Kuvvet Lordoğlu'nun yayına hazırladığı Akademisyenlerden KHK Öyküleri, Barış İçin Akademisyenler'in öykülerinden oluşuyor. Lordoğlu, Filiz Arıöz ve Ferda Fahrioğlu Akın, sürece ve kitaba dair sorularımızı yanıtladı...
24 Mayıs 2018 14:10
Bu, zor bir yazı olacak, başından beri biliyorum. Size bahsedeceğim kitaptaki öykülerin gerçekliğini gündelik hayatımın içinde, arkadaşlarımda, tanıdığım insanlarda görüyorum. Bir umudumuz var hâlâ. Nedenini, nasılını bilmesek de avucumuzun içerisinde duran ve “yaşıyorsak, çaresini buluruz” dediğimiz bir umudumuz var hâlâ. Bir şekilde inanıyorum.
2016 Ocak’ında yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni, bir basın toplantısı ile kamuoyuna duyuruldu. Metnin imzacısı bin 128 akademisyenden yüzlercesi hakkında soruşturmalar başlatıldı, davalar açıldı, işleri ellerinden alındı ve hatta Kanun Hükmünde Kararnamelerle kamu hizmetinden men edildikleri için üniversiteye dönmelerinin önüne engeller konuldu.
Barış İçin Akademisyenler adına açılan web sitesinden 7 Mayıs 2018 tarihiyle ulaştığım son bilgilere göre, KHK ile kamu görevinden ihraç edilen, işten çıkarılan, istifa eden ve zorla emekli edilen kişilerin toplam sayısı 498. KHK ile kamu görevinden ihraç edilen kişi sayısı 286, işten çıkarılan 86, istifa eden 42, zorla emekli edilen 26, hakkında disiplin soruşturması açılan 505, “Üniversite Öğretim Mesleğinden veya Kamu Görevinden Çıkarma” talebiyle YÖK’e gönderilen dosyalar 112, görevden uzaklaştırılan 101, idari görevden alınan yedi, gözaltında 70, tutuklu dört, dava açılan 265, 15 ay hapis cezasına çarptırılan ve hükmün açıklanması geri bırakılan 12 ve 15 ay hapis cezasına çarptırılan ve cezası ertelenmeyen bir kişi var. Bu rakamlar sadece Barış İçin Akademisyenler arasından hak ihlallerine uğrayan kişileri ifade ediyor. KHK ile işsiz bırakılanların sayısı ise yüz bini çoktan aştı.
Kuvvet Lordoğlu’nun yayına hazırladığı Akademisyenlerden KHK Öyküleri kitabı, bu süreci yaşayan akademisyenlerden 15’inin yazdığı öykülerden oluşuyor. Didem Dayı, Ahmet Özdemir Aktan, Serdar Ulaş Bayraktar, Filiz Arıöz, Kuvvet Lordoğlu, Ferda Fahrioğlu Akın, Gül Köksal, Cenk Yiğiter, Özgür Müftüoğlu, Tolga Tören, Nilay Etiler, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, Hafize Öztürk Türkmen, Nejla Kurul, İbrahim Kaboğlu kitapta, KHK’lanmanın hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatıyorlar. Kimisi de ilk defa edebî bir öykü yazmaya ve kendi hikâyesini anlatmaya girişmiş bu kitabı fırsat bilerek. Kitapta anlatılan tüm öyküler alabildiğine gerçek ve bir o kadar da edebî…
Kitabın girişinde, Sema Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez’in yaşananlara ilişkin metinleri bulunuyor. Kaygusuz, “Mağdurun saf haysiyetinden doğan bu kitapta asıl işiteceğimiz şey, hepimizin hakkı olan uygarlığın dili olacak” diyor. Kesal, “Giderek elimizden alınan ve bize sürekli bir hiç olduğumuzu, hiçbir zaman hiçbir şeyi değiştirmeye gücümüzün olmadığını, başımıza gelenleri sessizce kabullenip olan biteni seyretmemizi isteyen, bunu öğreten ve dayatan sisteme karşı bir cesaret” olarak tanımlıyor kitabı. Burhan Sönmez ise, “Açlıklar, ağlayışlar, üzüntü ve öfkeler, daha iyi bir geleceğe olan umuda bağlanıyor. Kim yok edebilir o umudu” diye soruyor.
İlk öykü, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü’nden Doç. Dr. Didem Dayı’nın. Didem Dayı “bir insan birçok insandan oluşur” diyerek başlıyor ve onu kendisi yapan insanların kimler olduğunu, onlardan neler aldığını anlatıyor. Bu süreçte, yaptığı işin payını da tartışıyor. “Bir metni imzaladığı için birilerinin kahramanı, diğerlerinin de amansız düşmanı” olmanın tuhaflığını anlatıyor. Her şeye rağmen, bir imza ile işinden, öğrencilerinden, akademiden olmasına rağmen, “eğilip bükülmeyeceğine söz veren” öğrencilerinin toplamı olduğunu söylüyor Didem Dayı. “Şimdi tam anlamıyla alıntıyım... Ama en çok insanım!” diye sonlandırıyor öyküsünü. Eğitimi, kimliğinin arkasına gizlenen bir edebiyatçıyı çıkarmış içinden; bir haykırış, bir manifesto yazmış.
