LIain Bamforth tarafından derlenen Kütüphanedeki Beden, Charles Dickens’tan Franz Kafka’ya, Virginia Woolf’tan Susan Sontag’a, John Berger’dan Oliver Sacks’e uzanan bir yelpazeyle tıbbın toplumsal tarihini edebiyat aracılığıyla aydınlatıyor. Kitaptan tadımlık bir bölüm K24 okurları için...
YTTON STRACHEY
Florence Nightingale
Hekimlerle ilgili bir kitap, hasta bakımı konusuna değinmeden, yani vasıfsız bir iş olduğu için hemşirelere emanet edilen bu göreve bir bölüm ayırmadan tamamlanmış sayılmazdı. Geleceğin bilgi bombardımanı dünyasında, hemşireliğin az bulunur bir “kaynak” olacağını iddia etmek yanlış olmaz (bu mesleği bir “kaynak” olarak görmek de sorunun parçasıdır belki). Aslında, on dokuzuncu yüzyılda hastaların çoğu, yalnızca basit bakımla iyileşirdi; Kırım Savaşı sırasında Üsküdar’daki hastaneyi baştan aşağı temizleyen Florence Nightingale, ölüm oranını yüzde 42’den yüzde 2’ye indirmeyi başarmıştı; “kader”in bu şekilde tersine çevrilmesi, Amerikan İç Savaşı sırasında yapılan benzer hastane temizliği seferberlikleri veya Ignaz Semmelweis’ın Viyana’da otopsi ve lohusa humması arasındaki bağlantıyı buluşuyla karşılaştırılabilir ancak. Lytton Strachey’nin, Florence Nightingale’ın “heyecanlı ve destansı macerası”nı dönemin şartlarına tepeden bakarak anlattığı bu anlatı, yazarın, dünya tarihinin en büyük gelişme çağındaki ahlaki ciddiyeti yıkıp yok etmeyi amaçlayan ünlü çabalarının ürünüdür.
Kader kapısını çaldığında, Bayan Nightingale yaklaşık bir senedir Harley Sokağı’ndaki bakımevinde çalışmaktaydı.
Kırım Muharebesi başlamış, Alma çarpışması gerçekleşmişti; Üsküdar’daki askeri hastanelerin içler acısı durumu hakkındaki haberler İngiltere’de yankı uyandırmaya başlamıştı. İlahi takdirin niyetini anlamak kimi zaman güçtür, fakat bu kez Florence Nightingale için her şey gün gibi açıktı; her şey mükemmel bir ahenkle gerçekleşiyordu. Hemşire Nightingale senelerdir hazırlanıyordu; en sonunda, kader kapısını çaldığında, görevine hazırdı. Tecrübeli, hür, yetişmiş ve hâlâ gençti –otuz dört yaşındaydı–, hizmet etmek için yanıp tutuşuyordu, emir almaya alışmıştı; tam bu esnada büyük bir ulus acil bir hizmete ihtiyaç duydu ve Florence Nightingale onların bu hayati çağrısına cevap verdi.
Muharebe birkaç sene evvel başlasa, ihtiyaç duyduğu tecrübeye hatta belki böyle bir görevin üstesinden gelecek güce bile sahip olmayacaktı; muharebe birkaç sene sonra başlasa, şüphesiz, başka bir görev uğruna nefes almadan çalışıyor olacak dahası yaşlanmış olacaktı. Dikkate değer olan sadece zamanlamanın mükemmelliği değildi. Tesadüfen Bayan Nightingale’ın yakın dostu Sidney Herbert da o senelerde Savaş Dairesi ve Kabine üyesiydi. Kendisi, hayır işlerinde birlikte çalışırken, hemşirenin üstün becerilerine şahit olmuştu. Bu şartlar altında, Florence Nightingale’ın Doğu’da hizmet etmek için görev talep ettiği mektubun ve Sidney Herbert’ın müspet cevabını içeren mektubun taraflara ulaşması zaman meselesiydi. Böylece hiçbir engel çıkmadan, her şey yerli yerine oturuverdi. Tayin gerçekleşti, atıldığı maceranın büyüklüğünden başı dönen hemşireye de sadece tayinini tasdik etmek kaldı. Ona çok bağlı birkaç arkadaşı kişisel yaveri olmak için gönüllü oldular; otuz sekiz hemşire toplandı, mektupların gidiş-gelişinden bir hafta sonra, Bayan Nightingale, hevesli hayranları tarafından Konstantinopolis’e uğurlandı.
