Rüzgârların yolundaki fotoğraf sanatçısı, şair: Lütfi Özkök

Lütfi Özkök fotoğraf çekimi bitip ayrılırken, Beckett, Godot’yu Beklerken’i imzalayarak takdim eder; kitabın arasına da telefon rehberinde olmayan telefon numaralarını yazdığı kâğıdı koyar ve gene beklediğini belirtir

09 Ocak 2020 12:30

İstanbul Modern Sanat Müzesi, çok isabetli bir seçim yaparak dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Lütfi Özkök’ün yazar portrelerinden oluşan bir sergi açtı. Türk ve yabancı 89 yazar portresinden oluşan sergi Mayıs ayına kadar devam edecek. 2017 yılında kaybettiğimiz sanatçının arşivinde 1500 dolayında yazar portresi bulunuyor. Lütfi Özkök’ün, yakın dostluk kurduğu Samuel Beckett, René Char, Nâzım Hikmet’in birden fazla portresinin yer aldığı sergi 1950’den sonra yıldızı parlayan yazar yüzleriyle bir döneme tanıklık ediyor. Pek çok eleştirmenin ikonlarla kıyasladığı Lütfi Özkök’ün yazar portreleri onları daha iyi tanımak isteyenlere kılavuzluk edecek özellikler taşıyor.

Sergi iki bölümden oluşuyor. Portrelerin sergilendiği büyük salona geçmeden, Lütfi Özkök’ün yaşam öyküsünün anlatıldığı, yaşamından karelerin yer aldığı duvar sanatçıyı tanımak isteyenler için ilginç malzeme zenginliği sunuyor. İstanbul Modern, arkeolojik bir çalışma yaparcasına Lütfi Özkök’ün hayat hikayesini ve şiirlerini kendi sesinden dinletme olanağını da yarattı. Kulaklığı takanlar ekrandan geçen fotoğrafları izlerken dinleyecekleri sesin sıradan bir insana ait olmadığını anlayacaktır. Sürrealist akımla okul yıllarında tanışan Lütfi Özkök’ün imgesel zenginlik taşıyan şiirleri de, dinleyenlerin kulaklarından silinmeyecektir. Önerimiz önce portrelerin incelenmesi sonra Lütfi Özkök’ün kendi sesinden dinlenmesidir.

Fotoğraf sanatçısı Lütfi Özkök

Lütfi Özkök’ün hayatı rüzgârların yolunda, rastlantılarla gelişen bir serüvendir.

Daha küçük yaşlarda okulda aldığı yüksek notlar nedeniyle babasının armağan ettiği Zeiss ikon kamera sanki gelecekteki yolunun habercisi olmuştur denebilir. O kamerayla ilk çektiği fotoğraf, kardeşinin sokak çeşmesinin başında su içtiği sıradaki görüntüsüdür. Üstat yıllar sonra, fotoğrafı incelerken,  perspektif ve odak konusunda kendisine geçer not vermiştir. Fotoğraf hevesi uzun sürmemiş, Jean D’Arc Ortaokulu’nda Batı kültürüyle tanışınca edebiyata merak sarmış, şiire yönelmiştir. Edebiyata yaşamı boyunca tutkuyla bağlanmış, şiirler yazmış, çeviriler yapmıştır. Rüzgârların yolunda ilerleyerek İsveç’e gelince, rastlantılar sonucu İsveçli şairlerle tanışmış, kendisini bir anda edebiyat dünyasının içinde bulmuştur. Türkiye’deki Yeditepe dergisine İsveçli şairlerden çevirdiği şiirleri göndermiş periyodik yazılara başlamıştır. Lütfi Özkök’ü fotoğrafçılığa iten Yeditepe dergisini yöneten Hüsamettin Bozok olmuştur. Hüsamettin Bozok, ‘’Bu şiirleri yazan İsveçli şairler neye benziyor, fotoğraflarını da gönderiver’’ deyince iş başa düşmüş, Lütfi Özkök de zaten arkadaş olduğu şairleri karşısına alıp portrelerini çekmeye başlamıştır. Fotoğraflar beğenilince bu portreleri İsveç gazetelerine de vermeye başlamıştır. Fotoğraftan para kazanmaya başlayınca kendini tamamen bu mesleğe vermiş ve yıllar içinde ünü dünyaya yayılmıştır. Lütfi Özkök’ün fotoğrafçılığı, yazarı karşısına alıp deklanşöre basmak değil elbette. Onun özelliği öncelikle, yazarı, ruhunu, iç dünyasını gözlerinden okunacak hâle getirmektir. Fotoğraf uzmanları o yüzden kısa zamanda Lütfi Özkök’teki cevheri keşfetmiş ve böylece dünya basınının kapıları açılmıştır. Lütfi Özkök’ü diğer fotoğrafçılardan ayıran özelliği edebiyatı bilmesi, şair olması ve fotoğrafını çekeceği edebiyatçıyla önce sohbet etmesidir. İkonlarla kıyaslanan portreler bu sohbetlerin derinliğiyle ortaya çıkmıştır. Muhsin Ertuğrul’un Lütfi Özkök’ün şair olduğunu öğrenince, ‘’Şimdi anlaşılıyor o fotoğrafların neden bu kadar güzel olduğu’’ yolundaki yorumu da fotoğrafı değerli kılan şair ruhu anlatıyor. Fotoğraf tarihçisi Per Hemmingsson da, yazarların iç dünyasını yansıtan Lütfi Özkök’ün yazar portrelerini ‘’psikografi’’ olarak nitelendiriyor.

