Kent efsaneleri: Nasıl doğar, yayılır, benimsenirler?

"Hikâye dinlemek güzeldir, ama hikâye anlatıcılığı da özenilen bir durumdur. Bir konserde dinleyiciyken o sahnede olduğunuz hayalini kurmak gibidir. Zira hikâye anlatıcılığı dünyanın en eski mesleği olarak kabul edilir ve dünyada (bence) ilk sahne bu anlatıcının oturduğu taş, kütük veya topraktır..."

24 Aralık 2020 12:43

Gençliğimde, farklı zamanlarda farklı kişilerden duyduğum ve bunu anlatan kişinin de bir tanıdığının başından geçmiş olan, ama olaya şahit olduğu iddia edilen kişilerin –yer darlığı yüzünden– aynı anda orada bulunmasının imkânsız olduğu bir kent hikâyesi vardı.

Şöyleydi kabaca… Bir akşam güzel bir kadın X şehrine (burada şehir anlatana göre değişiyordu) gitmek için otogardan otobüse biner. Yeri ortalarda ve koridor tarafındadır. Yolculuk başladıktan yarım saat kadar sonra kadın muavini çağırır ve bazı anlatımlara göre oturduğu koltuktan, bazılarına göre de yanında oturan kişiden (yanındaki yolcu aşırı kilolu olduğu için çok yer kaplamaktadır) rahatsız olduğunu söyler.  Otobüste başka boş yer olmadığı için muavin şoförle konuşarak en önde, şoförün yanında açılıp kapanan ve muavin koltuğu olarak isimlendirilen yerini kadına verir, kendisi de kadının koltuğuna oturur. Saatler gece yarısına doğru yaklaşır, seyahat şehirlerarası karanlık yollarda devam ederken otobüs uzun bir yokuşu tırmanmaya başlar. Kendisinden yavaş olan arabaları sollayarak giderken sıra oldukça yavaş giden bir kamyona gelir. Otobüs şoförü karşıdan gelen trafiği kontrol ettikten sonra fırsatını bulunca vites küçültüp gaza basarak direksiyonu sola kırar ve o esnada otobüsün camından giren bir demir çubuk kadının göğsünden saplanarak koltuğun arkasından çıkar. Otobüs şoförü refleks olarak frene basar ve demir çubuk yine hızla otobüsü terk eder. Öndeki kamyon inşaat demiri taşımaktadır, demirlerden biri kayarak kasadaki ufak bir boşluktan dışarıya çıkmıştır ve karanlık yüzünden otobüs şoförü bunu görememiştir.

Anlatılan vaka bu kadardı. Ama üzerinde yapılan yorumlar ise yine anlatanın ve dinleyenin meşrebine göre çok çeşitleniyordu. Kimi “kadının vadesi gelmiş ki onu oturduğu koltuktan kaldırmış” derken, kimi “muavinin yaşayacak ömrü varmış” diyordu.

Uzun bir süre bu “bir tanıdığın başından geçen hikâye” dillerden dile kıssadan hisse olarak dolaştı.

Hâlâ çok başarılı bir hikâye olarak gelir bu kurgu bana. Bir film-noir lezzeti vardır: Güzel ve yalnız bir kadın, gece, uzun bir otobüs yolculuğu, kadının haklılık ya da şımarıklık payı olan bir neden yüzünden yer değiştirmesi, aniden ve şoke edici bir şekilde gelen ölüm, yaşayan bir muavin, vb...

Bu etkileyicilikler toplamı hikâyenin gerçek olup olmamasını önemsiz kılıyordu. Yani “sonra ne oldu?” gibi soruları...

Bir başka etkileyici kent efsanesini de Robert Fulford Anlatının Gücü kitabının “Sokak Edebiyatı ve Haberlerin Şekillenişi” bölümünde aktarıyor.

