Terry Eagleton’ın en çok eleştirildiği konu, çok sık ve dağınık yazması, birçok alanda söz sahibi gibi bir tutum takınması, bazen gereğinden fazla alaycı bir üsluba sahip olması olabilir ama bir edebiyat eleştirmeni olarak Eagleton...
18 Haziran 2015 15:00
Tıpkı Slavoj Žižek ya da Zygmunt Bauman gibi yaşı ilerledikçe daha da üretkenleşen, kitaplarının hızına yetişmekte zorlandığımız akademisyenlerden biri olan Terry Eagleton, belki de en ağır konulara girip çıkan ama belli ki yazarken çok eğlenen, böylece okurunu da eğlendiren bir yazar. Eagleton’ın, Marksist eleştiriden, bir Wordsworth şiirinden veya Shakespeare’den derinlemesine çözümlemeler yaparak bahsederken, bir yandan espri yapıp satır arasında gülümsetmeyi becerebilen, eşine az rastlanır bir üslubu var. Kaleme aldığı metinlerin bu şakayla karışık tabiatına rağmen, ciddiye alınmaması imkânsız bir yazar elbette. Birçok kitabının birbirinden farklı yayınevlerince Türkçeye çevrildiği, hatta birkaç kez Türkiye’ye gelip konferanslara katıldığı hatırlanacak olursa, Eagleton’ın burada sadık bir takipçi kitlesi edindiğini kabul etmek gerekiyor.
Yazarın, Elif Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilen ve iddialı bir başlığı olan kitabı Edebiyat Nasıl Okunur, birkaç yıl önce yayımlanan ve Kaya Genç’in Türkçeye çevirdiği Şiir Nasıl Okunur’un devamı ya da tamamlayıcısı olarak değerlendirilebilir.
Öncelikle her iki kitap da aynı iddiayla, edebiyat eleştirisinin tarihe karışmaya yüz tutmuş bir meslek olduğu itirafıyla başlıyor ve edebiyat öğrencileri ile genel okura hitaben yazılmış eserler olduklarının hatırlatılmasıyla devam ediyor. Edebiyat Nasıl Okunur’da bu giriş sözlerine bir ekleme yapıyor Eagleton ve kitabın misyonuna dair niyetini en baştan ortaya koyuyor: “Çözümlemenin bir metinden
alınacak keyfin baş düşmanı olduğu şeklindeki mitin yıkılmasına katkıda bulunmayı umuyorum.” Böylece, edebiyat eleştirisinin, metinleri çözümlemenin keyfine davet ediyor okurları ki kendisi de eser boyunca bunun keyfini çıkarıyor. Anlaşılan Eagleton, kitapları eleştirerek seviyor, çözümleyerek daha yakından tanıyor, karşılaştırarak ve farklı bağlamlarda ele alıyor, bir elekten geçiriyor ve gündelik dilde olumsuz bir çağrışımı olan “eleştiri”nin aslında okuma zevkiyle paralellik taşıdığını gösteriyor. İşte bu noktada kitabın isminin neden “Edebiyat Nasıl Eleştirilir” değil de “Edebiyat Nasıl Okunur” olduğunu daha iyi anlıyoruz. Aynı yaklaşımı Şiir Nasıl Okunur kitabında da yansıtmıştı yazar. İstese bu kitapta da eleştiri kelimesini başlığa taşıyabilirdi, ama önemli olan kendisinin bir şiiri nasıl okuduğunu göstermek ve işin keyfini paylaşmaktı. Eleştiriye davet, okumaya davetti aslında.
Bu sebeple her iki kitabı da öğrenciler için yazılmış, ama üslup ve içerik olarak ders kitabıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan kaynak eserler olarak değerlendirmek mümkün. Kendi öğrencisini yaratan kitaplar da diyebiliriz bu iki eser için. Zaten öğrencilik tabiatında ders kitabından zevk almak diye bir şey yoktur, ama Terry Eagleton’ın yaklaşımını içeriden çökertmek isteyen edebiyat öğretmenleri varsa, bu iki kitabı müfredata alıp yazarın daha az okunmasına vesile olabilirler.
Şiir Nasıl Okunur’da, yine o ironik üslubuyla şöyle diyordu yazar: “Gündelik, hatta hayali insanlardan sanki gerçekmişçesine bahsetmek psikoz olarak tanımlanır; üniversitelerdeyse aynı durum edebiyat eleştirisi olarak bilinir.” Bu cümle, Eagleton’ın her iki kitapta da takip ettiği ve uzun bölümler ayırdığı iki izleği sunuyor bize. Birincisi, edebiyat eserlerindeki kahramanların gerçekten yaşamış kişiler gibi ele alınmasının doğru olup olmadığı tartışması ve hayal gücü meselesi, ikincisi de, edebiyat eleştirisi dediğimiz o ciddi, ağırbaşlı disiplinin, birçoklarınca neden ciddiye alınmadığı sorunu. Böylece Eagleton hem kendi mesleğini eleştiriyor hem de kitap okuması için para verilen insanlardan biri olmasıyla dalga geçer gibi yapıp, uzun uzun hesap veriyor bu konu hakkında.