Sonraki öykü, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda görevli Prof. Dr. Ahmet Özdemir Aktan’ın. 2006 yılında İstanbul Tabip Odası Başkanlığı’na seçilen Aktan, Oda’nın seçim sürecini anlatarak başlıyor hikâyesine. İstanbul Tabip Odası’nda ve Türk Tabipler Birliği’nde dört yıl boyunca yöneticilik yapıyor. Savaşın bilinen en önemli halk sağlığı sorunu olduğunu; ölen ve yaralananların dışında evlerinde olanların, aç-susuz kalanların, ruh sağlığı bozulan insanların da hekimlerin sorumluluğunda olduğunu vurguluyor. “Bu yüzden barışı savunmak her hekiminin görevidir” diyor. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Ilımlı İslam ve Bilim” başlıklı makalesinin ardından başına gelenleri anlatıyor. Aktan, insanı okurken yaşadığı ülkeden soğutan süreci ayrıntılarıyla anlatıyor. Devlet adamlarının, mafya babalarının ve köşe yazarlarının yazdıklarını, söylediklerini hatırlatıyor. Kendinden çok, başkalarının onun hayatı için endişelenmelerine değinirken, bu ülkede yargılanma süreçlerinin nasıl işlediği konusunda yeniden düşünmeye çağırıyor.
Mersin Üniversitesi Kamu Yönetim Bölümü’nden Doç. Dr. Ulaş Bayraktar ise kendi öyküsünü anlatırken, “İnsan elden bir şey gelmediğine inanmaya başlayınca, hor gördüğü bir eyleme bile mecbur kalabiliyor” diyor. Sokaklar elimizden alınınca, yapabildiğimiz yegâne şey olan imza atmaya sitem ediyor ve kendisine başkaları tarafından verilen çeşitli kimliklerden bahsediyor. Mersin’deki Kültürhane’nin kuruluş sürecini aktarıyor. Mersin Üniversitesi’nden atılan insanlarla beraber evlerindeki kütüphaneleri birleştirip halka açık bir kütüphane hâline getiriyorlar. Bu dayanışma öyküsünü Bayraktar, “umut tohumlarını attıkları bir bostan” diye tarif ediyor.
Kocaeli Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Mimarlık Bölümü’nden Doç. Dr. Gül Köksal, bulunduğu bölümde kadın ve sorgulayan biri olmanın cezasını dekanlardan ve rektörlerden uzun süre boyunca çektiğini anlatıyor. Kızı ile arasında geçen diyalogları aracılığıyla bize gözden kaçabilecek bazı yaşamsal detayları düşündürüyor Köksal. KHK’ların üretim heyecanını durdurmadığını, bilakis dayanışmanın ona güç kazandırdığını vurguluyor.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı’ndan Dr. Cenk Yiğiter, hikâyesini 31 Mayıs 2013’ten başlayarak fragmanlarla anlatıyor. Yiğiter, KHK ile atıldığı üniversiteye LYS ile geri dönmek istemiş, ama üniversite buna karşı da bir nevi önlem almıştı. 2013’ten bu yana Türkiye’nin siyasî gündemi içerisinde şekillenen kendi hayatına tanıklık ediyor. Her şeye rağmen, umudunu koruyor ve bütün sorumluların âdil bir şekilde yargılanmasını talep ediyor.
Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi’nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu’nun hikâyesi ise etrafındaki herkesin ihraç edilip onun atlanması ya da unutulmasıyla başlıyor. Aynı metne imza atmasına ve aynı tarafta bulunmasına rağmen, neden onu ihraç etmediklerini kara kara düşünüyor ve kendinden utanıyor. Elbette unuttukları yerden tekrar başladıklarında, Müftüoğlu’nun da üniversite ile ilişkisi son buluyor. Özgür Müftüoğlu sürecin bütünlemesine bir değerlendirmesini yaparken, 10 Ekim katliamı sırasında Ankara’ya giden bir uçakta olduğunu ve yaşadıklarını da anlatıyor.
Marmara Üniversitesi’nden Dr. Tolga Tören, “Haklı bir hikâye bu” diyor: “Ortada bir mağdur yok ama ödenen bedeller var.” Bu süreçte, sadece kendisinin değil, etrafındaki hocaların da başlarından geçenlere yer veriyor. Bütün bu hikâyelerin en çok yaptığı şey havsalayı zorlamak. Tören, sevdiklerine veda edemeden, yapmak istediklerini yapamadan apar topar Türkiye’den nasıl çıktığını anlatıyor. Ve tabii yazdığı veda mektubunu da…
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Nilay Etiler, yazarak unutmak istediği bir hikâyeden kurtulup kurtulamayacağını merak ediyor ve bunu deniyor. İnsan kendine dair en unutmak istediği hikâyeyi yazarken bile bazı anları, yaşanan komik ayrıntıları atlamıyor. Üniversitedeki lojmandan apar topar taşınmalarının öyküsünü, henüz süresi dolmadığı hâlde kendi evine nasıl sokulmadığını anlatıyor. Yıllarca her sabah karşılaştığı insanların bir anda onu nasıl tanımazlıktan geldiğini paylaşıyor Etiler.