“Bir zamanlar intikam hakkında minik bir hikâye dinlemiştim. Toronto’nun batısındaki Oakville banliyösünde geçiyordu. Teslimat için yola çıkmış bir çimento kamyonu şoförü, pek de âdeti olmadığı üzere, öğle vakti eve uğrar. Evin önünde üstü açık bir Cadillac vardır; pencereden içeriye bir göz atınca, karısıyla araba sahibini uygunsuz bir vaziyette görür. Şoförün intikamı tez gelir ve kamyondaki çimento karışımını Cadillac’ın üzerine boşaltır. Bana hikâyeyi anlatan kişi koltukların, ön panelin, alt takımların nasıl mahvolduğunu ve taşlaşan tonlarca betonun ağırlığı altında tekerleklerin nasıl göçtüğünü detaylı bir biçimde tarif etmişti. Hikâye Cadillac’ı bütünüyle kullanılmaz hale getiren şoförün işe dönmesiyle son buluyordu.” (s. 64)

Fullford’un inandığı ve beğendiği bu hikâye Toronto Star gazetesinde köşe yazarlığı yapan Pierre Berton’un da dikkatini çekmişti ama farklı bir şekilde: Hikâye ona doğru olmayacak bir şekilde başarılı geldiği için konuyu araştırmaya başlıyordu. Hikâyenin asıl kahramanı olan kamyon şoförüne ulaşmak için hikâyeyi anlatan kişileri buluyor, onlarla konuşuyor ve sonunda şöyle bir manzara çıkıyor karşısına: Anlatanların hepsi de bir arkadaşının arkadaşından dinlemiş hikâyeyi ama bir türlü bu arkadaşının arkadaşı olayın kahramanı olan şoförü tanımıyor! Nihayetinde sonsuza kadar giden bir arkadaşın arkadaşı zincirinden başka bir şey bulamıyor ve bunun bir şehir efsanesi olduğunu köşesinde yazarak takibi bırakıyor.

Fakat hikâye bir türlü sonlanmaz. Çünkü Kanada’nın dışında da yaşamaya devam etmektedir. Amerika’da, Utah Üniversitesi’nden halkbilimcisi Jan Harold Brunvand doktorasını tamamladıktan hemen sonra Michigan’daki komşusundan aynı olayı dinler, az biraz farklılıkla. Komşusunun anlattığına göre vaka yakınlardaki Kalamazoo kentinde geçmektedir:

“Fakat Kalamazoo versiyonu bir noktada farklılık gösterir: Michiganlı şoförün kıskançlığının hiçbir temeli yoktur, çünkü evinin önündeki Cadillac aslında karısının kendi kazandığı parayla eşine aldığı bir hediyedir. Ziyaretçi de kadının âşığı değil, yalnızca kâğıt işlemlerini yapan satıcıdır. Yani görece ender rastlanan bu versiyonda aşırı şüpheci koca aslında kendi arabasını mahvetmektedir.” (s. 65)

Ve tüm kıtada bu hikâyenin 43 farklı versiyonunun bulunduğu saptanıyor, söylence konusunda araştırma yapan akademisyenler tarafından.

Bu çalışmadan 10 yıl sonra, 1973’te kamyoncu efsanesi bir pandemi gibi kıta değiştiriyor ve Norveç’te, Bergen şehrinde yayınlanan Arbeiderbad gazetesinde, “Bir âşığın korkunç intikamı” başlığı altında haber olarak tekrar mezarından çıkıyordu. Hatta bu yolculuğun Nairobi’ye kadar uzandığını da yine kitaptan öğreniyoruz.

Hepimizin bildiği ve bütün dünyada olduğu gibi burada da bir dönem çok yaygın olan ve yine etkileyiciliğiyle gerçekle kurgu arasındaki sınırı belirsiz kılan bir başka hikâyeyi hemen hatırlarsınız: Müzik ve alkol dolu bir mekânda tanıştığı güzel bir kadınla/erkekle geceyi onun evinde sonlandıran birinin sabah buz dolu küvette uyandığında artık bir böbreğinin yerinde olmamasının hikâyesini...