Birinci meseleyle, yani edebiyattaki kahramanlarla ilgili kısım, Edebiyat Nasıl Okunur’un “Karakterler” başlıklı en keyifli ve en tartışmalı bölümünün ana teması. Yazarların ya da yazar adaylarının ilgisini özellikle çekecek bu bölüm, edebiyatın popüler kahramanlarının üzerinden şöyle bir geçip, karakter yaratmanın arkasındaki toplumsal ve kültürel sıkıntıları gündeme getiriyor. Burada önemli bir tartışma açıyor Eagleton. Karakteri, bireyin özünü yakalamanın zorluğundan bahsediyor. İnsanların birbirlerinden o kadar da farklı olmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor ama bir yandan da ortak noktalarımızın azlığından bahsediyor. Yine de Eagleton’ın vardığı yer, bize benzersiz bireyler olma yolunda bile hepimizin ortak toplumsal süreçlerden geçtiğimizi gösteriyor. Öngörülebilir bir hayatımız olduğunu, öyle olmasaydı sosyologların işsiz kalacağını iddia ediyor, ancak sosyologlar bir yana, yazarlar için ne demeli? Öngörülemez olanın, diğerlerinden farklı olanın, sürüden ayrılan karakterlerin, bazen başına –anti ekini getirdiğimiz kahramanların öykülerini anlatan yazarlar söz konusu olduğunda, insanın ne kadar öngörülebilir bir varlık olduğu tartışmaya açık.
Bu kısacası, gerçek hayattaki karakterlerle kurgusal karakterlerin karşılaştırılmasından ibaret bir yaklaşım. Modern bireyin ortaya çıkışıyla bir edebi tür olarak romanın ortaya çıkışı hep bir paralellik içinde ele alınır, ama burada Eagleton, bireyi tamamen karşıt bir bağlamda ele alıp şu iddiaya yaslanıyor: “ ‘Birey’ kelimesi [individual], eskiden ‘bölünemez’ [indivisible] anlamına geliyor ve bireylerin daha geniş bir bağlamdan koparılamayacağına işaret ediyordu. İnsan toplumuna doğduğumuz için bireysel insanlar oluyorduk. Belki de bu İngilizcede ‘tekil’ ve ‘müstesna’ gibi anlamlara gelen ‘singular’ kelimesinin aynı zamanda ‘tuhaf’ demek olmasının da sebeplerinden biridir.” Bireysel ve toplumsalın karşıtlığından hareketle modernist edebiyata giriş yapmış oluyor Eagleton ve elbette kimlik bunalımının, karakter anlayışının modernistlerde nasıl temellendiğini ya da daha doğrusu kimliğin bir türlü temellendirilemediğini gösteriyor. İnsanın kendisine bile yabancı olduğunu anlatan modernist edebiyatta, karakterin önüne başka bir edebi unsurun, dilin kendisinin geçtiğini de vurguluyor yazar. (Tam bu noktada çok ilginç bir ara verip, Thomas Hardy’nin Adsız Sansız Bir Jude romanındaki ünlü kadın karakter Sue’yu ele alan bir bölüme başlıyor Eagleton. Bu bölümün ilginç yanı, Eagleton’ın kendi kendisini eleştirmesi. Uzun yıllar önce yazdığı bir yazıdan alıntı yapıp kendi yaklaşımını nasıl da “acınası ölçüde isabetsiz” bulduğunu aktardığı bölüm, eserle ilgili önemli iddialarda bulunuyor.)
Edebiyatın lokomotifi hayal gücüdür; Eagleton bunu kabul ediyor, ama bu “hayal gücü” meselesiyle ilgili bir sıkıntısı var. Her iki kitapta da hayal gücüne sataştığı bölümlerde, çok basit bir şekilde hayatımızdaki kötülüklerin de hayal gücünün eseri olduğunu belirtmeden geçmiyor. Hatta kopyalayıp yapıştırdı mı yoksa daha önce yazdığını unutup bir daha mı yazdı bilemiyoruz ama, altı yıl arayla yazdığı bu iki kitapta, Şiir Nasıl Okunur’da (sayfa 37) ve Edebiyat Nasıl Okunur’da (sayfa 88) neredeyse kelimesi kelimesine aynı cümleyle karşılaşıyoruz. Edebiyat Nasıl Okunur’da şöyle diyor yazar: “Hayal gücü… her türlü karanlık, hastalıklı senaryoyu da hayata dökebilir… Hayal gücünün insan yetilerinin en yücesi olduğu düşünülse de, aynı zamanda fanteziye, ki fantezi genellikle bu yetilerin en düşüğü olarak sınıflandırılır, korkutucu bir şekilde yakındır.” (Şiir Nasıl Okunur’da da şöyle bir cümle göze çarpıyor: “Hayal gücü… her tür karanlık, hastalıklı senaryoyu da yansıtabilir. İnsan yetilerinin en ‘yüksekleri’nden biri olarak saygı gösterilse de, en çocukça ve regresif yetilerden biri olan fanteziye de utanç verici derecede yakındır.” Ayrıca yazarın 2012 tarihli Edebiyat Olayı başlıklı kitabının 71. sayfasında da bu cümlenin aynısı yer alıyor. Anlaşılan yazar arada sırada bir-iki kelimesini değiştirdiği bu cümlesini çok seviyor.)