Her fotoğrafın bir dili vardır. Fotoğraf ya açık seçik konuşur ya da fotoğrafı çeken, objeyi konuşturur. Lütfi Özkök, portrelerinde yazarların iç dünyalarını yansıtıyor. Tanınmış İsveçli yazar Folke Isaksson, Özkök’ün fotoğraflarını bu yanıyla şöyle anlatıyor: ‘’Bu fotoğrafçı bir ifşaatçı değil. Onda, karşısındakinin sırlarını açığa çıkarmak yerine onları sırlarıyla birlikte yansıtma gücü bulunuyor. Samuel Beckett’in derin vadileri andıran yüzündeki kırışıklıklarda, çizgilerde, infilak etmiş büyük acılar okunuyor. Beckett’in böyle olduğunu biliyoruz, ama eğer Lütfi Özkök, katı bir şekilde dışarıya kapalı bir yazarın dünyasına girme cesaretini göstermeseydi ve onun güvenini kazanmasaydı bu kadarını bilemeyecektik.’’

Beckett’le dostluğu

Yıl 1967. Gazetelerin kültür-sanat servisi redaktörleri Nobel Ödülü’nü kazanma olasılığı güçlü yazarlar hakkında telaş içinde dosya hazırlamaktadır. Samuel Beckett o yıl da en güçlü adaylardan biridir. Life dergisi fazla gecikmeden yazarın fotoğrafını çekmek ister. Redaktör telefon edip bir fotoğrafçı göndermek istediğini bildirir. Beckett, redaktörü çok kısa ve net bir ifadeyle yanıtlar:

‘’İsveç’te bir Türk var; ondan isteyin.’’

Paris’te cıvıl cıvıl bir dünyanın ortasında evine kapanmış olarak yaşayan Beckett, başka gazete ve dergilerden gelen talepleri de aynı kısa ve kesin ifadeyle yanıtlar. Stockholm’deki Türk, bütün gazetelerden önce davranan Lütfi Özkök’tür. Özkök uluslararası yazar toplantılarında edindiği deneyimden sonra profesyonelce çalışmaya başlayınca Samuel Beckett’in peşine düşer. Ayrıntıları ilginç bu çabalarının sonucunda Beckett’i evinde ziyaret etmeyi başarır. Lütfi Özkök, karşılaşma an’ını şöyle anlatıyor:

‘’Kapıyı güler yüzle açtı. İnce uzun boyuyla, sanki yaprakları kımıldamayan bir kavak ağacı gibiydi. Gözleri insanı delip geçiyordu. İsveç’teki çevirmeninden, tanıdıklarından selamları ilettikten sonra şiir üzerine uzun uzun konuştuk; ama çantamdan kamerayı çıkarınca yüzü birden değişti, paniğe kapıldı, eşine seslendi. Ben de şaşırmış paniğe kapılmıştım.’’

Lütfi Özkök'ün objektifinden Samuel Beckett.