Dicle Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü Şehircilik Anabilim Dalı’ndan Yrd. Doç. Dr. Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, imza ile Diyarbakırlılar için varlığının bir anlam kazandığını ve artık “gözü pek bir yurtsever” olarak tanımlandığını anlatıyor. Diyarbakır’da güvenlik güçleri tarafından mütemadiyen çevrilen yollarını katıyor hikâyesine. Neden, diye soruyor ister istemez. Evinin aranması, gözaltı ve soruşturma süreçlerini anlatıyor ve insanların tavırlarının nasıl değiştiğine kafa yoruyor.
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’nda görevli Yrd. Doç. Dr. Hafize Öztürk Türkmen, bir Nâzım Hikmet şiiri ile başlıyor hikâyesine. Ve başından geçenleri bir başkasının hikâyesi gibi anlatarak devam ediyor. Kendisiyle aynı üniversiteden ihraç edilen arkadaşlarının hikâyelerini de ekliyor bu kapsamlı tasvire. Öztürk, ihraç edilmenin, “sıra ne zaman bana gelecek” diye beklemekten kurtulmak olduğunu söylüyor.
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Politikası Bölümü’nden Prof. Dr. Nejla Kurul, başından geçenleri önce edebî bir dille anlatmaya başlıyor. Sonra “Olay”ı kendisine yabancılaştırmayı tercih ediyor. “Olay henüz hakikat değildi... Asıl mesele olaya sadık kalmaktı” diyor. Geçmişin “cadı avıyla” bugün olanları karşılaştırıyor. Ve başına gelenleri anlatmaya, felsefe, sosyoloji ve edebiyatı harmanlayarak devam ediyor. Kurul, hikâyesinin sonunda meraklı okura yedi kitaplık bir okuma listesi de veriyor.
Son yazı ise Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun. Bu metin, yargılandığı davada bir buçuk saat boyunca okuduğu, sekiz bölüm içeren kırk dört sayfalık savunmasının kısaltılmış hâli. Kaboğlu, anayasanın maddeleriyle yargılandıkları davanın tüm iddialarını çürütüyor.
Kitapta yer alan diğer üç öykünün sahipleri olan Filiz Arıöz ve Ferda Fahrioğlu Akın ile yazılı olarak, Kuvvet Lordoğlu ile de telefonda kısa söyleşiler yaptım. Bu yazışmaların ve konuşmaların sonunda kendimi yokladığımda, bulduğum tek şey umuttu. Yaşıyorsak, umut var…
Bu çalışmanın nasıl ortaya çıktığını anlatabilir misiniz?
Kuvvet Lordoğlu: Kitabın başlangıcında KHK’lı bir arkadaşımız, Filiz Arıöz, kendi aramızda oluşturduğumuz gruba hikâyesini yazmak isteyen olur mu, bir araya gelebilir miyiz, dedi ve bu süreç başladı. Biz onun önerisi üzerine beş altı kişi bir araya geldik, belirli aralıklarla bir yerde toplandık, herkes bu işi nasıl yapabileceğini konuştu. Bir de profesyonel destek sağlayan metin yazarları vardı. Bunlar bize öykünün formatını, şekil, dil açısından nasıl olması gerektiğini aktardılar. Ondan sonra düzenli olarak her 15 günde bir hepimiz bir başkasının hikâyesini dinleyerek görüş bildirdik. İstanbul dışındaki bazı arkadaşlarımız katılamadı, onlar da öykülerini bize e-mail yoluyla ilettiler. Sonra da yayınevi bulma aşamasına gelindi. Birkaç yayınevi ile görüştük. Sonuçta iki yayınevi bize olumlu geri döndü. Birisi kâğıt konusunda destek sağladı, diğeri basım konusunda. Böylelikle kitap ortaya çıktı.
Kitaptaki öyküleri tekrar tekrar dinlemek, üzerlerinde çalışmak nasıldı?
O süreci fiilen yaşamış olduğumuz için kâğıda dökmek çok zor değil. Ama belki aradan zaman geçince, bunları tarihe, nadasa bıraktığımız zaman daha farklı etkilenmeler olacağını düşündüm. İki yıl oldu. Henüz çok yeni. Hatıralar da tazeyken, kaleme almak istedik. Biz toplumda önemli bir kesim açısından ihraç edilen akademisyenlerdik. Ama neyle ilgili, nasıl bir ihraçtı, bu süreç nasıl yaşandı, bizim akademisyen olarak yaşadıklarımız nelerdi, sonrasında ne oldu kısmı, önemli bir kesim tarafından bilinmiyordu. Bizim de onlardan farklı olmadığımızı, başka insanlardan farklı bir tarafımız olmadığını aktarmak için bu öykü kitabını kaleme aldık. Basında, televizyonda ya da başka bir yerde herhangi bir şekilde haber olunmuyor maalesef. Belki bu kitapla yaygınlaşması daha iyi olacak. Duyurulması açısından daha etki bulur diye düşündük. Kitap üçüncü baskıyı yaptı ve yayınevi dördüncü baskıya da gireceklerini iletti. Umarım olur. Bu ilgi devam eder. Belki sizin vasıtanızla da bu ilginin yaygınlaşmasını sağlayabiliriz. Bir de, yabancı dilde basımı için uğraşıyoruz. Almanca ve İngilizcesini düşünüyoruz, oradaki arkadaşların yardımıyla. Böyle bir şey olursa, yurt dışında da bize destek sağlayan kamuoyunu bilgilendirmiş olacağız yaşadığımız süreçten.
