“Sizin için mutluluğun tanımı nedir” sorusuna, “Okumak,” yanıtını veren, Dünyaya Düşen Adam filminin çekimlerine yanında dört yüz kitap götüren David Bowie'nin şarkıları müzikle edebiyatı eşine pek de rastlanmamış bir biçimde iç içe geçirir
03 Mayıs 2018 14:35
Defalarca ölür insan müzikle, defalarca yeniden doğar; kim bilir kaç hıçkırık, kaç kahkaha saklar notalar. Kaç çığlık yapışmıştır geceye, kaç uyku bölünmüş, kaç sabah cıvıldamıştır yürek sevinçle, kaç hayal, kaç anı birikmiştir fısıldanan seslerle, kim bilir.
Müzik, insana unuttuğu hâllerini, olmak istediği kişiyi hatırlatır. Bu bağlamda farksızdır benim için edebiyattan. Sözsüz müzik de büyüleyici olabilir elbet ama, bana kalırsa müziğin sözü kuşanmış hâli, genel anlamda, meramını çok daha iyi anlatır.
Her şarkı sözü şiir yahut şiirle eşdeğer değildir muhakkak; ne ki, müzikle edebiyatın birleşmesi bence sanatın en yüce biçimlerinden biridir.
İşte bu bağlamda, Vanity Fair’in “Sizin için mutluluğun tanımı nedir” sorusuna, “Okumak,” yanıtını veren, boş vakitlerinde yaptığı tek şeyin okumak olduğunu söyleyen, 1976 senesinde dünyaya düşen insan kılığındaki bir uzaylıyı canlandırdığı Dünyaya Düşen Adam filminin çekimlerine yanında dört yüz kitap götüren, üç ya da dört kitap okuduğu bir haftayı iyi bir hafta olarak tanımlayan David Bowie’nin şarkıları müzikle edebiyatı eşine pek de rastlanmamış bir biçimde iç içe geçirir.
David Robert Jones, namıdiğer David Bowie 8 Ocak 1947’de İngiltere’de doğar. Müziğe 13 yaşında, saksafon çalarak başlar. 1966’da, The Monkees grubundaki Davy Jones ile karıştırılmak istemediği için, bowie bıçağından esinle, adını David Bowie olarak değiştirir. Kendine ancak ’69 senesinde, “uzaya giden ve medyanın metası hâline gelen” kurmaca karakteri “melankolik” Major Tom’la bizi tanıştıran, Space Oddity parçasıyla müzik listelerinde bir yer bulur. 1970’de The Man Who Sold The World, 1971’de ise Hunky Dory albümlerini çıkarır. Neredeyse hemen ardından The Rise and Fall of Ziggy Stardust and The Spiders from Mars gelir. Yarattığı bu çift cinsiyetli, bütünüyle sıra dışı, işin aslı uzaylı Ziggy karakteriyle uluslararası bir şöhret kazanır. ’73 senesinde Ziggy karakterini öldürerek Aladdin Sane ve PinUps albümlerini çıkarır. Bunları 1984 romanından esinlendiği Diamond Dogs (1974), Young Americans (1975), Station to Station (1976) ve Brian Eno’yla birlikte çalıştığı, Berlin Üçlemesi olarak bilinen Low (1977), Heroes (1977), Lodger (1979) takip eder. ‘80’li yıllarda beş albüme imza atar: Scary Monsters (And Super Creeps) (1980), Let’s Dance (1983), Tonight (1984), Never Let Me Down (1987), Tin Machine (1989). ‘90’lar yine beş Bowie albümünü müjdeler: Tin Machine II (1991), Black Tie White Noise (1993), Outside (1995), Earthling (1997), Hours (1999). 2002’de Heathen, 2003’te Reality albümleri gelir. 2004 yılında sahnede kalp krizi geçirdikten sonra bir daha turneye çıkmaz ve 2013’e kadar yeni bir albüm yapmaz. 2013’te The Next Day’i ve 8 Ocak 2016’da son albümü Blackstar’ı çıkarır.