Hayal gücü, bir başkasının hislerini duyumsamaya çalışmak, var olmayanın var olandan daha büyüleyici ve ilginç olması, kısacası romantik edebiyata özgü bu yaklaşım Eagleton’ın özellikle üzerinde durduğu bir konu. Bu, kitap için önemli bir mesele, çünkü edebi karakterleri değerlendirirken altı çizilmesi gereken iddialarla karşılaşıyoruz. Yazarın hayal gücü karşısındaki bu anti-romantik duruşu, bir yandan anti-empatik bir duruşu da sergilemiş oluyor. Herhalde empati son dönemlerde moda bir tabir olduğu için, “Birini anlamanın tek yolu empati değildir,” diyor Eagleton. Bununla kalsa iyi, ama “Bay Eagleton”lığını bırakıp “şu bizim Terry” oluyor yine. Diyor ki, “Dracula ya da Mansfield Park’taki Bayan Norris gibi iğrenç karakterlerle de empati kurmamız gerekiyor mu?” Kitabın son bölümünde, feminizm bağlamında, zulüm gören kadın kahramanların yer aldığı Gotik romanların merkeziyet kazanmasından bahseden, sadece gerçekçi edebiyatın iyi eserler vermediğini, Gotik edebiyatın ikinci sınıf muamelesi görmesinin bir haksızlık olduğunu vurgulayan, Aykırı Simâlar isimli kitabında da Gotik edebiyatı ne kadar ciddiye aldığını anlatan yazarın böyle bir taşlamada bulunması ilginç.
Yazar, eleştiride empatinin yerinin olmadığına dair görüşünü, okuduğumuz kitapları belli bir mesafede tutmamız gerektiğini iddia ederek pekiştiriyor. Bu noktada sempati ve empati ayrımına gidiyoruz. Birisinin acısını paylaşmak, sempatiyi tanımlarken, birisinin hislerini hissetmek, empatiyi tanımlıyor yazara göre. Peki Dracula’nın hisleriyle ilgilenmediğini ima eden Eagleton, bir okur olarak onun acısını paylaşıyor mu acaba? Eagleton, Gotik roman okurlarının aslında vampir olmak istediklerini sanıyor anlaşılan, çünkü diyor ki, “Vampir olmayı dünyadaki her şeyden çok isteyen ciddi şekilde acayip insanlar olabilir, ancak çoğumuz Odysseus ya da Elizabeth Bennet olmayı tercih ederiz.” Eagleton, “çoğumuz” kelimesini kullandığı anda belli bir edebi türe ikinci sınıf muamelesi yapmış olmuyor mu? Bir de ona hatırlatmamız gereken bir şey var. Elizabeth Bennet adlı kahramanın yaratıcısı Jane Austen’dı; bir gotik roman parodisi yazmak için tekinsiz konulara el atan ve sonuçta istemeden de olsa bir gotik roman ortaya çıkaran, Northanger Manastırı’nın yazarı Jane Austen… Kim bilir, belki Jane Austen da empatik değil, sempatik olmak istemişti Eagleton gibi, ama “çoğumuz” için antipatik olmadı mı?
Eagleton’ın iki izleğinden bahsetmiştik az önce. Bunlardan ikincisi, yani edebiyat eleştirisinin durumu, hem Şiir Nasıl Okunur’un hem de Edebiyat Nasıl Okunur’un satır aralarına sızarak karşımıza çıkıyor, ama Eagleton’ın Edebiyat Kuramı, Tatlı Şiddet, Kültür Yorumları, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Edebiyat Olayı gibi, eleştirinin daha da derinlerine inen ve edebiyatın politikayla, felsefeyle, psikanalizle dallanıp budaklanan dünyasını resmeden eserleri, bizi dönüp dolaşıp “şiir nasıl okunur” ya da “edebiyat nasıl okunur” sorularından, “insan nasıl okunur” sorusuna yükseltiyor. Belki de Eagleton’ın en çok eleştirildiği konu, çok sık ve dağınık yazması, birçok alanda söz sahibi gibi bir tutum takınması, bazen gereğinden fazla alaycı bir üsluba sahip olması olabilir, ama bir edebiyat eleştirmeni olarak Eagleton, belli ki edebiyatla ve kendisiyle ancak böyle başa çıkıyor; şiirin, romanın, öykünün, ideolojinin, kültürün, toplumun ve bireyin “nasıl okunacağını” hem kendisine hem de bizlere tekrar tekrar sorarak, bazen muhalif bazen hâkim görüşlerden yana olarak ve kendisininkiyle birlikte bizim de kafamızı karıştırarak…