Akademiden uzaklaştırıldıktan sonra ne yaptınız? Şu an ne yapıyorsunuz? Sizin de pasaport ve SGK engeliniz var mı?
Her arkadaş için farklı bir süreç yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ama hepimizin aşağı yukarı bir yurt dışına çıkma sıkıntısı var. Yurt dışına çıkamıyoruz. Bu, önemli bir şey bizler açısından. Akademik çalışmalara ben bir süre yurt dışında devam etmek istiyordum, burs kazandım ama gidemedim Fransa’ya. O bursu da şimdilik uzatıyorlar, bu yılın sonuna kadar ama ne olur bilemiyorum. Yayın faaliyetine devam ettim. Bizden yazı isteyen kurumların bir kısmına yazıları verdik. Bir kısmı bunların benim ismimle değil, başka isimle yayınlanmasını istediler. Bunlar daha çok rapor türü çalışmalardı. Haklılar. Devletle ilişkilerinden dolayı ismimizi kullanmak istemediler, özellikle resmî kurumlar. Bu, benim başıma gelenlerden biri. Ben “Önemli değil, siz burada benim ismimi kullanmasanız da olur” dedim. Gerçekten öyle yaptılar. Bir iki kurumda benim ismimi yayınlamadan kullandılar. Bunlar insanı çok ciddi şekilde yaralayan şeyler. Maddî açıdan ben emeklilik yaşını sağlayan birisiydim, emekli oldum. Ama bu sefer de emekli ikramiyemi ödemediler. Ben devlete ait bir kurumda 35 yıl hizmet verdim ama bunun karşılığında benden kesilen paraları bana vermediler. Çok komik bir neden ileri sürdüler: “Sizi işvereniniz haklı bir nedenle işten attığı zaman -iş kanunu gerçekten böyledir- kıdem tazminatını ödemez. Biz de bu nedenle ikramiyenizi ödemiyoruz” diye resmî yazı yazdılar. Dava açıldı, ben emekli sandığına tabi bir devlet memuru idim. Özünde, iş kanununa tabi değilim. Bu nedenle konu bizi ilgilendirmiyor. Ama SGK düşüncesini değiştirmedi. Bu işin bir tarafı. Maddî açıdan tabii ki sendikamız Eğitim-Sen’in desteği sürdü. Gerçi giderek azalan bir maddî destek var. Bu açıdan, ben genç arkadaşlara göre daha şanslı olduğumu düşünüyorum. En azından emekliliğimi elde etmişim. Emekli maaşı alıyorum. Genç arkadaşlar daha zor bir durumda hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bir arkadaşımız Mersin’de kütüphane kurdu, kafe işletenler var. Bazı arkadaşlarımız hayatı devam ettirebilmek için AB projelerine başvurdular. Benim de içinde bulunduğum Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni birbirimizle dayanışma ve öğrencilerimizi terk etmediğimizi göstermek amacı ile kurduk ve devam ettiriyoruz. Orada biz alternatif bir üniversite nasıl olabilir, neler yapılabilir konusunda bir arayış içindeyiz. Geçmiş ile bağlarımızı koparmadan neler yapılabileceği üzerine uluslararası nitelikte konferanslar düzenledik. Atölyeler açtık. Bu atölyelere birçok yerden talep geldi, onları devam ettiriyoruz. Önümüzde yaz dönemi var, temmuz ayında yaz okulu açacağız. Bu gibi faaliyetlerimizi sürdürmeye devam ediyoruz. Öğrencilerimizle ilişkiyi canlı tutup sürdürmeye gayret ediyoruz. Özünde bütün bunlar bizim hem ayakta kalma çabalarımız hem de dayanışma formatlarımız. Bunları yapmaya çalışırken, öğrencilerimizi terk etmediğimizi ve onlarla birlikte bir şeyler yapmak isteğimizi sembolik de olsa göstermeye çalışıyoruz.
Türkiye’de akademi hâlâ anlamlı mı? Üniversite size ne ifade ediyor?
Bana göre, üniversite eğitiminin baştan sona reforma tabi olması gerekiyor. Bu da en başta eğitim sisteminden not sistemine, teknik konulara kadar her şeyin gözden geçirilmesi demek. Biz bunun arayışı içindeyiz. Bir yandan da alternatif bir yüksek eğitim nasıl olmalı, nelerden etkilenmeli, neleri etkilemeli diye tartışıyoruz. Dayanışma akademilerinin bir birliği var; bugünlerde bir dernek hâline gelmeye çalışıyor. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve Eskişehir’de dayanışma akademileri kuruldu. Hep beraber ve koordineli bir şekilde neler yapılabileceğimizi araştırıyoruz. Umarım gelecekte yüksek eğitimine başlayacak öğrenciler için farklı bir eğitim modeli sunabiliriz.
Bu iki yıllık süreçte, dayanışma kavramı üzerine yeniden düşündünüz mü? Bu kavramın siyasetle, akademiyle, hak, adalet gibi kavramlarla ne türlü bir ilişkisi var?