69 yıllık yaşamının ardından bizlere birbirine, hatta bazen daha önce yapılmış hiçbir müzik türüne benzemeyen, yarattığı kurmaca karakterlerle bezeli 27’si stüdyo albümü olmakla beraber çok sayıda albüm, şarkı, tablo, film ve sayısız yaşam şekli bırakır.
Bütün hayat durmadan devam eden kendinden uzaklaşma ve kendini bulma süreciyse şayet, ne müziğin ne de sözcüklerin paslanıp eprimesine izin veren, kendini yenilediği ölçüde ezgilerini de yenileyen, yeni malzemeler ile teknikleri, her parça bir deney ve kendisi de bir bilim insanıymışçasına birleştirip karıştıran David Bowie bunun en somut örneklerinden biridir. Var olma biçimleridir yarattığı ve bu bağlamda beden, sürekli değişen bir coğrafyadır. Bukalemun misali, hayat verir Bowie müzik aracılığıyla uzaylı rock star Ziggy Stardust ve Major Tom’a, Aladdin Sane’e, Thin White Duke ve Halloween Jack’e; parça parça çoğalır. Simon Critchley, Bowie’nin birçok farklı kimliği bünyesinde barındırışını, “O bir vantriloktur,” diyerek ifade eder. Düpedüz cesarettir Bowie’ninki; kendini gelecek tasavvuruna göre değiştirmektir, ölmeyi, yalnızlığı ve yıkımı göze almaktır. Fakat öte yandan, müziğini kurmaca bir karakter olarak icra etmek Bowie’ye olağandışı bir özgürlük de sağlar.
Müzik bir anlatıdır David Bowie için. Critchley bu ifadeyi biraz daha açarak, “Bowie’nin güfteleri bir anlatı dürtüsüne ve bütünlüğüne sahiptir" der.
İlhamını edebiyattan alır Bowie; şarkı yazmaya da bu şekilde, okuduğu yazarlar sayesinde başladığını söyler: Henüz 12 yaşındayken üvey ağabeyi Terry’nin etkisiyle Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve e. e. cummings gibi yazar ve şairlerin peşine düşer, eşitler müzikle edebiyatı ve aynı hünerle edebiyatla yaşamı. Kendisine yakıştırılan “entelektüel” tanımına ise karşı çıkar; arsız bir merak olduğunu söyler onu yazmaya iten duygunun.
Bowie, William S. Burroughs’un “cut-up” tekniğini benimser, (Critchley, “cut-up tekniğinin Bowie’nin 1970’lerdeki inanılmaz üretkenliğinin ivmesine de uygun olduğunu” belirtir) hatta Rolling Stone dergisi için (28 Şubat 1974) Burroughs’la bir söyleşi yapar.1 Bu söyleşide Burroughs’a Nova Ekspresi’nin kendisine Ziggy Stardust’ı çağrıştırdığından bahseder. Burroughs ona Robert Heinlein’ın kaleme aldığı Yaban Diyarlardaki Yabancı’nın film uyarlamasında Valentine Michael Smith’i oynayacağını duyduğundan söz ettiğinde ise, “Hayır, kitabı o kadar da sevmedim” yanıtını verir. Yıllar sonra, başka bir söyleşisinde ise hafızalara uzaylı olarak kazınmak istemediği için rolü kabul etmediğini dile getirir.