Yola çıkmadan önce eline geçen pek çok mektuptan biri, Bayswater’da çalışan, o dönemde hiç tanınmayan bir Katolik rahibi olan Dr. Manning’den geliyordu: “Tanrı sizi koruyacaktır,” diye yazmıştı mektubunda, “sizin için edeceğim dualarda, Yüce Efendimiz’in Kutsal Kalbi’nin tek ibadet nesneniz olmasını, onu örnek almanızı, teselliyi onda bulmanızı ve gücünüzü ondan almanızı dileyeceğim.”
Dr. Manning’in dualarına cevap alıp alamadığını bilemiyoruz fakat şuna şüphe yok; o günlerde duaya en çok ihtiyacı olan kişi Florence Nightingale’dı. Times muhabirinin gönderdiği raporlarda ve pek çok özel mektupta, Üsküdar’daki hastanelerin vaziyeti hakkında İngiliz kamuoyuna karanlık bir tablo çizilmişti, oysa gerçekte her şey çok daha kötüydü. Özetle, muharebe mevkiisindeki tıbbi tertibatımız tamamen çökmüştü. Bu müthiş başarısızlığın nedenleri çapraşık ve çeşitliydi; asli olarak, İngiltere’de senelerdir süren sulh ve aldırışsızlık dönemiyle ilgiliydi fakat idari yetersizliklerin dallanıp budaklanması, tutarsız sistemlerde doğal olarak gelişen hatalar, önemsiz mevkilerdeki memurların beceriksizliği, hükümetin bilgisizliği, sınırlı sürelerde vaktinde müdahale etme yetersizliği gibi pek çok farklı olumsuzluk yatmaktaydı bu meselenin temelinde. Vaziyetin günışığına çıkmasından sonra gerçekleştirilen tetkikler sonucunda, kötülüğün, kötülüklerin en beteri olduğu meydana çıktı; durumun istisnai bir gerekçesi yoktu, vaziyetten belli biri mesul değildi. Savaş mekanizması bütünüyle yetersizdi, hurdaya dönmüştü. Yaşlı Dük, bir nesildir Atlı Muhafaza Birliği’nin başında oturuyor, önerilen her türlü yeniliği demir yumrukla eziyordu. Yetkiler üst üste binmişti, mesuliyetler bir o yana, bir bu yana sürüklenip duruyordu. Ordunun ihtiyaçlarına yetecek ölçekte tıbbi hizmet verebilecek bir müessesenin yaratılması ve korunmasına gelince; senelerdir süren kargaşa ortamında kimin aklına gelecekti bu vazife? Muharebeden önce, Westminster’daki uysal görevliler, doğallıkla her şeyin yolunda olduğuna inanıyorlardı; en azından öyle sanıyorlardı.
Misal, birisi, muharebe hemşirelerinden bir birlik oluşturulması gerektiğini iddia etmeye cüret edince, kahkahalarla yüzüne gülünüyordu. Muharebe patlak verince, idaredeki yiğit İngiliz subaylarının tıbbi teşkilat gibi önemsiz bir teferruatı düşünmekten çok daha önemli işleri olduğu ortaya çıktı. Yarımadada savaşırken, kim böyle değersiz meselelerle uğraşmaya zahmet edecekti? Üstelik, o muharebeden alnımızın akıyla çıkmıştık. Böylelikle, en mühim tedbirler ihmal edildi ve en ehemmiyetli talimler ertelendi. Ordunun askeri tabiplerinin başı olan Dr. Hall, derhal Hindistan’dan çağrıldı ve cephedeki görevinin başına geçmeden önce İngiltere’ye uğramaya fırsat bulamadı. Üstelik, Üsküdar’da bin yataklı bir hastane elde etmemiz, Alma çarpışmasından sonra yani muharebenin başlamasından aylar sonra vuku buldu. Bu süreçte şüphesiz pek çok kişi hatalar, akılsız hareketler, ahlaksızlıklar yapmıştır, fakat vaziyet bütün olarak değerlendirildiğinde, bu şahsi hataların fazla önem taşımadığı görülür; bunlar, siyasi teşekküldeki derin hastalığın emaresidir, asli hata, idari çöküntünün yarattığı devasa felakettedir.