Eskiden de vardı bu dayanışma fikri. Bu süreçte belki çok daha canlı hâle geldi. Hem olumlu hem olumsuz yanlarıyla geldi. Bizler için bu süreç, eski deyimle, mihenk taşı gibi bir şey oldu. Yakınlarının, dostlarının, kimlerin desteğinin olduğunu kimlerin olamadığını, kimlerin sizle selamlaştığını ya da selamlaşmadığını görmek, insanlarda yeni bir farkındalık yarattı. Korku herkesin içinde var. Korkmak çok doğal bir duygu. Ürkmedim, korkmadım diyemem, tabii ki korktum. Biz önce gözaltına alındık Kocaeli’nde. Tabii ki arkamızda bir destek vardı. Ama sonuç ne olur endişesini yaşadık. Benim bu süreçte daha esnek ve rahat davranabilmemi arkadaşlarımla dayanışma içinde olmam sağladı. Ama bunun herkeste aynı etkiyi yaratmadığını düşünüyorum. Mesela bu süreçten etkilenip hayatına kıyan arkadaşımız oldu. Yani kişilikle, cinsiyetle, etnik kökenle ilişkili olarak çok farklı etkilenmeler söz konusu oldu ve olmaya devam ediyor. Bir yandan da psikolojik terapi alıyoruz birkaç arkadaşımızla birlikte. Bize bunu gönüllü olarak sağlayan sosyal psikologlar var. Bu da “Yalnız değilsiniz, merak etmeyin, size elimizden gelen desteği sağlarız” diyen bizim dışımızda bir grubu bana hatırlatıyor. Bizden çok önce benzer deneyler yaşayanlarla, Korkut (Boratav) Hocalarla, Gencay Gürsoy Hocalarla aramızda öyle bir fark var. Bu anlamda, ben dayanışmanın daha somut, gözle görülür hâle geldiğini hissettim. Ama korku ve endişe hepimizde var. Bir gün içeri atılırız diye düşünebiliyoruz. Ki bazı arkadaşlarımız içeride. Onur Hamzaoğlu bunlardan biri, söylediği bir söz üzerinden uzun süredir özgürlüğünden yoksun yaşıyor. Annesini kaybetmesinin arifesinde bile onu çok insanî hakkından mahrum bıraktılar. Bunların tarihe not düşüldüğünü biliyorum. Hak ve adalet duygularımızı rencide ettiğinin farkındayız.
Yaklaşan seçimle bir şeylerin değişeceği yönünde umudunuz var mı?
Elbette umudumuz oldu ve olmaya devam edecek. Bütün olumsuzluklara rağmen, seçimle bir şeylerin en azından daha demokratik hâle geleceğini umuyoruz. Karamsarlığın ve umutsuzluğun bulaşıcı olmaması için buna ihtiyacımız da var. Yeni kurulan ittifakların bir partiyi dışarda tutma hamlesine rağmen umudumu sürdürüyorum.
Filiz Hanım, Akademisyenlerden KHK Öyküleri nasıl gündeme geldi?
KHK sonrası ve öncesi yaşadıklarımız, yaşatılanlar unutulmamalı, yazmalıyım tüm bunları, diye düşündüm. Kendisi de yazar olan bir arkadaşımla paylaştım bu düşüncemi. O da hemen editör arkadaşını arayıp konuşmuş; editör beni aradı, buluştuk, uzun uzun konuştuk. Ofise dönünce, o da ortağı ile konuşmuş. Bu süreci yaşayan 10-15 akademisyene daha ulaşabilir misiniz, diye sordular. Bu öneri beni o kadar heyecanlandırdı ki anlatamam. Önemli bir proje, ekip işi olacak, üniversitedeyken yapmaktan çok zevk aldığım projelerim gibi. Hemen sıvadım kolları, önce bu süreçte tanıdığım hocalarıma, arkadaşlara, bu fikri paylaştığım arkadaşların önerdiği kişilere ulaştım. Sendika ve dayanışma gruplarına mail gönderdim ve böylece yola çıkmış olduk. İyi ki de çıkmışız. Kitapta öyküsü olan Özdemir Hocam ısrarlarıma çok maruz kaldı ama şimdi her görüştüğümüzde iyi ki ısrar etmişim diyorum, o da iyi ki etmişsin, diyor. Çünkü yazmaya devam ediyor. Eylül 2017’de başladı. İstanbul’daki ekip ile Kadıköy Tabipler Odası’nda sıcacık çay ve simit eşliğinde, editörlerimizle. On beş günde bir yaptığımız toplantılar ile şekillendi. Bilimsel makale yazmaya alışığız. Öykü yazabilir miyiz diye kaygılanıyorduk başlangıçta. Yaza yaza öğrendiğimiz öykülerimiz ve yaklaşık altı yedi ay sonra çıkan Akademisyenlerden KHK Öyküleri kitabımız... KHK Öyküleri, kolektif bir çalışma, ayrıca kitabın kapak tasarımı kitabın yazarlarından da olan Didem Dayı'ya ait. Değerli edebiyatçılarımız Sema Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez’in katkılarına değinmeden geçmek olmaz. Sağ olsunlar, kendileri ile iletişime geçer geçmez, öyküleri hızla okuyup kitabımızın arka kapağındaki ve içindeki o güzel, umut ve duygu dolu yazılarını kaleme aldılar.
Bundan sonrasına dair planlarınız neler? Geçim ve sağlıkla ilgili meseleleri nasıl çözüyorsunuz? Özel kurumlarda da işe giremediğinizi biliyorum. Nasıl çözümler üretildi bu süreçte siz ve diğer KHK’lılar için?