Bilhassa bilimkurgu ve distopik kurgu düşkünlüğünün damgasını vurduğu müziğiyle bize “dünyevîlikten uzaklaşma” olanağı sağlayan Bowie, Yaban Diyarlardaki Yabancı’yı sevmemiş olabilir belki ama The Man Who Sold The World şarkısını yazarken Heinlein’ın “The Man Who Sold The Moon” öyküsünden ilham aldığı söylenir. Bir arayış şarkısı olan bu parçanın Hugh Mearns tarafından yazılan ve “As I was going up the stair/ I met a man who wasn’t there /He wasn’t there again today/ I wish, I wish he’d stay away” (“Dün merdivenleri çıkarken/ Orada olmayan bir adamla karşılaştım/ Bugün de orada değildi/ Keşke, keşke dedim… Gitse”) dizelerini içeren “Antigonish” şiirinin etkisinde yazıldığı da ortaya atılır.
The Man Who Sold The World albümünün son parçası olan The Supermen şarkısının temeli H.P. Lovecraft ve Nietzsche’ye, başka bir deyişle Yüce Eskiler’e ve üstinsana dayanır.
Hunky Dory albümünde yer alan ve Bowie’nin distopik bir gelecek miti yarattığı Oh! You Pretty Things şarkısı yine Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabına göndermelerle doludur; Critchley’nin ifadesiyle: “Homo sapiens’in gereksizliğini ve homo superior’a doğru yol alma ihtiyacını anlatır.” Albümün tamamının arka planında bu temanın yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan, The Complete David Bowie’nin yazarı Nicholas Pegg, bu şarkının esin kaynaklarından birinin Edward Bulwer-Lytton tarafından yazılan Gelecek Irk romanı olduğunu öne sürer.
Bowie’nin Ziggy Stardust döneminin en önemli esin kaynaklarından biri Otomatik Portakal’dır. Ziggy karakteri Otomatik Portakal’ın filme uyarlanmış hâlindeki Malcolm McDowell ile Burroughs’un Vahşi Oğlanlar’ı sayesinde vücut bulur. Bunun yanı sıra David Bowie ilk olarak The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars albümünde yer alan, gitar ve piyanonun ön plana çıktığı, mutlak ve durağan bir güce sahip Suffragette City şarkısında Otomatik Portakal’da geçen “droogie” (kanka) sözcüğünü kullanır. Blackstar albümündeki, Bowie’nin yankılanan vokalleriyle bezeli Girl Loves Me şarkısının bir kısmı ise yine Otomatik Portakal’da Alex ve arkadaşlarının konuştuğu “Nadsat” adlı sokak dilinde yazılmıştır. Şarkıda bahsi geçen “kestane ağacı” George Orwell’in 1984’ündeki kestane ağacına bir atıf mıdır, bilinmez… Şarkı sözleri bütün olarak ele alındığında, Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserine bir gönderme olabileceğini savunanlar da vardır.
1972 yılında çıkardığı The Rise and Fall of Ziggy Stardust and The Spiders from Mars albümünün kapanış parçası olan ve Ziggy’nin sonunu anlatan, ne olduğumuza, kim olduğumuza aldırmadan bize bas bas yalnız olmadığımızı bağıran Rock ‘N’ Roll Suicide parçasını Baudelaire’den esinle yazdığını dile getirir Bowie.
1973 tarihli albümüne adını veren, nispeten basit bir koroya sahip, makinavari ritimler, gürültülü, neredeyse kaotik bir piyano, saksafon ve bas gitarın hâkim olduğu Aladdin Sane (yahut A lad insane) ise Evelyn Waugh’un Vile Bodies eserinden ilhamla doğar. Antikahraman Aladdin Sane’i aramıza salan bu albüm bilimkurguya tek bir şarkıda kapılarını açar: Drive In Saturday. Kurt Vonnegut imzalı Mezbaha 5’in yankısıdır Drive In Saturday. Albümün dokuzuncu parçası Jean Genie ise basbayağı Jean Genet’yi anlatır.