Bayan Nightingale, Üsküdar’a –Konstantinopolis’in, Boğaziçi’nin Asya tarafındaki bir mahallesi– 4 Kasım 1854’te vardı. Balaklava çarpışmasının üzerinden on gün geçmişti, Inkerman çarpışması da bir gün sonra gerçekleşecekti. Alma çarpışmasından sonra yetersizliği zaten anlaşılan hastane teşkilatları, bu iki ağır ve kanlı çarpışmadan sonra büyük sıkıntı altına girecekti. Yaralılardan oluşan müfrezeler hastanelere dolmaya başlamıştı bite. Kırım’daki küçük hastanelerde, koşullar dahilinde ilk müdahaleleri yapılan askerler, iki yüz kişilik bölükler halinde gemilere bindiriliyor,
Karadeniz’den geçirilip Üsküdar’a ulaştırılıyordu. Yolculuk, olağan zamanlarda dört buçuk gün sürerken, muharebe başladığından beri ancak iki ya da üç haftada tamamlanabiliyordu. Bu yolculuğa “araf” denmesi boşuna değildi. Yaralılar, hastalar ve ölmek üzere olan askerler –kolları ya da bacakları ampute edilmiş, hummalı veya soğuk ısırmasından mustarip, dizanterinin ve koleranın son safhalarında olan adamlar– kamaralara, kimi zaman güverteye tıkış tıkış dolduruluyordu; yatak yoktu, hatta çoğunun battaniyesi veya doğru dürüst giyeceği bile yoktu. Gemideki bir-iki cerrah, hastalar için elinden geleni yapıyordu, fakat tıbbi malzeme yetersizdi, hastabakıcılığı yapmak ayakta durabilen bir avuç askere düşmüştü; yolculuğun sonunda bunlar da bitkin düşüp iş göremez hale geliyorlardı. Günde bir kez dağıtılan bir kap yemekten başka yiyecekleri yoktu, hatta su bile, güçsüz düşenlerin kolayca ulaşamayacağı bir yere depolanıyordu. Aylar boyunca, bu yolculuklarda, gemiye binen her bin askerden vasati yetmiş dördü hayatını kaybetti; cesetler denize atılıyordu fakat gemide ölenlerin en şanssızlar olduğunu kim iddia edebilir ki? Doğu zekâsının inatçılığının bir eseri olan Üsküdar’daki limana yanaşmak, büyük zorluklarla gerçekleştirilebiliyor hatta kötü havalarda limana yaklaşmak imkânsız bir uğraşa dönüşüyordu.
Limana varılınca, evvela sağ kalan askerler gemiden indiriliyor, sonra yarım kilometrelik dik bir meyilden çıkarılarak en yakındaki hastanelere naklediliyorlardı. En ağır vakalar sedyelerle taşınırken, herkese yetecek miktarda sedye tedarik edilemediğinden, geriye kalan yaralılar, nekahet dönemindeki askerler arasından toplanan ve aslında bu görev için dermanı olmayan adamlar tarafından çekilerek, bazen sürüklenerek taşınıyordu. Yolculuğun sonu, işte böylece geliyordu; yaşayanlar, ölüler ve yaralılar birer birer hastanelere taşınıyorlardı. Peki hastanelerde onları neler bekliyordu?