FETÖ/PYD ile hiçbir ilişkimiz olmamasına rağmen, KHK ekli listesine adımız konarak şüpheli hâle getirildik ve bu nedenle pasaportumuzu kullanamıyoruz. Kuvvet Hoca’nın açtığı davada istenmesi nedeniyle kendisi savcılıktan şüpheli olmadığına dair bir belge de aldı, ama davası devam ediyor. Sorunuza gelince, pasaportumu kullanamadığım için Fransa’daki bir üniversitenin verdiği araştırma bursunu kullanamıyorum, bu önemli projenin içinde yer alamıyorum. Ne yapıyorsunuz, nasıl geçiniyorsunuz sorusu, cevaplamakta zorlandığım, sorulmasını da çok istemediğim bir soru aslında. Bir kere, ağlayıp sızlanmıyoruz, çünkü yargısız infaz yaparak KHK listelerine hukuksuzca adımızı yazan başta rektörlerin ve diğer ilgili kişilerin ekmeğine yağ sürmeye, onları mutlu etmeye niyetimiz yok. Yaşamda kalmanın çok farklı yollarını bulduk, öğrendik. Sigortalı bir işte de çalışamıyoruz. Özel şirketler korktuklarından yanaşmıyorlar, ama adımızın yazılı olmadığı danışmanlıklar ve çok çeşitli işler yapıyoruz. Ayrıca sendikamızın desteği ilk günden beri devam ediyor. Bu, hepimiz için oldukça önemli. Özel üniversitedeki arkadaşlar ise sendikalı olamadıklarından ne yazık ki bu destekten faydalanamıyorlar.
Süreç, hayata bakışınızı nasıl değiştirdi?
Kendime, daha derinlerime bakmama neden oldu. Hep devam eder diye düşündüğünüz ve belki güvende hissettiren bir düzenin birdenbire tepetaklak olması, önce inkâra yol açıyor, kısa süre içinde her şey değişecek beklentisi yaratıyor. Öyle ya, bu kocaman bir saçmalık, hukuksuz bir iş, tamamen keyfî. Marmara Üniversitesi rektörü ve hukukçulardan oluşan bir soruşturmacı heyeti, olması gereken süreci bile işletmeden, gizli saklı adınızın KHK listesine girmesini sağlarken, başka bir üniversitenin rektörü soruşturma bile açmıyor. Anayasal bir hakkınızı kullanmışsınız. Bu nedenle işinizden, öğrencilerinizden, araştırmalarınızdan, bir gün öncesine kadar devam ettiğiniz tüm bu işlerden bir gecede uzaklaştırılıyorsunuz. Yetmiyor, terör destekçileri olarak asla kabul edilemeyecek korkunç iddialarla ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyorsunuz. Bunları kabul etmek mümkün mü? Başlangıçta çok büyük bir öfke vardı ve daha önce de belirttiğim gibi, geçecek bu saçmalık beklentisi. Ama zaman geçip de süreç daha da kötüye gittikçe, bu kez, kolay kolay geçmeyecek; önüne bak, bu süreci olumluya evirmek zorundasın, kızların ve kendin için, dedim kendime. Öyle de yapmaya çalışıyorum. Kendimi yeniden keşfediyorum, uzmanlık alanımdan farklı alanlarda neler yapabilirim ve bunları uzmanlık alanımla nasıl birleştirebilirim diye araştırıyorum. Hatta bir örneğini bilim ve sanat seminerleri adı altında hayata geçirdik bile bir arkadaşımla. Tiyatro ile ilgileniyorum. Sosyoloji okuyorum, yazıyorum, daha çok kitap ve makale okuyorum.
Siz okurken ve sonrasında akademisyen kimliğinizle oradayken üniversite ne demekti, şimdi ne demek? Son birkaç yılda üniversiteye giren öğrenciler ne gördüler, girecek olanları ne bekliyor?
Sorunlar katlanarak devam ediyor hâlâ. Akademisyenlere sormak ve onların da fikirlerini almak gereği bile duyulmadan, bir gecede verilen emirlerle, akademik unvanlar ve bu unvanları hak edişler keyfî; objektiflikten, bilimsellikten uzak kriterlerle değiştiriliyor. Üniversiteler bölünüyor, tabela üniversiteleri açılıyor. Bizler üniversiteden hukuksuzca uzaklaştırılırken sesini çıkartmayan, odalarına girip kapılarını kapatan akademisyenler susmaya, görmezden gelmeye devam ediyorlar hâlâ. Böyle devam ederse, üniversitelerin adı sadece tabelalarda kalacak, farkı hiç bilemeyecek yeni öğrenciler. Üniversiteli olmak kültürünü edinememiş, bu kültürde olgunlaşmayı, yaşamı ve kendilerini sorgulama ve yaratıcı düşünce becerisini kazanamamış tek tip diplomalılar olarak mezun olacaklar.
Peki, akademi hâlâ anlamlı mı? Dönmek istiyor musunuz?
Akademisyenlik benim yaşam biçimim. Dedim ya işim, laboratuvarım, öğrencilerim hukuksuzca elimden alındı. Elbette işime ve öğrencilerime dönmek, hakkını vererek yaptığım işimi, gücüm yettiğince, hakkıyla yapmaya devam etmek istiyorum.
Çalıştığınız alanlara ilişkin hâlâ üretmeye devam ediyor musunuz? İlişkilerinizi nasıl değiştirdi bu deneyim?