David Bowie en çok etkilendiği kitaplardan biri olduğunu söylediği 1984’ün müzikalini yapmak ister. Ne ki, Sonia Orwell buna müsaade etmeyince bir bakıma romanı yeniden kurguladığı Diamond Dogs albümüne imza atar. Critchley’nin “yeni bir alana atılan cesur ve kavramsal bir adım” olarak nitelediği Diamond Dogs genel havası itibariyle hareketli ve ritmik olsa da acıyla titreyen, isyan eden bedenlerin hareketleri ve ritimleridir bunlar. Aynı zamanda Bowie’nin en karanlık albümlerinden biri olan, “harap olmuş bir dünyayı” anlatan, tıpkı 1984 romanının kendisi gibi insanın üstüne bir karabasan gibi çöken Diamond Dogs’un şarkı sözleri romanın kasvetli ve ıstıraplı atmosferini, yitirilen özgürlüğü ve hayal kırıklığını yansıtır. Siren sesleriyle, köpek ulumalarıyla ve Bowie’nin kehanetvari sözleriyle açılır Diamond Dogs; bu bir dakikalık Future Legend girişinin ardından albüme adını veren Diamond Dogs şarkısı gelir. Bowie’nin dramatik vokalleriyle bezeli Rock ‘N’ Roll With Me, Julia ve Winston’ın arasındaki ilişkiye bir güzelleme olarak okunabilir. We Are The Dead parçasında içinde yaşadıkları zalim rejimden kaçma yahut bu rejimde sağ kalma şanslarının ne kadar az olduğunu vurgulamak istercesine tekrarlanır şarkıya adını veren bu kederli “Biz ölmüşüz” cümlesi.1984 şarkısı doğrudan romanın temel kavramları üzerine örülüdür. Beyin yıkamaya, değiştirilen anılara değinen Dodo parçası aynı zamanda, “Ben seni sattım, sen de beni havada,” ifadesinin bir karşılığıdır sanki: Romandakiyle eş bir ihaneti anlatır. İnleyen bir koro ve saksafonlar eşliğindeki Big Brother parçası âdeta bir Büyük Birader marşıdır. “Gözü Üstümüzde”dir ne de olsa. “Gözlerimizle gördüğümüze, kulaklarımızla duyduğumuza inanmamamızı” söylüyordur. Albümün kapanış şarkısı olan ve insana sonsuzmuş gibi gelen “bro, bro, bro, bro, bro” sesiyle tamamlanan “Chant of the Ever Circling Skeletal Family” Winston Smith’in güce teslimiyetinin bir ifadesi olabilir pekâlâ.
Diamond Dogs’da, 1984’ün yanı sıra Burroughs’un Vahşi Oğlanlar ve Samuel R. Delany tarafından yazılan bilimkurgu romanı Dhalgren etkileri de görülür.
Station to Station (1976) albümünde “The European canon is here” (Avrupa Kanonu burada) der Bowie ve yüzünü Amerika’dan Avrupa’ya çevirdiğini beyan eder. Müziğinde Alman etkilerinin yanı sıra (Can, Faust, Kraftwerk vb. gruplar) Alman ekspresyonizminin de izlerine rastlanır. 1982 yılındaysa bunu bir basamak ileri götürerek Bertolt Brecht’in oyunu Baal’ı yorumlar.2
1977 tarihli albümü Low öncesinde Aleister Crowley’ye merak salar. Crowley o günden sonra Bowie’nin çalışmalarına önemli bir ilham kaynağı olur. Hatta Station to Station şarkısında bahsi geçen “White stains” tabirinin Aleister Crowley’nin White Stains kitabına gönderme olduğu da ortaya atılmıştır.
Scary Monsters (And Super Creeps) albümündeki, kendisiyle tanışmamızdan 11 sene sonra bizi yeniden Major Tom’la buluşturan, Bowie’nin “çocukluğa gazel, keşlere dönüşen astronotlar üzerine bir ninni” olarak tanımladığı Ashes to Ashes parçası, Peter Doggett’in dikkat çektiği üzere, Kafka’nın 1904’te yazdığı bir mektuba atıfta bulunur: “Kitap dediğin içimizdeki donmuş denize inen bir balta olmalı,” diye yazar Kafka. Bowie ise o buzu kıracak baltayı istediğini söyler: “Want an axe to break the ice.”