Öznesi kişi olmayan efsaneler de vardı. İlk aklıma gelen Haliç’in temizlenmesi için Japonların, “Bu işi bedavaya yaparız ama çıkan çamur çok kıymetli, onu biz alırız” demeleri. Veya İngiltere/ABD/İsrail (bu üçlü arasında seçim yapılıyordu) yine aynı teklifle gelmiş ama “Haliç’ten çıkardığımız batıkların içindeki hazineler bizim olur” demiş. Ve tabii ki bitmek bilmeyen bor efsaneleri...

Çoğu efsane miadını doldurup sahneden çekilerek yerini yenilerine bıraktı. Ama iyi bir kent efsanesi zombi gibidir, asla ölmez! Bunun gerçek olduğunu geçen yıl e-posta kutuma düşen bir mektupta gördüm. Kısaca şöyle diyordu: “Okuduğunuz bu mektup dünyayı 7 defa dolaştı. Bu mektup size geldiyse mutlaka tanıdığınız 10 kişiye gönderin ve dolaşmasını engellemeyin. Eğer engellerseniz sizi (burada mektup ona ulaştığı halde 10 kişiye göndermeyenlerin başına gelen felaketler anlatılıyor uzun uzun) ... bekliyor.”

Bu mektupla hayatımın çeşitli dönemlerinde karşılaşmıştım. İlk olarak galiba ortaokul sıralarındaydım ve amcama gelmişti. 20’li yaşların sonlarında bir dergide çalışırken iş arkadaşım benden ev adresimi istemişti. “Neden?” diye sorunca kendisine gelen ve fotokopiyle çoğaltılmış olan aynı mektubu gösterdi. “Elden versen olmaz mı?” diye hafif bir dalgayla sorunca, inançlı bir kişi edasıyla, “Hayır, bak postalamak gerekiyormuş” diye cevap vermişti. Lanetlenmemek için söyleneni yapacaktı.

Ubor Metenga örgütü hakikaten vardı ve yıllardan beri de devredeydi anladığım kadarıyla. Ama yine, bu vakada da diğerlerinde olduğu gibi inandırıcılıkla ilgili basit sorular hemen pas geçiliyordu. Misal, “Mektup dünyayı Türkçe mi dolaştı?”, “Yedi kere dünyayı dolaştıysa mutlaka Japonya’ya da uğramıştır, Japoncaya kim çevirdi?”, “Başka dile çevrilmediyse Arjantin’de Türkçe bilmeyen biri bunu nasıl anladı?” gibi sorular işaret edilen lanetin gölgesinde hemen eriyip gidiyordu.

Aradan onca yıl geçmesine, iletişim teknolojilerinin ilerlemesine, bilgi toplumu (!) olmamıza rağmen bazı şeyler hiç değişmeden aynı kalıyor. Önceden fotokopi çekilip postaya verilirken şimdi forward ediliyor.

Büyük bir ihtimalle türümüz yaşadığı sürece de aynı kalacak. Çünkü bu durum bizim homo sapiens olarak dilin gelişmesiyle birlikte homo narrator’a dönüşmemizle ilgili. Bizler anlatıcıyız... Yaşadığımız veya kurguladığımız bir olayı, duygularımızı, düşüncelerimizi, rüyalarımızı vb. illaki anlatırız. Kent efsaneleri de eski zamanda anlatılan, bazen kişi figürlü, bazen olay temalı, bazen cinli-perili söylencelerin, efsanelerin, masalların yeni mekânına ve zamanına taşınmış hali gibi gelir bana.

Hepimizin iyi veya ilginç bir hikâyeyi dinlemeye doğru bir meylimiz vardır. Bir arkadaşımızla buluşmak için kafede otururken arka masadan kulağımıza uzanan enteresan bir vakanın cazibesine kapılırız. Ve arkadaşımız geldiği zaman da anlatmaya başlarız.