Lasciate ogni speranza, voi ch’entrate: Hastanenin hain kapılarının üstünde “Buraya giren umutlarını geride bıraksın” yazısı yoktu fakat kapıların arkasında gerçek bir cehennem bekliyordu. Hastane olarak kullanılan devasa askeri kışlanın büyük salonları ve sonu gelmez koridorları –her türlü ve yoğunlukta– yoksulluk, ihmal, kargaşa ve sefalet doluydu. Kışla, elzem hazırlıklar yapılmaksızın, basiretsizce, aceleyle savaş kurbanlarının esas barınağı olarak tayin edilmişti. Binanın kendisi, temelinden kusurluydu.
Binanın altında muazzam gerizler vardı, pislikle dolu lağım sularının zehri üst katlara ulaşıyordu. Döşemeler öyle çürümüştü ki ne kadar fırçalansa fayda etmiyordu. Duvarlarda kat kat pislik birikmişti, haşereler ve fareler her köşede cirit atıyordu. Dahası, bina devasa olmasına rağmen, yine de yetersizdi. Dört upuzun sıra halinde yerleştirilmiş yataklar birbirine öyle yakındı ki, aralarından zorlukla geçilebiliyordu.
Bu şartlar altında, en mutena havalandırma tertibatı dahi işe yaramazdı, oysa hastane, böyle bir tertibattan bütünüyle yoksundu. Dolayısıyla, içerideki havayı tarif etmeye imkân yoktu. Bayan Nightingale, bir mektubunda, “Avrupa’nın en büyük şehirlerindeki,” diye anlatır, “ikametgâhların en berbatlarını bile bizzat görmüşümdür, fakat bunları Askeri Hastane’nin akşam vakti koşullarıyla kıyaslamak mümkün değil.” Binanın inşaatındaki kusurlara, bir de hastanelerde bulunması gereken en basit eşyaların bile tedarik edilememesi ekleniyordu. Kâfi miktarda yatak yoktu, yatak örtüleri çadır bezinden yapılmıştı ve öyle sertti ki, yaralı askerler bu çarşaflardan nefret ediyor, battaniyelerine sarılıp yatmalarına izin verilmesi için yalvarıyorlardı; odalarda ne bir dolap ne bir masa vardı; boş bira şişeleri şamdan niyetine kullanılıyordu. Leğen, lavabo, sabun, süpürge, tepsi, tabak; bunların hiçbiri yoktu. Terlik, makas, ayakkabı fırçası ya da cilası, hatta bıçak, çatal ya da kaşık bile bulmak mümkün değildi. Sürekli yakacak sıkıntısı çekiliyordu. Yemeklerin veriliş saatleri ve miktarları düzensiz ve yetersizdi, çamaşırlar hemen hiç yıkanmıyordu.
Tıbbi malzemelere gelince, onların durumu içler acısıydı. Sedye, atel, sargı bezi; bunların hepsinden yoksundular, her hastanede bulunan ilaçların pek çoğu bulunmuyordu. Bu ihtiyaçları tedarik etmekle ve zorluklarla mücadele etmekle görevlendirilmiş bir avuç adam, bitmek tükenmek bilmeyen işlerin yükü altında ezilmişlerdi; resmi usuller ellerini kollarını bağlıyor, ilerlemiş yaşları, tecrübesizlikleri ya da beceriksizlikleri koşulları iyileştirmelerine engel teşkil ediyordu. Üzerlerine düşen vazifeyi başaracak mertebe de olmadıkları anlaşılmıştı. Başhekim, yaşlılığın verdiği bir iyimserlikle çabalıyor ama iyimserliği yüzünden koşulların feciliğini göremiyordu. Hastanenin ihtiyaçlarını tedarik etmekle görevli zavallı memurların elleri kolları bürokrasinin ipleriyle sımsıkı bağlanmıştı. Genç hekimlerden bazıları var güçleriyle çabalıyordu fakat onların da elinden fazla bir şey gelmiyordu. Koşullar herkesi hazırlıksız yakalamıştı, düzensiz bir biçimde gece gündüz çalışıyor, ayağa kalkabilecek durumdaki deneyimsiz askerlerin yardımıyla hastalara yardımcı olmaya çalışıyor, çevrelerini saran ve giderek kalabalıklaşan hastalıkların, sakatlığın ve ölümün en feci halleriyle mücadele ediyorlardı. Batmakta olan gemideki insanlara benziyor, güvenlik için değil, bir an sonrası için savaşıyor, cinnet geçirmiş gibi çabalayarak kudurmuş dalgalardan kurtulup karaya çıkmayı deniyorlardı..