Bowie’nin 1983’te yayınlanan Let’s Dance albümüne adını veren, Stevie Ray Vaughan’ın gitar solosuyla süslü Let’s Dance parçasının Hans Christian Andersen’in Kırmızı Pabuçlar masalına gönderme olması muhtemeldir. “Put on your red shoes and dance” (Giy kırmızı pabuçlarını ve dans et) diye haykırır Bowie. Öte yandan Aleister Crowley’nin, “Come, my darling, let us dance/ To the moon that beckons us” dizeleriyle başlayan “Lyric of Love to Leah” şiirine bir gönderme olabileceği de ihtimaller dâhilindedir.
Oyuncuları arasında David Bowie’nin de bulunduğu Absolute Beginners filminin müziği ve benim nezdimde Bowie’nin en neşeli değilse bile belki de en olumlu, en umut dolu eserlerinden biri olan, coşkulu gitarlar ve capcanlı bir piyanoyla donatılmış, insanı sarıp sarmalayan bir sıcaklığa sahip Absolute Beginners (1986) parçası, adını Colin Maclnnes’in 1959 yılında yayımlanan romanından alır.
Nicholas Pegg’in de belirttiği gibi, Bowie’nin 1987 yılına ait Girls parçası Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? kitabından uyarlanan Blade Runner filminden bir cümleyi, “Yağmurdaki gözyaşları gibi” cümlesini, açımlar. Critchley ise Bowie’nin aynı tabiri üvey ağabeyinin cenazesine gönderdiği çiçeğe not olarak iliştirmesine değinir: “Sen bizlerin hayal edebileceğinden çok daha fazlasını gördün, fakat bu anların hepsi yok olacak –yağmurun alıp götürdüğü gözyaşları gibi.”
1997’de çıkardığı Earthling albümünün bana fazlasıyla Prodigyvari gelen açılış parçası Little Wonder'da Bowie, Pamuk Prenses masalındaki yedi cücelerin isimlerini sıralar.
1999 yılının albümü Hours için Critchley’nin belirttiği üzere: “Ortaçağdaki ibadet kitapları geleneğine atıfta bulunduğu söylenebilir.”
Aslında 1967 yılında kaydedilen, daha sonra ise Bowie At The Beep (2000) albümünde yer alan Karma Man şarkısı Ray Bradbury’nin Resimli Adam kitabının izlerini taşır; şarkı, bedenindeki dövmeleri korkunç ve tuhaf hikâyeler anlatan bir adamı konu edinir. Söz Bradbury’den açılmışken dünyayla iletişimini kaybeden ve uzayda süzülen kurmaca astronot Major Tom’un hikâyesini anlatan, adını 2001: Bir Uzay Destanı romanından ve filminden alan Space Oddity parçası, Ray Bradbury’nin uzaya tutkun “Roket Adam” ve uzaya saçılan astronotları konu edinen “Kaleydoskop” öykülerini de aksettiriyor olabilir belki.
Bowie, Ray Bradbury’yle şahsen tanışmıştır da. Alice Cooper, David Bowie ve Ray Bradbury’yle yediği bir yemekten bahseder: “Çok ilginçti çünkü o ikisi dış uzayda bir yerlerdeydi,” der ve, “onlar kuantum fiziğinden bahsederken, ben kullandıkları arabaların markalarını soruyordum” diye ekler.3
Critchley, Heathen’da yer alan Sunday parçasıyla Wallace Stevens’ın kaleme aldığı “Sunday Morning” şiiri arasındaki paralelliğe dikkat çeker: “Stevens’ın kuşları alçaldığında, Bowie Zümrüdüanka kuşu misali yükselir. Geriye hiçlik kalır. Her şey değişiyordur.”