Meğer Beckett’in eşi Tunuslu Suzanne’ın babası da fotoğrafçıymış; küçüklüğünden itibaren tabureye oturtup fotoğraf çekmesinden o kadar bıkmış ki, fotoğrafının çekilmesinden nefret eder hâle gelmiş. Beckett de fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmazmış. Şaşkına dönüp terlemeye başlayan Lütfi Özkök, kamerayı çantasına yerleştirirken, özür dileyerek, basın fotoğrafçısı olmadığını bir şair olarak sadece yazarların fotoğraflarını çektiğini söyleyince Beckett yumuşar ve sakin olmasını ister. ‘’Önce çay içelim sonra gidersiniz’’ der. Çaylar biterken de Lütfi’ye kamerayı hazırlamasını, fotoğraf çekimince başlayabileceklerini söyler. Beckett’in o heykeli andıran fotoğrafları o gün çekilir.

Lütfi Özkök fotoğraf çekimi bitip ayrılırken, Beckett, Godot’yu Beklerken’i imzalayarak takdim eder; kitabın arasına da telefon rehberinde olmayan telefon numaralarını yazdığı kâğıdı koyar ve gene beklediğini belirtir. Beckett’le 1964’ten itibaren yazıştılar. Lütfi Özkök Paris’e geldikçe de görüştüler. O yıllarda çekilen fotoğraflar, Beckett 1969’da Nobel’i kazanınca bütün dünyaya yayıldı. Hâlâ da yayınlanmakta.

Nâzım’la dostluğu

Nâzım 1958’de Uluslararası Barış Konferansına katılmak üzere Stockholm’e geldi. İsveçli yazar arkadaşı Maria Wine, Türk şairinin geldiğini Lütfi’ye haber verince Lütfi heyecanlandı. Birkaç arkadaşına haber verdi ve hep beraber toplantı salonuna gittiler. Nâzım onları görünce sevindi. Toplantı bitince de yemeğe gittiler. Lütfi ve arkadaşları Nâzım’la karşılaşmanın heyecanı içindeydi.

Soluksuz soruyorlardı:

‘’Ağabey orası cennet mi, cehennem mi?’’

‘’Ne cennet, ne cehennem. Ama böyle bir restoran yok.’’

‘’Boris Pasternak, Stalin zulmünden nasıl kurtuldu?’’

‘’Stalin’in karısı ölünce Pasternak bir mersiye yazdı. Stalin de ‘Bu adama dokunmayın’ dedi. Tabii, Pasternak kurtuldu ama arkadaşları hapishanelerde çürüdü.’’


Lütfü Özkök'ün fotoğrafladığı Nâzım Hikmet'in ünlü karelerinden. 

Lütfi Özkök, ertesi akşam Nâzım’ı ve arkadaşlarını evine davet etti. Nâzım, davete şiirlerini İtalyancaya çeviren Joyce Lussu ile geldi. Gece gene hararetli konuşmalarla geçti. Nâzım ertesi günü Stockholm’den ayrıldı. İkinci gelişi 1959’du. Lütfi Özkök’le daha kısa görüşebildiler. Lütfi, merdivenlerde çekilmiş Nâzım’ın en bilinen papyonlu fotoğrafını o gün çekti. Üçüncü kez Uluslararası yazarlar toplantısı vesilesiyle 1962 Floransa’da görüştüler. Nâzım bu görüşmelerinde Lütfi’yi ‘’Gel sana bütün kapıları açarım’’ diyerek Moskova’ya davet etti. Dördüncü kez buluşamadılar. Lütfi Özkök, seyahat planları yaparken, Nâzım 1963’te öldü. Lütfi Özkök yıllar sonra Nâzım’ı mezarı başında ziyaret edebildi.

