bana kalırsa.

Maddie Mortimer ile uzun uzun konuştuk. Röportajı kısaltmaya gönlüm razı gelmedi, çünkü söylediklerinin birbirini tamamladığını, röportajın tamamında ortaya koyduğu yalın bilgeliğin görülmesi gerektiğini hissettim. Bu arada röportajda, kitabı henüz okumamış olanlar için spoiler gibi görünebilecek bölümler var, ancak bu bölümlerin, sonunu zaten en başından bildiğimiz öykünün okuma lezzetinden hiçbir şey eksiltmeyeceğini, aksine, okurun metne karşı başka bir merak duyup farklı bir yerden bakmasını sağlayacağını düşündüğüm için bu bölümleri de çıkarmadım. Gabriel García Márquez’in dediği gibi, “hayatta önemli olan başınıza ne geldiği değil, ne hatırladığınız ve nasıl hatırladığınızdır” – bu kitapta da önemli olan ne olduğundan çok, onun nasıl anlatıldığı bence.

Dilerim kitabı siz de benim kadar heyecan ve hevesle okursunuz – röportajı da....

***

Merhaba Maddie. Seninle konuşmak benim için büyük bir mutluluk; pek çok sebepten ötürü. Benim gibi yaklaşık iki sene önce kanser nedeniyle erkek arkadaşını kaybetmiş biri için kitabını okumak olağanüstü sarsıcı, zorlu ve etkileyiciydi  – öyle ki, okurken zaman zaman nefesim kesilir gibi hissedip durmak zorunda olduğum anlar yaşadım. Sorularımı olabildiğince kitap ekseninde tutmaya çalışacağım, ancak oldukça kişisel bir yerden yazdığın için zaman zaman kitabı aşan daha mahrem sorular da soracağım. Umuyorum senin için uygundur.

Merhaba Eylül, sorularını yanıtlamak benim için bir zevk. Erkek arkadaşının ölümüne çok üzüldüm, kitabı okumak bu nedenle senin için zor olmuştur diye tahmin ediyorum. Buna rağmen kitabı okumuş ve belki bu sayede biraz bu yasın üzerine gidebilmiş olman benim için çok anlamlı. Kişisel sorularını da elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım.

Çok teşekkür ederim. O halde bu kişisellik meselesiyle başlayalım isterim. “Her ilk roman biraz otobiyografiktir” derler; insan genelde yazmaya bir dışavurum itkisiyle, içindeki bir şeyi bünyesinden atma ihtiyacıyla başlıyor; zannediyorum senin durumunda da böyle oldu. Seni bu kitabı yazmaya iten ihtiyaçtan biraz bahsedebilir misin? Hatta senin cümlelerinle tamamlayayım soruyu: “Yaratı ve keşfin fazla yıkıma gereksinim duymadığı, yaygın bir yanlış inanıştır” diyorsun kitapta – yaşadığın kaybın ardından gelen yıkım sende nasıl bir yaratıcı süreci/ihtiyacı tetikledi?

Açıkçası bu “ihtiyaç” sözcüğü bana biraz uzak. Kendimi bildim bileli yazma arzum vardı, fakat birinin hikâyesini anlatmaktan ziyade daha çok keyif almaya odaklanan bir arzuydu bu. Ancak insan kendi sanatını bir çeşit terapi olarak görmeye başladığında işler değişiyor. Küçükken günlük tutmaya ve gün içindeki hislerimi kâğıda dökmeye çalışırdım, o sırada zihnimin arka tarafından bir ses bana durmadan “Bu yazdıkların kimin umurunda?” derdi. “Kelimelerini kendin için harcama, bari bir kitap yaz da bir işe yarasınlar!” diyen bir ses. Bazen hâlâ böyle hissettiğim zamanlar oluyor.

Bir kitabın ortaya çıkması ise tümüyle başka bir süreç: Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası’nı benyazdım ama bence ortaya çıkan kitap benden çok daha bilge, pek çok açıdan çok daha yetkin – öyle ki, kendi yazdığım kitabım bana annemi kaybediş sürecime, yaşama ve ölüme dair birçok şey öğretti. Kitap bu itkiyle ortaya çıktı ama onu yazarken bu konudan beslenmekle kalmayıp ben de değiştim ve dönüştüm. Dolayısıyla bu süreci doğrusal bir neden-sonuç ilişkisi gibi okuyamıyorum.