Bu şartlar altında, insanların çektiği acılara uzun süredir aşina olanlar bile –dünyadaki her türlü ıstıraba tanık olmuş hekimler, katliamlardan çıkmış, kıyımlardan kurtulmuş askerler, açlık ve veba tecrübelerini birinci elden yaşamış misyonerler–, daha önce hiç şahit olmadıkları dehşetlerle yüz yüze gelmişlerdi. Üsküdar’daki Askeri Hastane’de öyle anlar, öyle koşullarla karşılaşıyorlardı ki, en güçlü el bile titriyor, en cesur göz bile başka tarafa bakmayı tercih ediyordu. Bayan Nightingale, işte bu cehenneme gönderildi ve ne olursa olsun, umudunu asla yitirmedi. Beraberinde getirdiği maddi yardım ve malzemeye güveniyordu. Londra’dan ayrılmadan önce, Dr. Andrew Smith’e ve Ordunun Tıbbi Yönetim Kurulu’na başvurup, Üsküdar’a giderken beraberinde erzak ve stok götürüp götürmemesi gerektiğini sormuştu. Dr. Andrew Smith, ona, “Hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadığını”, söylemişti. Hatta kendisine benzer teminatlar veren Sidney Herbert bile, ufak bir dikkatsizlik sebebiyle, İngiltere’den gönderilen “bol miktarda” tıbbi malzemenin hastaneye ulaşmasının geciktiğini, fakat bu sorunun “dört gün içinde” çözüleceğini iddia etmişti. Hemşire Nightingale, kendi sezgilerine güvenmeyi tercih etti, Marsilya’ya varınca, bol miktarda muhtelif malzeme tedarik etti ve satın aldığı malzemeler Üsküdar’da pek çok hayatı kurtardı.
Bayan Nightingale, yanında para da getirmişti; Doğu’da kaldığı yıllar boyunca özel kaynaklardan kendisine toplam 7000 pound ulaşmıştı, ayrıca kendisine, başka bir önemli destekçi daha bulmuştu. Times’tan Bay Macdonald da Bayan Nightingale’la aynı zamanda Üsküdar’a gelmişti. Kendisi, gazete aracılığıyla hastalara ve yaralılara yardım için toplanan bağışların idaresiyle görevlendirilmişti; Bay Macdonald, Times aracılığıyla toplanan parayı kullanmanın en hayırlı yolunun, parayı Bayan Nightingale’ın idaresine teslim etmek olduğunu anlayacak kadar sağduyulu bir adamdı. Olaylara şahit olan biri, anılarını anlatırken şöyle diyordu: “Inkerman’dan gelen yaralıların hastaneye ulaştırılmasından sonra geçen üç haftayı sakin bir kafayla yeniden gözden geçirince, Bayan Nightingale orada olmasaydı ve Bay Macdonald ona maddi kaynak sağlamasaydı, başımızdaki felaketlerden nasıl kurtulurduk, bilemiyorum.”
Fakat resmi kaynakların başka türlü düşündüklerini görüyoruz. Ne?! Kamu hizmeti, dışarıdan sadaka kabul ederek, özel ve düzensiz yardımlar olmaksızın kendi görevlerini yerine getiremeyeceğini kabul mu edecekti? Asla! Aynı görüş dahilinde Bay Macdonald, o zamanlar Konstantinopolis sefirimiz olan Lord Stratford de Redcliffe’e, Times aracılığıyla toplanan bağışların nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda fikir danıştığında, bağışları vermenin çok yerinde olduğu bir kurum bulunduğu cevabını almıştı: Pera’daki İngiliz Protestan Kilisesi.