“Yahu seni beklerken arka masada iki kişi konuşuyordu, biri Karadeniz’deki tatilinden yeni dönmüş, bir sabah yürüyüşe çıktıkları sırada bir insanın rahatlıkla girebileceği büyüklükte bir mağara görmüşler, içinden tuhaf sesler geliyormuş ama hakikaten tuhafmış. Ne bir insan, ne bir hayvan, ne rüzgar ne de su sesine benziyormuş. Korkmuşlar ama aralarında biri bütün uyarılara rağmen merakına yenik düşüp içeriye girmiş...”

Hikâye dinlemek güzeldir, ama hikâye anlatıcılığı da özenilen bir durumdur. Bir konserde dinleyiciyken o sahnede olduğunuz hayalini kurmak gibidir. Zira hikâye anlatıcılığı dünyanın en eski mesleği olarak kabul edilir ve dünyada (bence) ilk sahne bu anlatıcının oturduğu taş, kütük veya topraktır ve bir ateş başında, çevresindeki üç beş kişinin hayallerini maceradan maceraya, duygulardan duygulara seyahat ettirmiştir.

Sait Faik bir anlatıcı olarak yine bir anlatıcının (belki de bu mesleği ilk yapan atalarının) çağlar önceki halini tasvir eder “Sivriada geceleri”nde:

“Dünyanın yaradılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış, ateşin karşısında okumak üzereydim.

Bütün kabile halkı bana kızmıştı:

– Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?

(…) gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı.”

(Sait Faik Abasıyanık, Bütün Eserleri, Yapı Kredi Yayınları, 2009, s. 833-834)

Efsanelerin yayılmasının da bu anlatıcılıkla ilgisi var: “Bu hikâyeler neden dilden dile hızlıca yayılıyor?” Fulford sorduğu bu sorunun cevabını şöyle açıklıyor:

“Bu hikâyeleri kimin yarattığı sorusunun cevabı, onları anlatan herkes olacaktır. Hepimiz birer hikâyeciye ya da mit yazarına dönüşürüz, çünkü bazen bilerek, bazen de bilmeyerek hikâyeyi kısmen değiştiririz. Bir hikâyeyi anlatırken küçücük bir değişiklik bile yapmayan kimse var mıdır? Gerçeklik duygusunu artırmak için hikâyelere fazladan detay eklemediğini ya da karakterlerin gerçek niyeti hakkında, tekrar tekrar anlatıldıkça hikâyenin ayrılmaz bir parçası haline gelecek küçük yorumlarda bulunmadığını kim iddia edebilir?” (s. 64)

Kent efsaneleri geçirgendir, muhatabının dinleyiciden anlatıcıya geçmeye izin verir. Atıfta bulunmak hikâyenin benimsenmesiyle doğru orantılıdır, kimi bir tanıdığından duymuştur, kiminin arkadaşının başından geçmiştir, kimi akrabasını şahit gösterir, en çok benimseyen de anlatılana kendisi şahit olmuştur. Dipnot yoktur, ana yapıyı bozmadan ince değişiklikler yapılmasına hoşgörüyle bakılır.

İkinci durum (kişi bazlı efsanelerde) kıssadan hisse barındırmasıdır. Kamyon şoförü hikâyesinin aktardığım birinci versiyonunda şoför aldatılmış olmanın öfkesiyle karısına ve âşığına saldırmak yerine nesneye zarar vererek öfkesini sağaltıyor. Diğer versiyonunda ise mesaj çok net: Öfkeyle kalkan zararla oturur.

Bu arada kent efsaneleriyle, internet aracılığıyla hemen hemen her gün bir yenisi hızla yayılan manipülatif söylenceleri ve komplo teorilerini birbirinden ayırmak gerekiyor. Efsaneler bir kişiyi, grubu, dini, cinsiyeti, inancı, azınlığı veya çoğunluğu hedef almazken, manüpilatif hikâyeler ve komplo teorileri mutlaka bir hedef gösterir.

Ve ne yazık ki şunu da fark etmek gerekiyor: Kent efsaneleri giderek azalırken yerini komplo teorileri ve dezenformasyon dolduruyor. Sebebini öğrenmek için Walter Benjamin’e kulak vermekte fayda var:

“Gerçek hayatın dokusuna nüfuz etmiş akıl, bilgeliktir. İşte hikâye anlatma sa­natı tam da bilgelik, yani hakikatin destansı boyutu öldüğü için orta­dan kalkıyor.”

(Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis, 2012, s. 80)

Fulford’un kitabına dönecek olursak, yine hepimizin merak ettiği soruyu soruyor ve cevabını da veriyor:

“Fakat bu hikâyeler nerede başlar, neredeyse mükemmel bu biçime nasıl ulaşırlar? Tahminime göre her biri duyulan ya da okunan bir şeyin yanlış anlaşılmasıyla ortaya çıkıyor. Sonra da gizli bir el, kolektif yaratım sürecinin anlaşılmaz işleyişini devralıyor. Bir iki olguyla başlayan şey yavaş yavaş küçük bir kurguya dönüşüyor.” (s. 64)

Fulford’un izah ettiği bu süreç geçenlerde etkisini öğrendiğim, müsebbibi olduğum ve bu sene içinde hızlıca yayılmış olan bir kent efsanesinin varlığından haberdar olunca tekrar aklıma geldi. Ve şimdiden bakınca sıralamanın aynı olduğunu görüyorum: Yanlış anlaşılma, gizli bir el, kolektif yaratım süreci ve farklı bir kurguya ulaşma.

Uzunca bir müddet Ot dergisinde “Kent Rehberi” isimli bir köşe yazmıştım. Bazı yazılarım kentin karanlık tarafı, geçmişi ve geleceğiyle ilgili metalepsis yapısına sahip, gerçekle kurgunun bilinçli olarak ihlal edildiği metinlerden oluşuyordu. Hulasa, tarih yazısı gibi görünse de aslında edebiyat yazılarıydı (kabaca mockumentary’nin yazılı biçimi olarak da tanımlanabilir). Ki bu tür yazıların içine ilgilenen veya şüpheye düşen okurun küçük bir araştırmayla bulabileceği (yazının kurgu olduğuna dair) ipuçları da yerleştiriyordum.

2014 yılının Ocak ayında yayınlanan yazımda yaratmış olduğum kurgu bir karakter olan El Serhendi Efendi’nin zamanda yolculuk yaparak gelecekten bize verdiği vakalardan bahsediyordum ve 2022’den 2250’ye kadarki gelecek zaman içinde İstanbul üzerinden dünyanın başına gelecek olanları aktardım kısaca. 

Bu yazının altyapısını da yanılmıyorsam 2005 yılında Trendsetter dergisinde çizgi roman olarak, sonra Radikal gazetesindeki köşemde (Mantığın Bir Anlık Çöküşü) yine çizgili olarak yapmıştım. Ot’ta ise bunu yazı diline getirip, zamanda seyahat eden bir kişinin kaybolan kitabının replikasındaki bilgiler olarak sunup asıl mevzuyu kaleme aldım.

Yazıya yine kurgu olduğunu belirten ipuçlarını yerleştirerek, gerçek ve kurgu karakterleri bir arada kullanıp bir giriş öyküsü yazmıştım. Bir kısmı şöyleydi:

“... El Serhendi Efendi’nin kaleme aldığı üç ciltlik kitabın sadece ilk cildi kalmıştır beşeriyete yadigâr olarak. (Kitabın aslı değil, replikasıdır kalan da…) 1560-1637 yılları arasında yaşamış olmasına rağmen kitabın dibacesine yazılma tarihi olarak 2782 yılını düşmüştür. Muamma burada başlar; yaşadığı tarihten 1150 sene ileriye gidip, bir tarihçi gibi o dönemdeki dokümanları ele alıp geleceğin, geçmiş tarihini yazmaya başlar kitabında. Bunu nasıl yaptığı bilinmez, o sebepten ötürü uzun yıllar boyunca El Serhendi Efendi’ye veli diyenler de çıktı, deli diyenler de…

Kitabın bir başka tuhaf kısmı da, hayatı boyunca hiç gidip görmediği İstanbul üzerinden anlatmasıydı gelecek olan tarihi…

1937 yılında edebiyat fakültesinde okuyan, aynı zamanda tarihle ilgilenen ve yaygınlaşmaya başlayan fantastik edebiyatı da bir tür olarak inceleyen Rıza Nedim Akkoca, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde, Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atanan hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’la bu konu üzerine konuşurken, Tanpınar fantastik bir kitap olarak anılan bu eserden bahseder. Bu konuşmanın neticesinde kitap Rıza Nedim’in çok ilgisini çeker ve peşine düşmeye karar verir.