Bir fen bilimci olarak laboratuvarımın olmaması, deneysel çalışmalarımı aktif olarak yürütmemi engelliyor, zor da olsa yeni yollar bulmaya çalışıyorum. Bu sürecin başında, uluslararası bir yayınım çıktı. İhraçtan önce danışmanı olduğum yüksek lisans ve doktora öğrencilerime gölge danışmanlık yapmaya devam ediyorum. Gölge danışmanlık diyorum, çünkü tez danışmanları olarak adım tezlerinde yazmayacak ama biz çalışmaya devam ediyoruz. Bu öğrencilerimden birinin kâğıt üstü danışmanı, geçenlerde öğrencinin tezini bir kongreye gönderdi, bana da “Kusura bakma, en başından beri sen çalıştırdın; benim ilgim de olmadı zaten bilgim de yok ama senin ismini bildiriye yazamam, istersen bana korkak de” gibi bir şey söyledi ve yaptı. Her neyse, gene ihraçtan sonra TÜBİTAK sorumlu araştırmacısı olduğum projeden çıkartmıştı beni, gerçi bu konuyu öykümde daha uzun anlattım. İşte, o projeye dışarıdan destek vermeye uzmanlık alanım ile ilgili danışmanlık yapmaya da devam ediyorum.
Bu süre zarfında korku, demokrasi, hak, adalet, dayanışma, yalnızlık kavramları nasıl şekillendi ya da değişti hayatınızda? Yeni bir anlam ya da amaç buldunuz mu?
Hukukun keyfî uygulamalarla nasıl yok sayılabileceğini, hakkını arayamamanın insanı nasıl yorduğunu, umutsuzluğa sürüklediğini, tanımlamak için kelime bulamadığım bu kötülüğü, bazı insanların küçücük çıkarları uğruna sahiplerine yaranmak için nasıl küçüldüklerini, çok bağıran yalancılara gene çıkarları için nasıl inandıklarını, üstelik kendilerini bu yalancılara inandırmak için olmadık mazeretler ürettiklerini gördüm. Şunu çok daha iyi anladım ki, toplumda insan haklarının koruyucusu hukuk sistemi değilmiş, anayasada, yasalarda yazılı olsa bile; toplum bu haklara sahip çıkmazsa, asla olma- yaşatılamaz denen her şey, hatta hukuk yoluyla yaşatılabilir hâle çok kolay gelebiliyormuş.
Filiz Hanım, tekrar ayağa kalkacak umudu nasıl buldunuz? Yalnız bırakıldığınıza mı yoksa kalabalık olduğunuza mı inanıyorsunuz?
Bu sorunuza da daha önce cevap verdim aslında ama şunu eklemek isterim, psikolojimin bozulmasına ve karamsar olmama öncelikle kızlarım, sonra da öğrencilerim izin vermedi. Ayrıca hiç yalnız kalmadım; ne güzel insanlar biriktirmişim, bunu da görmeme, yeni birçok güzel insan tanımama da vesile oldu bu süreç. Bunlar da benim için önemli kazanımlar oldu tabii.
Bundan sonrasına dair planlarınız neler? Neler yapacaksanız ya da şu anda neler yapabiliyorsunuz?
Şu an aslında çok yoğunum, bir yandan doktora tezimi yazıyorum. Bir yandan bu öykü kitabının bana verdiği cesaretle hep aklımda olan bir romanı yazıyorum. Siyasetle ilgili gelişmeler de var; ama onlar şimdilik sürpriz olsun… Geçim sorunları yaşıyoruz ama açlıktan ölmüyoruz ve onların bekledikleri gibi ağaç kovuklarını yiyerek beslenmek zorunda kalmadık. Öncelikle sendikamız Eğitim-Sen ve tanıdık tanımadık pek çok duyarlı arkadaşın dayanışma destekleri oldu bizimle. Ailelerimiz var; bir de benim eşim çalışıyordu. Kısacası, hayatlarımızı da harcamalarımızı da minimize ettik mümkün mertebe. İş konusunda maalesef sorunlar yaşadık; ama işsiz kalmamız, üretmediğimiz anlamına gelmedi. Aksine, pek çoğumuz bu dönemde daha fazla ürettik, üretiyoruz. Sadece karşılığında bir maaş almıyoruz…
Bu süreç hayata bakış açınızı nasıl değiştirdi?
Hayatın düşündüğüm kadar monoton ve istikrarlı olmadığını gördüm. Yirmi dokuz yaşında, evli, çocuk sahibi ve devlet memuru sıradan bir insan iken; otuz yaşımda işsiz birine dönüştüm. Pek çok kişinin hayatını yeni kurmaya başladığı bir dönemde, benim hayatım tepetaklak oldu. Ama hayatın bu hâlinin öncekinden daha kötü olduğunu söyleyemem. Kaderci bir yaklaşım olacak ama bazen düşünüyorum da belki de hayatlarımızın alt üst olması gerekiyordu gerçek “ben”i ve insanları tanıyabilmek için.
Üniversite hakkındaki düşünceleriniz değişti mi? Akademide devam etmek istiyor musunuz?