Kitapta Lia’nın hastalığını ve ölmek üzere olduğunu okur en baştan öğreniyor. Hastalık süreci gayet aşina olduğum bir konuydu ama her ne kadar konuya yabancı olmasam da, hikâyenin kontrolü benim elimdeymiş gibi hissetmedim. Belki çok derinlerde, bilinçaltımda tasarladığım şeyler vardı ama ortaya çıkan annemin enerjisini muhafaza edebileceğim bir alan oldu. Aramızdaki sevgi hakkında yazmak, çocukluğumun izlerini kovalamak bir anda benim için en önemli görev haline geldi.

Annem öldükten kısa bir süre sonra, bu trajedinin etrafımdaki güzelliği görünür kıldığını fark edişimi hatırlıyorum. Sevdiğim insanlarda, yaşadığım yerlerde daha önce fark etmediğim bir güzellik hâkimdi. Onun ölümü benim dünyayı fark etmemi sağladı, bazı şeyleri daha belirgin hale getirdi. Şimdi bunu bir hediye, yazmayı da bu hediyeyi onurlandırmanın bir biçimi olarak görüyorum.

Bu söylediğin o kadar doğru ki… Kayıp, insanda o güne dek kazandıklarına dair bir farkındalığın oluşmasını sağlıyor ve insan bu tuhaf diyalektik sayesinde yaşamaya devam ediyor… Kitaptaki “Ölüm bir yaşamı kaybetmek, ama seslenecek birini bulmaktır aynı zamanda” cümlesini okuduğumda da aklımdan bunlar geçmişti. Kitaba derinlemesine bakmadan evvel, biraz bu kişisel tecrübeden çıkıp yazmakla ilişkine dair konuşalım isterim. İkinci kitabın üzerinde çalışmaya başladığını biliyoruz. Bu çok mahrem hikâyeyi anlattıktan sonra ikinci kitabına dair kafanda nasıl bir fikir oluştu? Yine kendi deneyiminden yola çıkan bir hikâye mi okuyacağız, yoksa kurmaca tarafı daha baskın bir şey mi şekillendi kafanda?

İkinci kitap ilk kitabım kadar kişisel değil. Daha destansı bir öykü yazıyorum ve bu da oldukça fazla araştırma yapmayı gerektiriyor. Biraz kendimi zorlamak, halihazırda bildiklerimin ötesine gitmek istedim. İkinci kitabın kesinlikle çok daha geniş bir evreni var, hikâyesi de daha az yerel. Ancak aile dinamikleri yine kitabın kalbinde olacak. Ayrıca olaylara birden fazla yerden bakacağız. Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası kadar oyunların olduğu, ancak satırların o kadar sık kesilmediği bir kitap olacak. Şimdilik ancak bu kadarını söyleyebiliyorum! Pardon!

Bu kadarı bile merak etmemize yetti açıkçası! Sen kişisel olmayan bir öyküye yönelirken, bu “kişisel olandan edebiyat devşirme” konusunda son bir soru daha sorayım madem. Özkurmaca son yıllarda yükselen bir tür olarak öne çıkıyor, geçtiğimiz ay Annie Ernaux’nun Nobel Edebiyat Ödülü almasıyla özkurmacanın itibarı iyice tescillenmiş oldu sanki. Yazarlar kendilerini çok büyük, çok görkemli hikâyeler anlatmak zorunda hissediyordu eskiden, ancak son 30 yılda özellikle kadın yazarların başını çektiği bir dönüşüm izliyoruz ve gayet kişisel ve süssüz hikâyelerin de iyi anlatıldığında pekâlâ iyi edebiyat olabileceğinin kabul edildiği bir süreçten geçiyoruz. Sen kendi edebiyatını özkurmacaya ne kadar yakın görüyorsun ve bu dönüşümle ilgili neler düşünüyorsun?

