Küle yazılmış öyküler

Birbirine bağlı öykülerden oluşan Yangından Sonra’da dayatılmış bir yaşamın ağır koşulları hüküm sürer. Ve bütün bu koşullar karakterler aracılığıyla bir süzgeçten dökülürcesine resmedilir… Aziz Gökdemir’le son kitabı Yangından Sonra üzerine konuştuk.

26 Şubat 2020 18:31

Yangından Sonra’nın girişindeki aile ağacı bizi, içerde neyin karşılayacağını bilmediğimiz bir eşiğe çekiyor. Kitabın ilk öyküsü “Civan” Gezi Olayları’nda yaşamını yitiren aile fertlerinden ilki. Civan’ın ölüm anında ruhunu karşılayan mavi saçlı Sırpuhi’nin, “Civan. Sana söylememiz gereken bir şey var,” final cümlesiyle bir karanlığa doğru çekildiğimizi anlıyoruz. Bizi o karanlığın eşiğinden içeri alan Sırpuhi’yle, bizi içeri buyur eden Civan’ın buluşması bir öteki dünya metaforundan ibaret olmasa gerek… 

Yüzeye en yakın duran o bağlantıya iki şey daha ekleyebiliriz belki. Herhangi bir sıra gütmeden söyleyeyim. Bir tanesi, bulundukları yerin, daha doğrusu üzerinde yaşadıkları toprakların, hayat diye bildikleri her şeyin onları bir bocalama haline hapsetmiş, arafta kıstırmış olması. Sırpuhi ile kocası için bunu çok fazla kaydetme şansımız yok eldeki metinde, ama Civan’ın sonradan yazdığı mektubun hemen her cümlesi buna işaret ediyor.

Bir diğeri daha da derinde duruyor. Bu kişilerin bir araya geldiği karanlık tabloda hayal meyal seçilen birtakım ipuçları var. Otelin adının ve odada ikamet eden ruhların gerçekle bağlantısına bu öykü ilk yayımlandığında bir eleştirmen değinmişti; Divan Otel’in yerinde eskiden Ermeni mezarlığı olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama o zaman öykü tek başına duruyordu ve Civan’ın adının arkasında ne gibi ihtimallerin saklı olduğunu sormak kimsenin aklına gelmemişti. Şimdi, kitabın son öyküsünde, Ferhan’ın arabasına bindiği kadının sesinde yakaladığı bir tını ve zihninde, kulak hafızasında bu tınıyı kendi ailesiyle buluşturması bize başka bir ipucu daha sunuyor. Bazen fark ettiğimizin ötesinde birtakım sırlarla bağlıyız birbirimize.

Kişinin bir yerden başka bir yere gitmesiyle zihnin mekânla olan ilişkisi kopmuyor. Uğradığı değişim, dönüşümden aldığı hasar oradan kopan zihin için eski haliyle varlığını sürdürüyor. Bir değişim söz konusu olduğunda kalan için de sonuç değişmiyor. Şu cümlede olduğu gibi: “İşine bakar bu sokak, mahpushaneyi çekip çeviren bir gardiyan gibidir…”

Ferhan’ın gidip de çakılıp kaldığı ülkede ünlü bir deyiş vardır. “Filanca kişiyi filanca yerden çıkarabilirsiniz ama o filanca yeri o kişinin içinden çıkaramazsınız,” denir. Aslında taşra ve taşralılar için söylenir bu, yani lafı dolandırmaya gerek duymayan bir sınıf aşağılaması. Ama İngilizcede o bağlamda taşra anlamında kullanılan “country” sözcüğünün ilk anlamının “ülke” olması ister istemez o sözü akla getiriyor soruna cevap olarak. Bunu ailenin bir yerlere gitmek isteyen ama oldukları yere çakılı olduklarını hisseden (hasta yatağından kanatlanıp uçmayı hayal eden anne dahil) diğer fertleri için de söyleyebiliriz.

Bir yandan da gerçekten o sokak işine bakmaktadır. Gardiyanın çekip çevirdiği mahpushane hakkındaysa çok fazla şey söylemeye gerek yok galiba, içinde bulunduğumuz ortamda.