Akademinin bağımsız, özerk ve özgür düşüncenin üretildiği yegâne devlet kurumu olduğuna inandığım için meslek olarak bunu seçmiştim ama şimdi görüyorum ki en bağımlı ve hatta kuklalaştırılmış kurumlardan birine dönüştürülmüş durumda. Bu soruyu ben de kendime soruyorum zaman zaman. Üniversite kampüsünde ve sınıfta olmayı, derslerde tartışmayı çok özlüyorum ama hayır, bu hâliyle şu an dönmek istemiyorum. Belki de geride kalanlar tarafından yeterince sahiplenilmediğimizi düşündüğüm için hissettiğim kırgınlık da olabilir bunun sebebi.
Üniversite dışında, yeni keşfettiğiniz hayat nasılmış? Bu süreç size nasıl bir direnç kattı? Neler öğrendiniz?
Denildiği gibi, “öldürmeyen acı güçlendiriyor” gerçekten. Ama benim için o güçlenme öncesi bir tükenme yaşandı. Kuyunun en karanlık dibine kadar gittim ve uçurumdan düştüm. Ve ölmediysem, artık yeniden başlayabilirim, dedim. Kendi ihracımdan ziyade, ülkede yaşanan genel hukuksuzluklar, katliamlar hayata dair inancımı ve umudumu yitirmeme neden olmuştu. Hayatım kocaman bir süzgeçten geçti ve her an eksildim. Ama sonra anladım ki aslında eksilerek çoğaldım. Çevremde, hayatımda aslında olmaması gereken ne kadar çok kişi varmış, onu gördüm. Bu süreç turnusol etkisi yaptı ve hayatımda bir seleksiyon yaşadım. Şimdi daha az insanla çoğaldım. Bu da çok acı verici bir süreçti benim için ama sonuçta yeniden güçle doldum. Hayata karşı umut ve inanç doluyum artık.
Çalıştığınız konularla, meselelerle ilişkileriniz nasıl etkilendi?
Öncesinde de çatışma ve barış çözümü alanında çalışıyordum; yaşadığımız durum çalışma alanım için bir örnekleme dönüştü ve Barış Akademisyenleri’nin bildiri ile verdikleri tepkiyi ve sonraki süreci orta seviye barış girişimi örneği olarak bir makaleye dönüştürdüm. Yani yaşananlar, çalışma alanımızı da perspektifimizi de geliştirdi. Zaten akademi ve üretim dört duvarla sınırlı değil ki, üniversitelerden atılmamız bizi engellesin. Akademisyen olmak, araştırmak bir yaşam biçimidir ve biz de kampüs dışında da o yaşamı sürmeye devam ediyoruz.
İçinden geçtiğiniz süreç, hukuk, adalet ve dayanışma kavramlarını yeniden düşünmenizi gerektirdi mi? Bu konuda neler diyeceksiniz?
Aslında bu süreç 2015’ten beri devam eden bir çatışma süreci olduğu ve öncesinde iki yıllık bir çatışmasızlık deneyimi yaşadığımız için kaygı, hayal kırıklığı ve umutsuzluk duydum. 1990’ları tecrübe etmiş bir kuşak olarak, çözüm süreci ile en azından çocuklarımızın çatışmanın olmadığı bir zaman diliminde büyüyeceklerini düşünüp mutlu oluyordum. Ama daha oğlum altı aylıkken, annesinin çocukluğunun geçtiği Sur’un yıkılışını gördü. Sonra bir buçuk yaşında, annesi ile sürgün edilmeyi, babasından ayrı kalmayı, ailesinin bölünmesini ve ötekileştirilmeyi yaşadı. Hâliyle, bunlar bende çocuğumun geleceğine dair kaygı, umutsuzluk yarattı. Bu süreçte kalabalık içinde yalnızlık çektiğim dönemler de çok oldu; dört duvar arasında yalnız kaldığım zamanlar da. Ben bu süreci “kar hapishanesi” olarak betimledim ve öyküme de bu adı verdim. Bir anda, yıllarca dost, arkadaş olarak bildiğin insanların aslında beslediğin birer serap olduklarını görüyorsun. Korkunun insanları nasıl değiştirebildiğini görüyorsun. Ama bir yandan da dünyanın öbür ucundan hiç tanımadığınız kişiler derdinize ortak oluyorlar. Yani aslında eksildik ama bu bizi çoğalttı. Çok yalnız kaldık ama bu yalnızlık içinde gerçek dayanışmayı da dostları da insanlığı da gördük.
Keşke imza atmasaydım dediğiniz zamanlar oldu mu?
Bu cümleyi hiç kullanmadım çünkü hayatta yaptıklarımdan değil, yapamadıklarımdan pişmanlık duydum hep. Ama maalesef çevremde bana bu cümleyi kuran çok kişi oldu ve bu durumlarda tepkim genelde sert oluyordu. Çünkü ihraç edilmemizin yegâne sebebi imza değildi ya da imza atmasaydık hâlâ çalışıyor olacağımıza inanmıyorum. İktidar akademide muhaliflere yönelik bir temizlik operasyonuna girişti ve imza listesi sadece onların ekmeğine yağ sürdü. Zaten imzacı olmayıp sırf muhalif olduğu için ihraç edilen pek çok kişi hem akademide var hem de farklı meslek gruplarında. Biz aslında politik bir metne imza atmadık bana göre, insanî bir metne imza attık. Herkesin insanca yaşama hakkını savunduğum bir metne imza attım diye yaşadıklarımdan sonra pişmanlık duymam, kendi insanlığımdan şüphe etmeme neden olur.