Öncelikle bu konuyu açmana çok sevindiğimi söylemek isterim. Belki de kendi kalemimi bu türden çok uzak bir yerde konumlandırdığım içindir, bir süredir bu konu üzerine düşünüyorum. Annie Ernaux’yu seviyorum, bu türde veya benzer türlerde yazan birçok genç kadın yazarı da okuyor ve beğeniyorum. Ancak benim tarzım daha farklı, en azından şimdilik. Belki beni yazmaya itenler konusunda ben de eski kafalıyımdır, dediğin gibi “çok büyük meseleler” üzerine yazmayı seviyorumdur. Ve bu böyle mi sürecek yoksa değişecek mi ben de merak ediyorum. Pek çok farklı türde kitaplar yazmayı hayal ediyorum. Bahsettiğin dönüşümün en güzel yanı da bu; bunun tamamen bir tercih meselesi olduğu ve daha önce hor görülenlerin kontrolü ele alıp istedikleri konuda yazabilme özgürlüğüne sahip oldukları kabul edildi.

Ancak sevmediğim bir şey var ki, o da samimi ve içini döken romanlar feminenlikle ilişkilendirilirken, büyük, devasa, karmaşık olay örgülü romanların maskülenlikle ilişkilendirilmesi. Piyasada bunun hâlâ kitapların tanıtımında, değerlendirilmesinde çeşitli şekillerde devam ettiğini görebilirsiniz. Bu durum hiçbir işe yaramayan bir önyargının hayatta kalmasını sağlıyor ve sonuç olarak erkekleri ve kadınları belirli konular hakkında yazmaya mahkûm kılıyor.

Şunu da eklemek isterim ki, yazarların kişilikleriyle bugüne dek hiç olmadığımız kadar ilgilenir olduk. Bana kalırsa özkurmacanın şu an sahip olduğu popülaritenin bir nedeni de bu; kimin kitabında neyi anlatabilecek kadar cüretkâr olabileceğine duyulan merak. Bunları tartışmak önemli ve bana sorarsan geç bile kalındı. Umarım bu yanlış ezberler, genç yazarların hayal güçlerini ve kalemlerini daha fazla kısıtlamaz. Yazmanın yarısı yazmaya cesaret edebilmekle ilgili. Kalemi eline alabilmek, kendin olmayan hakkında düşünebilmek ve kalem oynatabilmek… Ayrıcalıklı beyaz erkekler bu lükse yıllardır sahipler.

Artık kitaba gelelim. Yazım tekniği itibariyle oldukça yenilikçi, hatta deneysel diyebileceğimiz bir biçimde yazılmış bir kitap bu. Bir tarafta zamanda ileri-geri giderek de olsa daha konvansiyonel diyebileceğimiz bir şekilde hikâyeyi anlatan bir dış ses var, bir de aralarda girip konuşan bir başka ses. Bu sesi ilk başta kanserin, hastalığın sesi olarak okudum, ancak metin ilerledikçe Lia ile birleşip sanki bir tür Tanrı-anlatıcıya, hatta Tanrı’nın bizzat kendisine dönüştü. Tam olarak kime/neye ait bu öfkeli, alaycı, acımasız, ancak zaman zaman da çok kırılgan ses?

Sesle ilgili oldukça ilginç bir yorum bu! Bence bu sesle ilgili her yorum doğru, çünkü edebiyatta yanlış yorumlama diye bir şey yoktur. Birinin “niyet”ini öne çıkarmaya çalışmadan bir şeyleri anlatmak zor bir iş. Nihayetinde kitap dediğimiz şey bizim algılama, okuma ve yazma tarzımızla bir ilişkiye girerek biçim alıyor – ve kitabı okurken yalnızca kitabın söyledikleriyle kalmıyoruz; biz de bir o kadar kitabın söylediklerine farklı anlamlar yüklüyoruz. Özetle şunu söyleyebilirim: Anlatıcı, yani ses Lia’nın bilmediği hiçbir şeyi bilmiyor ve onun düşünmediği hiçbir şeyi düşünmüyor da. “Ses”i hep Lia’nın yıkıcı yanı olarak gördüm. Ve onu yıkması aynı zamanda ona yaratıcı bir güç de getiriyordu. Ben bu sesi yalnızca birinci tekil şahıs anlatıcı olarak tanımlıyorum. Bu kadar farklı yorum duydukça da bu kitabı yazmanın ne kadar eğlenceli olduğunu tekrar hatırlıyorum!