Mekân demişken, ailenin yaşadığı muhit ve değdikleri diğer semtler birer öykü karakterine dönüşüyor. Bu şehir, geçirdiği değişimlerle, bir geçmiş olma özelliğini kaybediyor hafızalarımızda. Bahsi geçen semtlerin senin için önemli olduğunu biliyorum…   

“Siyah Bir At”tan anlaşıldığı kadarıyla aile Göztepe’yle Erenköy arasında, caddenin biraz yukarısında oturuyor. Ben de 9-10 yaşımdan beri oraya komşu olan Erenköy-Caddebostan bölgesini muhit bildim. Çocukken o bölgenin ötesinde Fenerbahçe, Kadıköy, Moda, ortaokula başlayana kadar dünyamın dış sınırlarıydı diyebilirim. Nispeten sakin semtler yani. Şimdi düşünüyorum da, Erenköy’de elbette bir sürü köşkün yerini daha 1970’lerde apartmanlar almıştı ama bazıları hâlâ duruyordu. Biraz gözlerini kıssan ve hayal gücünü çalıştırsan, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sında betimlendiği halinden çok çok farklı değildi Erenköy Cami’nin çevresi. Zaten sokaklara sinmiş bir geçmiş var ama insanlar artık eski binaları hatırlamadıkları gibi adı sokaklara verilenlerin neler yaptığını da hatırlamıyorlar; mesela camiden beş dakika yürüsen Abdülhalik Renda Sokak’a varırsın. 1915-1918 arası Bitlis’ten Muş’a, Halep’ten Der-Zor’a çöp süpürür gibi insan süpürmüş bir adam.

1970-80’li yıllarda geniş bir köşk arazisine iki ya da üç apartman dikildikten sonra bazen köşk harap da olsa öylece bırakılırdı. Kulübeden hallice bir bekçi evi ve diğer müştemilat da arazinin bir köşesinde, semtin kaybolmuş dokusuna ait gizemli bir ipucu gibi dururdu, kapısı kilitli. O zamanlar rant zekâsı yeterince gelişmemiş olduğundan geniş arka bahçeler de ayırırdı müteahhitler apartman yaparken. Dalan sahil yolunu yapana kadar Caddebostan bir tek 13 numaralı otobüsün hizmet verdiği sessiz bir muhit görünümündeydi. Daha kuzeydeyse Erenköy tren istasyonunun çevresinde Ethemefendi Caddesi hariç bir dinginlik hakimdi.

Özetle, kitaptaki ailenin depresyon yüklü fakat özünde sessiz sakin bir hava solumasının ardında büyük ölçüde çok iyi tanıdığım o sokakların payı var. Artık hiçbiri eskisi gibi değil, ama ben zamanın ruhunu tam olarak yansıtmaktansa biraz hile yapmayı tercih ettim.

Neslihan’ı isyan ettiren olayların yaşandığı Armutlu tepeleri de biraz öyle. Daha ziyade ilk gittiğim yıllardaki haline dayanarak yazdım; “Bu Hayat” öyküsüne koyduğum fotoğraflar da o zamana, 80’li yılların sonuna ait. Şile ha keza; feneriyle, virajlı yoluyla benim için özeldi. Bugünkü hali beni pek ilgilendirmiyor.

Metnin genelinde varlığını hissettiren ölüm, herkesi bir şekilde yakalıyor en zayıf olduğu yerinden. Bütün karakterler ölmüyor ama kalanlar gidenlerin yükü altında bir bedele mahkûm ediliyor. “Bir hayat vardı geride kalan, önündeyse bir başkası; ikisi de yanlış hayat,” dedirtecek kadar…

Cümle Ferhan’ın kendisini en yalnız, en boşlukta hissettiği anlardan birini betimliyor ve o noktada henüz kimse ölmüş, kimse geriye kalmış değil. Bir yandan da elbette belirttiğin gibi diğer aile bireyleri için de söylenebilir bu söz ve senin kurduğun denklem kurulabilir, bedel unsuru gitgide öne çıktığı için. Babanın anlamını yitirmiş bir hayatı sürdürmekle ölmek arasında, Neslihan’ınsa öfke içinde debelenmekle her şeyi geride bırakmak arasında kaldığını söylemek mümkün. Anneninse önünde seçim diyebileceğimiz bir şey bile yok. Seçimleri birer birer elinden alınmış ve en ağır bedeli de o ödüyor.