Muhacir çocuğu Lütfi Özkök

Lütfi Özkök 1923 yılında Balıkçı Mehmet Efendi ile Emine Hanım’ın ilk çocukları olarak dünyaya geldi. Annesi ona ‘’Cumhuriyet çocuğu’’ diyordu. Ailesi Romanya muhacirlerindendi. O sıralar bir kenar semt sayılan Feriköy’e yerleşmişler, Lütfi Özkök de orada dünyaya gelmişti. Babası küçük Lütfi’nin iyi bir eğitim almasını, yabancı diller öğrenmesini istiyordu. Feriköy İlkokulu’nu bitirdikten sonra Fransızca eğitim veren Cizvit okulu Jeanne D’Arc kolejine göndermek istemişti ama okul ücretini ödeyecek ekonomik gücü yoktu. Cizvitler balıkçı Mehmet Efendinin müşterisi olduğundan konuyu onlara açtı. Cizvitler okul ücretinin balıkla ödenmesini önerdiler. Mehmet Efendi öneriye sevindi ve Lütfi Özkök Fransız okuluna başladı. Okulda başarılı bir öğrenci oldu. Edebiyat derslerini çok sevdi. Batı kültürü hayranlığı başladı. Yetenekleri o sırada ortaya çıktı. Keman çalmayı öğrendi.

Jeanne D’Arc’dan sonra Vefa ve Taksim liselerine devam etti. Lise’deyken Sabahattin Kudret  Aksal ile tanıştı. Şairlerin Küllük’teki toplantılarına giderken, çevresi genişledi. Bu sırada üniversite de filolojiye kaydolmuştu. Küllük sohbetleri sırasında, Sabahattin Kudret Aksal, Fahir Onger, İlhan Arakon ve Lütfi Özkök, Sokak isminde bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdiler. Derginin baskı giderlerini harçlıklarıyla karşılayacaklar, ve koltuklarının altına alıp sokakta satacaklardı. Bunun için derginin adını Sokak koymuşlardı. Dergiyi ancak dört sayı çıkarabildiler. Lütfi bundan sonra üniversite eğitimi için Viyana’ya gitti. Orada da derslerden çok edebiyatla uğraştı. Türkiye müttefiklerin yanında İkinci Dünya Savaşı’na girdiğini açıklayınca Alman ilhakı altındaki Viyana’dan İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Gene filolojiye yazıldı ama aklı fikri Paris’e gidip okumaktı. 1949’da hayalini gerçekleştirdi. Mühendislik okumaya gitmişti ama o Sorbonne’da uygarlık tarihi kursuna yazıldı. Paris’te tam bir bohem hayatı sürerken, İsveçli Anne Marie ile tanıştı. Lüksemburg Parkı’ndaki bu tanışmayla başlayan aşk ölümlerine kadar sürdü. Paris’te evlendiler ve Stockholm’e dönen Anne Marie’nin ardından Lütfi de 1950 yılının noel akşamı Stockholm’e geldi. Lütfi gelişinden çok kısa bir süre sonra İsveçli şairlerle tanıştı. Lasse Söderberg ile yakın arkadaş oldular. Beraberce İsveç’çeden Türkçeye, Türkçe’den İsveççeye şiir çevirmeye başladılar. Anne Marie çeviri çalışmalarına katılıyor, dil konusunda yardım ediyordu.

Lütfi, Türk şairlerinin İsveç’te tanınmasını istiyordu. 1953’te yayımlanan ‘’Ekmek ve Sevda’’ adlı şiir antolojisini hazırladı. Antolojide Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Oktay Rifat’ın şiirlerine yer vermişti. Korkudan Nâzım Hikmet’in şiirlerine yer vermemiş ama bu korkaklığı vicdanını rahatsız etmeye başlamıştı. Vicdanını ancak antolojinin 23 yıl sonra ikinci baskısı sırasında rahatlatabildi. Bu kez Nâzım Hikmet’i de antolojiye almıştı.  

Lütfi Özkök’ün fotoğrafçı olarak profesyonelce çalışması şiir çalışmalarını aksatmışsa da yok edememişti. Hem şiir yazıyor hem çeviri yapıyordu. Anne Marie de Türkçe öğrenmiş, çeviri yapmaya başlamıştı. Oktay Rifat’ı, Melih Cevdet Anday’ı, Orhan Veli’yi, İsveçli okurlar onun çevirileriyle tanıdı.