Ses, ya da senin kullandığın sözcükle anlatıcı, metnin geri kalanından epey farklı biçimde ifade ediyor kendisini. Oldukça poetik, neredeyse şiire benzeyen cümleler kuruyor, hatta zaman zaman kutsal metinleri andıran biçimde konuştuğunu düşündüm okurken. Bu tercihinin sebebi nedir?

Bu gözleminde haklısın – dindar bir ailede büyüdüğü için İncil, Lia’nın karakterinin oluşumunda çok önemli bir kitap ve bu nedenle İncil’deki üslup Lia’ya çok küçük yaşlarından sirayet etmiş durumda. Anlatıcıdaki dinî ton oldukça belirgin ve kendini saklama ihtiyacı duymuyor; kendini gösteriyor. Ben bu kısımları yüksek sesle okunsunlar diye yazdım zaten. Nitekim yazarken hep bir bakarım, yazdıklarımı ben de dışımdan okurum.

Kitapta bol miktarda alışık olmadığımız türde görsel oyun var. Büyüyen ve küçülen puntolar, bir sarmal şeklinde yazılmış kelimeler… Kimi sayfalar adeta tipografik grafik tasarım çalışmaları gibi. Bunun anlatıyı çok güçlendirdiği muhakkak ama yine de merak ediyorum, bu sıradışı yönteme başvurmaya seni iten ne oldu?

Bunları oyun olarak nitelendirmen hoşuma gitti, çünkü tam olarak öyleler: Lia’nın çöküşüyle beraber ortaya çıkan örüntüler bunlar, metnin kendisinden doğuyorlar. Unutmayalım ki Lia çok geniş bir hayal gücüne sahip bir illüstratör; bu nedenle o görseller Lia’nın dünyayı algılayış şeklinin de birer yansıması aslında. Buna ilaveten, kitabın olabildiğince canlı olmasını ve insanlarla bir ilişki kurarak onları görsel bir yolculuğa çıkarmasını da istedim. Umarım kelimeler sayfalarda dolanıp dururken siz de kendinizi Lia’nın vücudunda bir yolculuğa çıkmış gibi hissetmişsinizdir.

Bu kitap aynı zamanda yazının ne yapabileceğiyle de ilgili. Yazı, sürekli kendine çizilen sınırlarla bir oyun içinde. Cümleler adeta etrafa saçıldıklarında okuru bir çözümleme yapmaya çağırıyor. Umuyorum ki bu okurların zihinlerinin farklı bir kısmını aktive etmelerini, okurken kendilerinden bir şey katarak kitapla başka türden bir ilişki kurmalarını sağlar.

Kelimelerle ilgili çok kafa yorduğunu, etimolojiye meraklı olduğunu hem yazdığın metnin gücünden hem de öykünün içinde yer alan sözcük oyunları ve akıl yürütmelerden anlıyoruz. Kelimeler, onları kullandığımız bağlam kadar, kullanırken nasıl hissettiğimize göre bile dönüşüp farklı anlamlara gelebiliyor sanki – edebiyatı mümkün kılan da belki tam da bu dinamik, kelimelerin bu akışkanlığı, bu kesinsizliği. Bize biraz kelimelerle ilişkini anlatabilir misin?