Her ne kadar bu bir aile hikâyesi gibi gözükse de metnin fonunda kimliklerimizi ablukası altına alan sancılı bir varoluş serüveni var. Aslında hiçbir yer yaşanası değil. Bu yüzden “O lanetli topraklardan sürgün bir güruh olarak hepimiz kendi başımıza yaşamalı, yalnız ölmeliyiz.”   

Herkes için genelleyebilir miyiz, bilmiyorum. Bazen bakıyorum da sancısız yaşayabilen bir sürü insan var. Aslında herhalde daha yaygın bir insan türü, ya da insanlık hali diyelim, niçin sancılı bir ruh hali içinde olduğunu anlamaya çalışmadan oraya buraya saldırı. Dolayısıyla öykü kişilerinden birinin ağzından bu kadar açık bir beyana yer vermemek belki daha gerçekçi bir tipleme olurdu ama örneklediğin cümlede mutsuzluğu bir totem haline getiren, gösterişe dönüştüren bir beyni naklen dinliyoruz.

Tabii basit bir sancı değil bu, “kimlik ablukası”nın bir sonucu ya da parçası olarak “sancılı bir varoluş”. İşaret etmek istediğin şeyin tek kişiyle hatta tek bir aileyle sınırlı olmadığını söylüyorsun zaten. Haklısın; kitapta ve özellikle bu cümlede deşilen iki ülke de bu konuda çok zengin bir tablo sunuyor bize. Dayatma, bellek sıfırlanması, tahakküm, kaynaşma, kaynaşamama, dönüşüm, kazananlar, kaybedenler, vs. bahsettiğin serüvenin atmosferini oluşturuyor; yani ben çerçeveyi ne kadar bir aileye, hatta bir kişiye kadar daraltsam, ortaya çıkan soyutlanmış bir örnek değil, bir kesit.

Baba figürü oldukça silik…

Biraz öyle olmak zorunda. Bir nevi lüzumsuz bir adam; karısının, kızının, küçük oğlunun barındırdığı derinlik onda yok. İç gözlem eğilimi de yok diyecektim ama var; var, fakat kendisini çok fazla ve dürüstçe deşecek donanımdan yoksun. Ve zaten kitabın yarısı boyunca onunla birtakım özellikleri paylaşan Ferhan’ı o kadar dinledik ki babanın da aynı şekilde öne çıkması tahammülümüzü zorlardı. Biraz da bu nedenle “Siyah Bir At” öyküsü çok uzun süre takılıp kalmıyor Selahattin’in zihninde; onunla Ruziye arasında gidip geliyor çapraz sorgu gibi.

Ferhan’ın kadınlarla ilişkisi sorunlu…

Ferhan’ın etrafındaki kadınların, onları tanısın tanımasın, kendisi için önemli bir sorun oluşturduğu anlaşılıyor. Tabii bunun aslında kadınlarla pek ilgisi yok; dünyanın erkeklik sorunu olarak adlandırabileceğimiz bu olguyu Ferhan’ın gözünden rötuşsuz bir biçimde yansıtmaya çalıştım. Adını sanını bilmediğimiz o kadınların yanında, ilk öyküde Maria, ikinci öyküde Ayser, Ferhan’ın hikâyesine eklemleniyorlar. Onlar olmasa bu öyküler de olmaz, ama anlatılan hep Ferhan’ın hikâyesi. Diğer öykülerde Ruziye’yi, Selin’i, Neslihan’ı kendi sesleriyle anlatıcı olarak dinlediğimiz halde Maria ve Ayser büyük ölçüde sarf ettikleri sözlerle kendilerini duyurabiliyorlar; içlerinden geçenleri hemen hemen hiç duymuyoruz.