Bay Macdonald, Lord Stratford’la daha fazla zaman kaybetmedi ve gücünü derhal Bayan Nightingale’la birleştirdi. Fakat, yüksek mevkilerin meyilli olduğu düşünce biçimi göz önüne alınırsa, birtakım amatörlerin ve kadınların birdenbire işlerine karışmasının, sıradan memurları ve askeri tabipleri nasıl tiksindirip telaşa verdiğini hayal etmek mümkündür. Durumu anlayamıyorlardı; kadınların savaşta ne işi vardı? Dürüst Albaylar, öfkelerini, savaşın ortasına düşen bu küçük “kuş” hakkında kaba şakalar yaparak dışa vururken, mizacı huysuz bir av köpeğini andıran, rütbesinin yükseleceği günlerin ümidiyle yaşayan Dr. Hall’un en başta şaşkınlıktan dili tutulmuş, bir süre sonra, Bayan Nightingale’ın Üsküdar’a tayin edilmesinin son derece tuhaf ve gülünç olduğuna karar vermişti.
Bayan Nightingale resmi bir görevle gelmişti, fakat bu durum işini kolaylaştırmaktan çok zorlaştırmaktaydı. Hastanelerdeki görevi, doktorlar ondan ve hemşirelerinden yardım istemedikçe onların işine karışmamaktan ibaretti. Başlangıçta bazı cerrahlar onunla konuşmayı dahi reddettiler, Üsküdar Askeri Hastanesi’ndeki varlığı bazıları tarafından hoş karşılanırken, büyük çoğunluk tarafından düşmanca ve şüpheyle karşılandı. Fakat yavaş yavaş herkesin güvenini kazandı. İyi niyetli olduğuna kimse şüphe duymuyordu, son derece kabiliyetli bir hemşire olduğu da su götürmezdi. Zamanın ve durumun gerektirdiği biçimde davranmadaki üstün becerisi ve nazik, fakat kuvvetli mizacı sayesinde, en sonunda kendisini, çevresindeki kolayca etkilenen, bitkin düşmüş, cesareti kırılmış, aciz yönetici erkeklere ispatlamayı başardı. Ayakları yere sapasağlam basıyordu, kudurmuş dalgaların arasında sığınacak bir kara parçası gibiydi, emniyet, teselli ve hayat saçıyordu çevresine.
Üsküdar’da umut, işte böyle filizlendi. Kargaşanın ve karanlığın saltanatı sarsılmaya başladı, nizam ve telâkki, basiret, istikrar, Askeri Hastane’deki büyük koridorlardan birindeki, Âmir Hanım’ın gece gündüz vazifesi başında olduğu küçücük odadan etrafa yayılmaya başladı. Tekâmül belki yavaştı ama katiydi. Büyük değişimin ilk emaresi, hastanelerin aylardır yoksun olduğu bazı elzem ihtiyaçlara kavuşmasıyla başladı. Hastalar, havlulara, sabunlara, çatalbıçağa, tarak ve diş fırçalarına kavuştular. Dr. Hall, bir askerin diş fırçasını ne yapacağını sorup omuz silkse de, çalışmalara devam edildi. Sonunda Bayan Nightingale bütün hastanelerin ihtiyaçlarını tedarik eder hale geldi. Görünüşe göre, durum ne olursa olsun, ihtiyaç duyulan her şeyi elde etmeyi becerebilen sadece oydu, stoklarını seve seve her ihtiyacı olana açıyor, hepsinden önemlisi, sadece o resmi görgü kurallarını yeri geldiğinde çiğneyebiliyordu. Onun en büyük düşmanı bürokrasinin katı kurallarıydı, hatta bazen bu kurallar onun bile kafasını karıştırabiliyordu.