Kelimelerle sağlıklı bir ilişkim var diyebilirim. Şiir ilk aşkımdı, hâlâ ilham almak için en çok uğradığım yerdir. Dediğin gibi, kitap boyunca bu oldukça açık bir şekilde görünüyor. Tuhaf bir metaforla karşılaşmak ya da zihnimin bu görselleri bir araya getiren parçasının kilidini açmak gerçekten dünyamı değiştiriyor; bu olduğunda sanki “şeylerin” dokusu değişiyor gibi hissediyorum. Hem müthiş heyecan verici hem sihirli bir şey bu, çünkü ucu bucağı yok. Bence dilin tam olarak tanımlanamayan ve sürekli değişen bu yapısına dair Lia ve Iris’in oynadıkları oyunlar, anne-kızın yaklaştıkları kaçınılmaz sonlarına tepki olarak ürettikleri bir şey. Hayatın kabullenmesi zor gerçekleri, bıkkınlık, durumlarının verdiği acı… Sanki Lia ölümü yeniden tanımlayarak onu yenebileceğini düşünüyor. Ve tabii ki ölümü yenemese de bir anlamda başarılı oluyor. İnsanların ölümden sonra yaşayabilmesinin pek çok yolu var; Lia’nın bunu mümkün kılmak için Iris’e işine yarayacak bir şeyler bıraktığını düşünmek istiyorum. Iris’in güzel ve sınırları olmayan bir hayat sürmesine yardımcı olacak şeyler…

Kanser hastası biriyle yaşadığım bireysel deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, benim kendi sürecimde en baş edemediğim şey öfke duygusu olmuştu. Muhatabı belirsiz müthiş bir öfke duyuyor insan. Hastalığa öfkeleniyorsunuz ama hastalık öyle soyut ki, ona öfkelenmek yetersiz kalıyor, bu çaresizlikle insan zaman zaman hasta olan kişiye bile yöneltebiliyor öfkesini. Kitapta da Iris’in benzer bir çaresizlikle annesine öfkelendiğini görüyoruz. Kansere eşlik eden bu öfkeye dair neler söyleyebilirsin?

Bu hislerin oldukça doğal ve kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, çünkü aslında hepsi sevgiden doğuyor – karşımızdakini sevdiğimiz için öfke hissediyoruz. Hastalık öncesi yaşamımız kadar hastalık öncesindeki “kendi”mizi de, hastanın bir zamanlar bildiğimiz, hissettiğimiz şahsiyetini de özlüyoruz. Dediğin gibi, hissedilen öfkenin belirli bir adresi yok. Lia kesinlikle Iris’in öfkesini hissediyor, zaten bu kadar çabalamasının nedeni de aslında öleceği için kendini affettirmek istemesi. Ancak öfke doğru şeye yöneldiğinde çok faydalı ve güzel bir şeye dönüşebiliyor. Yazarken zaman zaman ben de öfkemin gün yüzüne çıktığını hissediyorum. Ama daha çok spor yaparken, vücudumun tüm sınırlarını zorladığım anlarda gösteriyor öfke kendini. Bu zamanlarda içimdeki öfkeyi doğru yere yönlendirip kendi lehime çevirebildiğimi ve bunu yapabildiğim için şanslı olduğumu hissediyorum.

Benim için kitabının en unutulmaz cümlesi “Ölümden daha kötü bir şey varsa, o da ölümün yaklaştığını bilmektir” idi – bu da yine sanırım ancak sadece bu deneyimi yaşayanların anlayabileceği bir şey. Bu cümlenin kitabın kalbi, nüvesi olduğunu seziyorum. Öyle mi gerçekten?

Evet, öyle ve bu cümlenin seni böyle etkilemesi benim için çok şey ifade ediyor. Ölüm en büyük boşluk, bilinmezlik… Ve bu devasa boşluğu türlü kâbusla doldurmamızı sağlayan kocaman bir hayal gücümüz var. Kitabı kaleme alma sürecim boyunca sürekli kendime “Ölümü sakince ve zarafetle karşılayıp kabul etmek ne anlama gelir?” diye sordum. Kabullenmemiz, kaderimize teslim olmamız gereken ânın tam olarak hangi an olduğu gibi sorular belirdi zihnimde. Ölmek üzere olan biriyle ölüm nasıl konuşulur veya ölmek üzere olan biri ailesiyle, dostlarıyla ölümü nasıl konuşur? Konu buyken dürüstlüğün, açıklığın sınırı nerede çekilmelidir? İnsanların bu sorulara verdikleri yanıtların farklılığı gerçekten dikkat çekici. Örneğin kitapta Lia’nın eşi Harry karısının öleceğini bir türlü kabul edemezken, yaşından ve karakterinden ötürü Iris için sürecin biraz daha kolay olduğunu görüyoruz. Iris, annesinin ölümünün ardından da hayatında olmasının bir yolunu bulacağını düşünüyor, ancak bir gün fiziksel olarak yanında olmayacak olması onu endişelendiriyor. Hani ölüm hep başkalarının başına gelir, sana dokunmaz derler ya, ne kadar doğru değil mi?