Zaten Maria da bunun farkında ki dördüncü duvarı yıkıp bizimle konuşuyor, öykünün uzunluğundan şikâyet ediyor, bir sanat eserinde en az iki kadının bulunup bu ikisinin de arasında konusu bir erkek olmayan diyalog geçip geçmediğine bakan Bechdel testini anıyor, ve yazarın onu oraya bir nevi denge unsuru olarak yerleştirmiş olmasından ötürü duyduğu rahatsızlığını ilan ediyor, alayla karışık.[1]

İki taraf açısından bitmiş bir ilişkinin son meyvesi olan Selin, yukarda bahsettiğim bedelin yüklenicisi olarak bu hikâyenin en yaralı tarafında duruyor. Ona dair yazdığın, kendisini ifade eden cümle oldukça etkileyici. “Küçük bir dipnot kendisini nasıl hissederse ben de öyle hissediyorum şimdi kendimi.”

Tesadüf bu ya, aile ağacımın evlilik yoluyla genişleyen cephesinde de dört çocuklu bir dal var. O dört kardeşin en küçüğü de uzun bir aradan sonra bir kaza eseri ana rahmine düştü, kendini bildi bileli dipnot da değil, dipnotun sonundaki nokta olmanın sonucu türlü savunma, sivrilme ve sıyrılma mekanizmaları geliştirmek zorunda hissetti kendini. Zıpırlığı nedeniyle içine daldığı belalardan zekâsını kullanarak kurtulmayı başardı. Bu ne kadar yaygın bir olgudur bilemiyorum ama tek çocuk olduğum halde benim de kendimi ortamdaki en küçük ya da en önemsiz varlık olarak bulduğum çok oldu. Bilinçli olmasa da bütün bunların Selin çorbasında tuzu olabilir; emin değilim.

Kitabın tamamı Bechdel sınavından çakıyor mu sonuçta?

Öyle olması lazım, kitabın kendi içinde tutarlı olabilmesi, öykülerdeki kadınların şikâyetlerini anlayabilmemiz için. Hatta Neslihan’la annesinin konuşmak üzere oldukları bir bölüm var; aniden konuşmayı ıskalıyoruz. Bu, anlatım tekniğine orada tam uygun düşmekle birlikte, sanırım Bechdel testinden geçemeyeyim diye yaptığım bilinçdışı bir hamle.

“Adımı bulmakta zorlanacaksınız,” diye yazara sitem eden Ruziye’nin ismini bu söyleşide bu kadar çok geçirmenin bir nedeni de bu olsa gerek…

Evet, Neslihan’ın Pink Floyd’a, Dire Straits’e cinsiyetçi şarkı sözleri nedeniyle giydirirken seslendirdiği öfke güçlü fakat kısa süreli; Ruziye’nin aynı damardan gelen ama sessiz sedasız yakarışıysa biraz daha kalıcı ve yürek yakıcı. Altmışına yaklaşırken on dört yaşından beri kaç kez çay demleyip ailesine tepsiyle getirdiğini hesaplamaya çalıştığı satırda olduğu gibi: “Daha öncesi de var da çocuktum, düzenli değildi hizmetim.”


[1] Bechdel testi: Kurgu ürünlerinde kadınların temsil oranını gösteren bir ölçüt. Alison Bechdel’in 1985 yılında yayımlanan bir çizgi romanındaki kahramanlardan biri, herhangi bir filmi izlemek için o filmin üç koşulu sağlamasını ister: 1-Filmde en az iki kadın karakter olmalı. 2- Bu iki kadın karakter birbirleriyle konuşmalı. 3- Ve bu konuşma erkeklerden bağımsız olmalı. Bechdel-Wallace testi olarak da bilinen ölçüt, söz konusu filmin iyi ya da kötü, feminist ya da anti-feminist olduğuna ilişkin değildir; sadece sinemada değil herhangi bir kurgusal eserdeki kadın temsili için giderek daha fazla kullanılır olmuştur. (Editörün Notu)