Dışarda kalan

Lütfi Özkök, yazar portreleriyle dünya edebiyat çevrelerinin tanıdığı ünlü bir isim hâline gelmesine ve Anne Marie ile mutlu bir yaşamları olmasına rağmen, melankolik dünyasında yalnız yaşamaktaydı. Evleri bir dönem İsveçli yazarların, şairlerin buluşma yeriydi ama farklı kültürden dolayı ‘’Kanları damarlarında yavaş akıyor’’ diye tanımladığı insanına alışamamıştı. Şiirinin mayalandığı Beyoğlu meyhanelerini, pastanelerini, kahvehanelerini unutamıyor, katıksız arkadaşlıkların hasretini çekiyordu. İsveç’te yazdığı şiirlerin ruhu da bu hasretti. İsveç’te 1971 yayımlanan Utanför (Dışarda Kalan) adlı kitaptaki şiirler bu duyguları dile getiriyordu. Türkiye’de İçimizdeki Sıla, Uzaklığın Yakınlığı adlarıyla yayımlanan kitapları da Lütfi’nin içini kemiren hasret duygusunu, melankoliyi olanca çıplaklığıyla sergiliyordu. 1984’te İsveç’te yayımlanan Vindarnas Väg (Rüzgârların Yolu) adlı kitaptaki şiirler de aynı duyguların sesiydi.

Tanışmamız

İsveç’e mülteci olarak geldim. İsveç’in yavaş işleyen bürokrasisinde mültecilerin izin ve seyahat belgesi alabilmeleri uzun zaman alıyordu. Tanıştığım arkadaşlar, Stockholm’de yeni kurulmuş Kültür Derneği’nin Başkanı Lütfi Özkök’le görüşmemi önerdiler. Birkaç gün sonra dernekte görüştük. Memlekette olan bitenle çok ilgileniyordu. Beni can kulağıyla dinledi. Çok sevecen, candan bir insan olduğu belliydi. Dernek başkanı olarak, referans niteliğinde bir mektup yazdı. Mektupta çalışmalarım için seyahat etmem gerektiğini belirtmişti. Mektubu imzaladıktan sonra bana dönerek, ‘’İznin çıkmazsa silahları kuşanıp göçmen dairesini basar hallederiz’’ dedi ve daha sonra çok ünlü olduğunu öğrendiğim o kahkahasını patlattı. İznim iki ay sonra çıktı, seyahat belgesini aldım. Bir şişe şarapla Lütfi Özkök’ü ziyaret gittim. Çok sevindi. O gün dost olduk. Türkiye’den biri gelince çok seviniyor, anlatılanları dikkatle dinliyordu.


Lütfi Özkök ve Osman İkiz.

Her zaman neşeliydi ve o ünlü kahkahalarıyla etrafı çınlatıyordu. Yazar Folke Isaksson Lütfi Özkök’ün kahkahaları için şöyle yazdı:

‘’Kahkahasının Avrupa’da eşi yok. Bu öyle bir kahkaha ki Kafkas dağlarında çığ koparabilir. Bazen kontrolden çıkıyor, sanki sahibini de alt edip onunla oynuyor. Ama bu kahkahalar benim için Stockholm’ün üzerindeki kara bulutları kovalayıp, güneşin önünü açan dolu fırtınası gibi zindelik verip ferahlatıyor.’’

Rüzgârların Yolunda

Belgeselci Elisabet Marton, Lütfi Özkök’ün şiir kitabından hareketle Rüzgârların Yolunda adlı bir belgesel çekti. Belgesel iki ülkede ödül aldı. Ben ise, Yapı Kredi Yayınlarından çıkmış olan Lütfi Özkök’ün yaşamını anlattığım kitap için, Rüzgârların Yolunda adını seçtim. ‘’Rüzgârların Yolunu değil, Rüzgârların yolunda yürüyen seni anlatacağım’’ dediğimde onun da hoşuna gitmişti. Kitap için elimin altında azımsanmayacak bilgi ve belge vardı. İsveç Radyosu’nda çalıştığım yıllarda  kendisiyle çok sayıda program yapmıştım. Geriye kalan iş eksikleri tamamlamaktı. Kolay olmadı. Lütfi Özkök, iyi bir anlatıcıydı ama konuşmayı aniden başka konulara kaydırıyordu. Bu yüzden biraz uzun sürse de çalışmayı tamamladım. Yapı Kredi Yayınları için Lütfi Özkök ismi zaten yabancı değildi. Çevirilerini yayımlamışlar, yazar portrelerini kullanmaktaydılar. Kendisini de şahsen tanıyorlardı. Özenli bir kitap hazırladılar. Birinci baskı tükendiğinden şu sıralar ikinci baskının hazırlığı yapılıyor. Merak edenler yukarıda anlattıklarımı çok daha geniş olarak kitaptan okuyabilir.