Kitabının kanserle beraber bir diğer temel izleği de şüphesiz ki anne-kız ilişkisi meselesi. Lia’nın hem kendi annesiyle hem de kızıyla ilişkisi üzerinden anne-kız ilişkisinin açmazlarına dair çok şey anlatıyorsun. Iris ergenliğinin başında; ergenlik insanın ebeveynlerine isyan ettiği, kız çocuklarının annelerine öfke duyduğu, çokça çatıştığı bir dönemdir. Iris bu çatışmayı olması gerektiği şekilde yaşayamadığı için de öfkeleniyor gibi geldi bana, ne dersin?

Evet, Iris çok öfkeli! ‘Normal’ bir genç kız olmak istiyor; annesinin hastalığının değil, kendi gençliğinin getirdiği sorunlarla uğraşmak, ailesiyle diğer gençler gibi çatışmak istiyor. Kitabın çoğunda bunu başarıyor da. Çünkü hem biraz bencil hem de kendini kötü koşullardan koruma konusunda doğal bir yeteneği, dirayeti var. Bu ikisi birbirini tamamlayan, birbirini mümkün kılan özellikler.

Kitapta Lia’nın annesi “Anne”den hep ismiyle söz ediyorsun. Sanki annelik sınavından kaldığı için anne olarak anılmayı hak etmiyormuş gibi, yahut anneliğiyle aramıza bir mesafe koymak istiyormuşsunuz gibi. İlgini çekeceğini düşündüğüm bir şey söylemek istiyorum. Lia’nın annesine seçtiğin isim, “Anne” Türkçede “anne” anlamına geliyor. Dolayısıyla kitabı okurken benim deneyimim çok enteresan oldu, kelimeyi her defasında hem bir özel isim hem de “anne” olarak okudu zihnim ve hep çift anlamıyla düşündüm. Metin ilerledikçe kimin anne, kimin çocuk olduğunun sürekli değiştiğini görüyoruz. Lia annesine annelik ederken kızı Iris de kendisine bakıyor. Keza kitabın başlarında Lia’nın Iris’i kıskandığını ve “insan kendi kızını kıskanır mı” diye sorguladığını görüyoruz. Yahut Anne’in Lia’ya söylediği “Doğrusu, seni nasıl seveceğimi bilemedim” cümlesi örneğin; öyle acı ve fakat öyle gerçek ki… Anne olmanın annelik etme bilgisiyle gelmediğine dair sert bir hatırlatma… Anne-kız ilişkisinin bitmek bilmeyen açmazlarına dair bize neler söyleyebilirsin?

Aa! Bunu söylediğin için çok teşekkür ederim. Demek “Anne” Türkçede bu anlama da geliyor – bayıldım! Kitabın kelimelerle oynadığı oyunları düşünürsek tam da olmasını isteyeceğim türden bir şey bu. Kitaptaki iki anne-kız hikâyesi üzerinden bu ilişkinin ikilemlerine çok güzel değindin; anne-kız ilişkisi gerçekten de sorun yaratma potansiyeli olan bir dinamik. Doğası gereği içinde çıkmazlar, kısır döngüler barındıran, sevgiyi de, kıskançlığı da taşıyan, karmaşık bir ilişki. Toplum bize annelik ve anneliğin nasıl olması gerektiği hakkında çok fazla şey söylüyor; üstelik iyi-kötü ebeveyn tanımları da sürekli değişiyor. Nihayetinde hepimiz tümüyle içinde bulunduğumuz toplumların ürünüyüz. Anne’in duygularını bastırması ve kendini ifade etmedeki yetersizliği bakılan ama duyulmayan, içtenlikle ilgilenilmeyen bir nesle ait olmasından kaynaklanıyor. Bence kitaptaki en acıklı şeylerden biri de bu: Anne’in ne anne ne de evlat olarak asla sahip olamayacağını bildiği bir anne-kız ilişkisine yakından tanıklık etmek zorunda olması.