Üç senelik bir arayıştan sonra, dönemin demir tüccarlarından Aleattin Süreyya’da olduğunu öğrenir kitabın. Süreyya aynı zamanda da dönemin mühim kitap koleksiyoneriydi. Kapısını çalar ve kitap üzerinde çalışmak istediğini söyler. Kitaplarına çok değer veren Süreyya sekiz hafta boyunca saat 10 ila 14 arasında, yardımcısının gözetimi altında çalışmasına izin verir. Bu süre içinde kitabın derinliğini idrak edemeyeceğini fark eden Rıza Nedim, daha sonra rahatça üzerinde çalışmak için kitabı kendisine verilen sürede olduğu gibi defterine geçirmeyi planlar. Ve insanüstü bir hızla, parmaklarına kramplar girerek bunu gerçekleştirir.

Bundan sonraki altı yıl boyunca kitabı tercüme etmeye çalışır ve sonunda fevkalade bir çeviri ortaya çıkar. Burada tercüme demekle vurgulamak istediğim, El Serhendi Efendi’nin yazdığı vakaların tercümesiydi. Rıza Nedim bu çalışmasını yayınlatamadan, 1951 yılında, 41 yaşındayken sirozdan öldü. Çalışması bir müddet durdu, sonra kayboldu. 1980 yılında, cinayete kurban giden gazeteci Celal Salik’in evinde çıktı. Üç sene sonra Salik’in evindeki kitapları toplu olarak satın alan sahaf M. Özsoy bu çalışmayı nadide eserler dolabına yerleştirdi.”

Bu girizgâhta ismini zikrettiğim kişilerin yapısı şöyleydi:
Rıza Nedim Akçakoca – Kurgu karakter
Ahmet Hamdi Tanpınar – Gerçek karakter
Aleattin Süreyya – Kurgu karakter
Celal Salik – Ödünç alınan kurgu karakter (Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanında öldürülen gazeteci)
M. Özsoy – Gerçek karakter

El Serhendi Efendi’nin kitabında yer alan gelecekteki olaylar ise aslında herkesin bildiği ama görmezden gelmeyi tercih ettiği vakalardan oluşuyordu:

27 Mart 2022: ‘İstanbul Cehennemi’ denilen deprem oldu. Kayda geçen ölü sayısı 2,6 milyon, ama gerçek rakamın kayıplarla birlikte 3,2 milyon olduğu 4 sene sonra ortaya çıktı.

Deprem, Boğaz’a paralel yapılmakta olan ikinci kanal inşaatı üzerinden Küçük ve Büyükçekmece havzalarını açarak daha sonra durdurulamayacak olan coğrafi bir değişikliğin başlangıcını oluşturdu. Şehrin nüfusu ölüm, kayıp ve göçler sonucu 17 milyondan 6 milyona düştü. Avrupa yakasındaki sahil yerleşkeleri zemin kayması yüzünden yerleşime kapatıldı.

13 Temmuz 2037: Yeniden büyük deprem oldu. Ölü sayısı bu sefer, alınan tedbirler ve göç yüzünden azalan nüfus sebebiyle 70 binde kaldı. Bu sarsıntı Darıca’nın batısından kuzeye doğru coğrafi bir yırtık meydana getirdi, orada büyük bir haliç oluştu.

7 Ocak 2047: 1990’larda başlayan ve önlemi alınmayan küresel ısınma sebebiyle şehrin sahil sınırlarında 20/1’lik bir küçülme olduğu açıklandı.