Bowie’nin 2013’te çıkardığı albümü The Next Day içinde üç yazar barındırır. Albümün 10’uncu parçası Dancing Out In Space Belçikalı sembolist şair ve roman yazarı Georges Rodenbach’tan bahseder: “Silent as Georges Rodenbach. Mist and silhouette.” Albümün kapanış şarkısı olan, Simon Critchley’nin yorumuyla “bir oğlun ya hapse giren ya da evi hapishaneye çeviren babasına” duyduğu nefreti anlatan, akustik gitarın ve bir dalga misali yükselip alçalan yahut bir sis misali yayılan ve dağılan bir vokalin ön plana çıktığı Heat adlı parçada Mişima’dan, Bahar Karları’ndaki bir sahneden söz eder Bowie: “Then we saw Mishima’s dog/ Trapped between the rocks / Blocking the waterfall.” (Mişima’nın bizzat Bowie tarafından çizilmiş bir portresi Berlin’deki evinin duvarını süslemiştir.) I’d rather be high ise “Nabokov is sun-licked now” cümlesiyle başlar.
Her ne kadar Bowie’nin müziği bilimkurguyla bütünleştirmesi ötekiliği, soyutlanmayı, dışarıdaki olmayı ifade etmenin bir yoluysa da sadece kurmaca eserlerle sınırlı değildir Bowie’nin kitap tutkusu. Özellikle If You Can See Me başta olmak üzere Next Day albümü Bowie’nin Orta Çağ'a olan merakından izler taşır. Müzik yapımcısı ve müzisyen Tony Visconti, Billboard dergisine verdiği bir söyleşide Bowie’nin o dönem tarih kitapları okuduğundan söz eder.
Açgözlü bir okur olduğu aşikârdır Bowie’nin: 2002 yılına ait bir söyleşisinde okuduğu tüm kitapları sakladığından, başka türlüsünün elinden gelmediğinden bahseder ve kimi geceler kitaplığına baktığını, ömrünün okumak istediklerine yetmeyeceğini düşündükçe korkunç bir kedere kapıldığını söyler. Oxford Sözlüğü’nü ilk okuduğunda her şey üzerine upuzun bir şiir olduğunu düşündüğünden dem vurur. Bir insanda en sevdiği özelliğin ne olduğu sorusunu ise, “Ödünç aldığı kitapları iade etmesi,” cümlesiyle yanıtlar.
Bahsi geçen tüm yazar ve şairlerin yanı sıra Stephen King, Julian Barnes, Martin Amis, Peter Ackroyd, Capote gibi isimler de yer alır Bowie’nin okuma listesinde. Bir okuma listesi de, bilindiği üzere, yakın zamanda Bowie’nin oğlu Duncan Jones’tan gelir: Babasının en sevdiği kitapları içeren 100 kitaplık bir okuma listesi hazırlar Jones ve bizleri kurduğu çevrimiçi kitap kulübünde bu kitapları okumaya davet eder.4 Duncan Jones babasının evde her gün bir yahut iki saat kitap okunmasını şart koştuğunu, Orwell, Philip K. Dick, J. G. Ballard, William Gibson gibi yazarları babasından öğrendiğini anlatır.