Kitaptaki üçüncü temel izlek olan aşk konusuna da değinmeden bu röportajı tamamlamak istemem. “Aşkın bir his olduğu kadar seçenek olduğunu da hatırlamak güzel” diye yazmışsın – aklıma Alain Badiou’nun “Aşk bir düşüncedir” cümlesini getirdi. Yeşertmemiz, içinde durmamız, inanmamız gereken bir düşünce – bu aşk için de, sevgi için de geçerli sanki. Bu cümleyi ve bu fikri biraz daha açmanı isteyebilir miyim?

Bu cümleyi hatırlatmana çok sevindim, çünkü kitaptaki en sevdiğim cümlelerden biri ve bence kitabın ele aldığı ilişki ve iletişim sorunlarının tam bir özeti gibi. Aşkın etikle ilişkisi/ahlaki yönü üzerine çok düşünüyorum; aşkın gerçekten değerli olması için bir seçim mi yapmak gerekir sorusunu kendime sürekli soruyorum. Lia’nın ilk aşkı Matthew’a olan duyguları söz konusu olduğunda Lia’nın seçim yapıp yapmamak gibi bir lüksü yokmuş gibi duruyor, o aşk Lia’yı tümüyle hapsetmiş, her yerde karşısına çıkan en önemli varlığı haline gelmiş. Hatta bence kocası Harry’nin de kendisini buna benzer biçimde sevmesi onu korkutuyor ve itiraf etmese de bundan hoşlanmıyor. Ancak Harry’nin öğrencisinin ona ve onun da öğrenciye olan ilgisi Lia’ya gösteriyor ki, Harry’nin dünyası Lia ile sınırlı değil: Harry yalnızca Lia’yı dünyasının merkezine koymayı tercih etmiş.

Romantik ilişkilere dair üretilen retoriği ve kullandığımız kelimelerin davranma ve arzulama biçimimizi şekillendirmesini olağanüstü ilgi çekici buluyorum. Aşkı tanımlamak için kullandığımız sözcüklerde hep bir “kontrolü yitirme” vurgusu var: “tutulmak”, “çarpılmak”, aşka “düşmek”… Peki aşk en çok ne zaman kendisi gibidir? Ne zaman bir durumdur, ne zaman bir eylemdir? Durum olan hali kesinlikle fazlaca romantize ediliyor... Denir ya: “Seni seviyorum ama sana âşık değilim.” Açıklaması şudur: “Seni sevme işini hâlâ yapmaktayım, ancak bu sevgi kontrolüm altında, bana hükmetmiyor, dolayısıyla benim için kıymeti azaldı.” Bu farkı ortaya koymanın bir işlevi, hatta bir mantığı var mı?

Korkarım ki özellikle de genç kadınlara öğütlenen bu delicesine âşık olunma hali (ki eklemek isterim; edebiyat tarihi devasa bir “zamparalar partisi” düzenlememize yetecek kadar çok miktarda duygusal açıdan yetersiz, toksik romantik kahramanla dolu, daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum) aslında aşk değil, yalnızca bir arzu ki, tatmin edildiği saniyede ortadan kaybolan bir şeydir… Bir “an”la özdeşleşecek bir aşk olabilir bu, ancak bir ömrü tanımlayacak aşk bu değildir. Lia kitap boyunca bunu öğreniyor.

Bu arada eğer ölmeseydi Lia ve Harry arasındaki ilişki nasıl ilerleyecekti, bunu merak ediyorum. Tahminimce elli beşine geldiğinde ondan biraz sıkılmış olacaktı. Bilemeyiz tabii.