Aynı yıl içinde ırkçılar küresel ısınma sonucunda meydana gelen iklimsel göçlerden dolayı şehre gelmeye başlayan kuzeyli göçmenlere karşı organize şiddet göstermeye başladı. Koalisyon hükümeti göçmenlerden aldığı yerleşim parasının yanı sıra yüzde 30 olan tüketim vergisini yüzde 60’e çıkardı. Kriz yüzünden çatışma çıktı. Bir gecede suç oranı bir önceki on yıla göre yüzde 400 arttı. Sıkıyönetim ilan edildi.

23 Temmuz 2048: Sıkıyönetime rağmen iki gün içinde 17.800 göçmen linç edildi. Evleri yağmalandı. Dönemin hükümeti yaralama ve tecavüz vakalarını kayıtlardan sildirdi.

2 Şubat 2072: Bu yıl başlayan ve 32 gün süren I. Dünya Su Savaşları sırasında şehrin nüfusu 300 bine indi. Savaşı kaybeden Türkiye 22 yıl boyunca Çin-ABD (El Serhendi Efendi buna ‘dünyanın iki yanındaki memleket’ der, Rıza Nedim bunu Çin-ABD olarak tercüme eder) ortaklığı tarafından yönetildi.

21 Eylül 2087: Avrupa Konfederasyon Şirketi, 2037 yılında Darıca’nın batısında oluşan halici kuzeydeki Ağva havzasıyla birleştirerek İstanbul Boğazı’nın 42 km doğusunda ikinci bir boğaz açtı.

Yine aynı yılın 19 Aralığı’nda iki boğaz arasında oluşan adayı Çin-ABD ortaklığı yüzyıllığına Avrupa Konfederasyonu’na kiraladı ve ada ‘Ticari Özerk Bölge’ ilan edildi. Vergi sıfıra indirildi ve dünyadaki kara para adaya akmaya başladı.

8 Ağustos 2094: Ülke yönetimi Türkiye’ye devredildi, ama şehir ABD-Çin-Avrupa adası olarak tutuldu. Nüfus 21 milyona ulaşmıştı geçen süre içinde.

1 Mart 2103: Dünyayı saran VN7 virüsü bütün önlemlere rağmen şehre girdi. Üç ay içinde İstanbul adası ve civarında kayıtlara göre 16 milyon kişi öldü.

Ölüleri gömecek yer olmadığı için Avrupa yakasında 4, ada içinde de 3 tane olmak üzere dev krematoryumlar yapıldı. Şirket fırınlardan üreteceği elektrik enerjisi karşılığında bu yapıları ücretsiz olarak inşa etti. Filtrelere rağmen denizin üzeri tamamen külle kaplanmıştı. Sağ kalanlar gaz maskesiyle dolaşıyordu. Yağma olayları iki yıl devam etti. 48.300 yağmacı yakalandığı yerde infaz edildi.

7 Şubat 2107: Kimyasal atıklar ve çevre kirliliği yüzünden İstanbul’un güneyi yerleşim alanının dışına çıkarıldı. Bölgeyi terk etmek istemeyen yerleşimciler tarafından bu alanlar özerk bölge ilan edildi.

11 Mayıs 2115: ‘II. Dünya Su Savaşları’ çıktı. İstanbul’un üzerine alev/atom/nükleer (kelimeler sırasıyla, El Serhendi, Rıza Nedim ve bendenizin seçimidir) bomba atıldı. Sadece sığınaklarda bulunan 30.000 kişi kurtuldu. Savaşta kazanan olmadı ve ülkeler uzlaştı. 18 gün süren savaşta 2 milyar kişi öldü. Mevcut su havzaları ve nehirler kullanılamaz hale geldi. Kuraklık, kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden iki yıl içinde dünya nüfusu 800 milyon kişiye indi.

2115-2203: Yılları arasında ısı/ışıma/radyasyon (üst maddedeki sıralama geçerlidir) yüzünden İstanbul’da tek bir canlı bile kalmadı.