Evet, yazarların etkisi büyüktür, başka bir söyleşisinde Dadaistlerden çok şey öğrendiğini söyleyen, Bowie üzerinde fakat öte yandan, kayıpların hatırasıyla yazan, isyan, tecrit, yalnızlık, fanilik ve hasretten konuşan, bir tekini olsun yinelemekten sakınmayan müzisyen, sayısız yazarı etkilemiştir de: Irwine Welsh, David Bowie sayesinde yazar olduğunu söyler.5 Güney Afrikalı oyun yazarı, romancı ve şair Deborah Levy, David Bowie’den, Tolstoy’dan etkilendiğinden çok daha fazla etkilendiğini ifade eder. Dahası, İngiltere’nin Brexit’ten çok Bowie’nin müziklerine ihtiyacı olduğunun altını çizer. 6Frank Miller Batman: Kara Şövalye Dönüyor’u Bowie’den ilhamla yazdığını belirtir. Bowie Philip K. Dick için de büyük bir ilham kaynağı olmuştur: K. Dick, Valis’i Dünyaya Düşen Adam filminin etkisiyle, dahası filme hürmeten kaleme aldığını itiraf eder. Sekiz bin sayfalık devasa yapıtı Exegesis’te ise David Bowie’nin bahsi beş kez geçer. Neil Gaiman, Bowie’ye sadece Sandman’de yer vermekle kalmaz, Japon sanatçı Yoshitaka Amano’yla birlikte The Return of the Thin White Duke’ü yaratır. Pulitzer Ödüllü Amerikalı şair Tracy K. Smith, 2011 senesinde Bowie’ye göndermelerle dolu olan Life on Mars’ı çıkarır. Nice kitapta ve nice kitap yazılırken çalar Bowie’nin şarkıları: Bunlardandır Manu Larcenet imzalı, bol ödüllü grafik roman Sıradan Zaferler ve Aslı Tohumcu’nun son kitabı Durmadan Leyla.
“Böylece dalan bendim bu kırılan âleme”
Hart Crane, Yıkılan Kule7
Hayatı boyunca, müziğin yanı sıra, sinema, tiyatro, pandomim, resim ve edebiyatla, sanatın hemen hemen tüm dallarıyla ilgilenmiş olan, Critchley’nin ifadesiyle “dehası, ruh hali ile müziği, ses aracılığıyla titiz bir şekilde birleştirmesinde yatan”, popüler kültür üzerinde müstesna bir etki yaratan Bowie, “parlak ve sonsuz gökyüzünün altında, şehrin dağınık arka sokaklarında dolaşan bir yolcudur; zaferlerin ve muhteşem yenilgilerin, geleceğin ve hatta daha iyi bir gelecek talebinin” simgesidir. David Bowie’nin albümleri şarkılar toplamından ibaret değildir, yeni imgelemlere, kültürlere, kitaplara, sanat eserlerine ve seslere açılan kapılardır. Her şeyden çok, parçası olduğu kültüre, içinde yaşadığı topluma katkıda bulunmak istediğini söyleyen Bowie salt bir “rock star” olmayı kabul etmemiştir hiçbir zaman, yaşamını üretmek üzerine örmüştür. Görsel sanatları, tiyatro ve sinemayı, edebiyatı, farklı farklı müzik türlerini bir sünger misali içine çekmiş, her birini kendinin kılmıştır.
Britanya Posta Servisi Royal Mail tarafından albüm kapakları ve konser görüntüleri posta pullarına dönüştürülen, hatta yeniden “dünyaya düşmeleri” için balonlarla pulları uzaya gönderilen Bowie’nin tüm müziğini, bana kalırsa, bir “özgürlük eylemi” olarak tanımlamak mümkündür: Ondan dinledim ben dünyanın hastalıklı hâlini; onunla öğrendim başkaldırıyı.
John Banville’in dediği gibi, “kim bilir, belki hayatın tamamı ondan ayrılmaya uzun bir hazırlıktır”8 ve Bowie’nin bize veda hediyesi olarak bıraktığı, ölümünü dahi bir tür sanata dönüştüren son albümü Blackstar’la yaptığı da budur. Dedikleri gibi, aslolan vedalardır belki de, kim bilir…
Major Tom’un nihayet aradığı huzura kavuştuğu Blackstar’da bundan sonra kendisini görmek için yukarı, gökyüzüne bakmamızı söyleyen Bowie, benim için, yaşamın karanlıkları içinde bir yerde, ışıklı bir noktaydı her zaman, güneş doğmaya, yağmur yağmaya devam ettiği sürece öyle olmaya devam edecekse de şimdi ölümü üzücü bir şarkıdan fazlası…