Özellikle kadın arkadaşlarımla sık sık konuştuğumuz şeyler bunlar, harika bir cevap oldu; çok teşekkürler. O halde son sorum şu olsun: Kitabın Booker Ödülü’ne aday gösterildi. Senin gibi genç bir yazar için çok heyecan verici olmalı. (Twitter’da haberi “holy fuck” diye paylaşmandan da öyle anlaşılıyor, bayılmıştım o twite!) Genç bir yazar ve elbette okur olarak önünde nasıl bir edebiyat yolculuğu uzandığını düşünüyorsun? Bu arada Booker’ın web sitesine verdiğin röportajda Proust okumaya başladığını ve o esnada en sevdiğim yazarlardan biri olan Alejandro Zambra’nın Şilili Şair’ini okumakta olduğunu söylemişsin. Proust benim okurluk serüvenimin dönüm noktalarından biri olduğu için kendisiyle yolculuğun nasıl gidiyor diye sormak istiyorum. Zambra’nın Şilili Şair’i de henüz dilimize çevrilmedi, merakla bekliyoruz, bitirdiysen onunla ilgili de fikirlerini sormak isterim. Ve tabii son dönemde okuduğun ve seni heyecanlandıran kitapları da bizimle paylaşırsan seviniriz.

Evet, her şey çok hızlı gelişti ve harika oldu! Booker kesinlikle kitabın daha geniş kitlelere ulaşmasına yardımcı oldu ve bunun için müteşekkirim. Geleceğimde neler var, bunu kestiremiyorum. Sadece şaşırtıcı, gözü kara ve sıradışı, akla ve kalbe eşit şekilde hitap eden kitaplar yazmaya devam etmek istiyorum.

Proust’a gelecek olursak; inanılmaz biri! Proust okumayı bitirdikten sonra Anne Carson’ın dediği gibi kendimi “Proust sonrası kuraklığı”nda bulacağım kesin, ona şüphe yok.

Zambra’nın Şilili Şair’ini çok beğendim. Akıllı, bilgece içgörüler sunan bir kitap ama aynı zamanda insana çok sıcak bir his de veriyor ki, bu çok sık rastlanan bir şey değil. Yazarın mizahı ne iğneleyici ne de yazar kendinden nobranlığa yol açacak kadar hoşnut. Zambra’nın kitaplarında çok sevdiğim bir doğallık ve dürüstlük var. Bir diğer eseri olan Soru Kitapçığı’ndan bazı unsurlar da kitabım Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası’nda yer alıyor zaten.

Şu anda ise Angela Carter’ın The Infernal Desire Machines of Doctor Hoffman adlı kitabını okuyorum. Yakın zamandaki bir etkinlikte bana hediye edilmişti. İkinci el kitaptan güzeli var mı?

Bir soru değil, bir teşekkürle bitirmek isterim. Kitapta Matthew-Lia arasındaki oldukça çalkantılı ilişki bir yanda, Lia’nın kocası Harry ile olan sevgi dolu ilişki bir yanda duruyor. Her ne kadar bu aşka dair bir metin olmasa da, ben aşka ve sevmenin biçimlerine dair de çok şey buldum içinde. Matthew’un söylediği, “Birini sevmektense özlemek daha kolaydır Lia. Pişmanlık duymak, harekete geçmekten kolaydır” cümlesi, yukarıda da söz ettiğin gibi, sanki günümüzün yaşanamayan ilişkilerinin bir özeti gibi. Buna dair düşünürken şuraya varıyorum: İnsanların derinleşmekten, birinin karşısında çıplak ve kırılgan olmaktan ölesiye korktuğu bir çağda yasını, acını ve deneyimini böyle bir açıklıkla bizimle paylaşma cesaretini gösterdiğin için, özellikle bir kadın olarak sana teşekkür etmek istiyorum. İyi ki yazmışsın, iyi ki okumuşuz ve iyi ki konuştuk.

Ne kadar zarifsin, ben de sana çok teşekkür ederim: hem bu sohbet için hem de kendi hikâyenipaylaştığın için. Oldukça kapsamlı sorular sordun, üzerine düşünmekten ve yanıtlamaktan büyük zevk aldım. Belli ki olağanüstü bir düşünme biçimin var ve kitabının bu biçimde, bu detayda, bunca üstüne düşülerek okunduğunu görmek bir yazar için müthiş keyif verici. Tekrar teşekkürler.

çev. MUSTAFA KENT

•