21 Eylül 2187: Avrupa Konfederasyonu’yla yapılmış olan kira kontratı bitti. Yönetim Türkiye’ye geçti ama vergilendirme için muhatap bulamadı.

2250 yılına kadar kimse adaya ayak basmadı.”

El Serhendi Efendi kanatlarından kopardığı tüy kalemle geleceğe geçmişi yazmaya giderken.
(Dergideki yazıya eşlik eden vinyet)

Yukarıda bahsettiğim İstanbul depremi, küresel ısınma, denizlerin yükselmesi, iklim göçleri, ırkçılığın artması, su savaşları, virüs salgını ve hatta nükleer savaş... beklenen ve olma ihtimali yüksek afetler. Yazıda sadece beklenen bu afetlerin çarpıcılığını artırmak için onlara birer tarih vererek dile getirmiştim. Aslında ortada bilinmedik hiçbir şey yok!

Yazıyı zaman içinde tamamen unutmuştum, diğer yazdıklarım gibi. Bir sosyal medya asosyali olduğum için orada olup bitenlerden de pek haberim yoktur. Ta ki geçtiğimiz bir akşam yazıda da ismini andığım M. Özsoy bir mesaj gönderene kadar… “Senin yazın YouTube’da yüz binlerce kez izlenmiş” diyordu; sonra da ilgili adresin linkini gönderdi. Merakla ben de izledim:

Bir kişi derginin, köşenin ve benim ismimi zikretmeden, yazımı neredeyse noktasına virgülüne kadar okuyordu ve izlenme sayısı baktığım sırada 450.000'di. Sonra sağ tarafta çıkan bağlantılı videolara baktım. Başka bir kanalda iki kişi benim yazım üzerine yorum yapıyorlardı, yine ismim söylenmeden. İzlenme sayısı 62.000 idi. Bir başka video yine yazımdan bahsedip, ilk kanalda yazımı okuyan kişiyi konuk ederek onun yorumlarına yer veriyordu. İzlenme sayısı 320.000 kişi. Başka bir kanal yine metni olduğu gibi okumuş ve 190.000 kişi dinlemiş. Sonra yazı hakkında ekşi sözlükte 8 sayfa yorum yapıldığını, web sitelerinde yer aldığını, facebook’da defalarca paylaşıldığını ve twitterde ise amiyane tabirle mevzunun alıp yürüdüğünü kıs kıs gülerek farkettim.
 
 

Farkına varmadan bir kent efsanesinin doğuşuna vesile olmuşum. Kent efsanelerini severim; kötücül değildirler, kıssadan hisse barındırıp doğru olana üstü kapalı veya açık olarak işaret ederler. Lakin karşılaştığım bu durum bana biraz tuhaf geldi.

Üstte de belirttiğim gibi, gerçekleşmesi kesin veya şimdiden tedbir alınmazsa gerçekleşme ihtimali yüksek olan vakaların meydana getirdiği distopik bir gelecek tasviri çizmiştim. Şehrin, ülkenin veya dünyanın geleceğini bilmek için bir müneccim olmaya veya zamanda yolculuk yapmaya gerek yok, zira bahsettiklerimin hepsini ve daha fazlasını bilim insanları defalarca söyledi ve söylüyor. Felaketler kapımızda! Bu bilinene karşı nasıl tedbir alabiliriz, kriz yönetimi yerine risk yönetimine nasıl geçebiliriz, bunu düzeltmekle ilgili olan kurumları nasıl harekete geçirebiliriz vb. gibi olguları düşünmek yerine, bütün ilginin kurgu bir karakterin varlığının sorgulanmadan kabul edilmesi ve geleceği nasıl bildiği üzerine yönelmesiydi bana tuhaf ve fantastik gelen.

Bunu da sürekli maruz kaldığımız kötücüllükten, kötülükten, belirsizlikten, geleceğin vaat ettiği can yakıcı açmazdan, çaresizlik hissinden, gerçeğin gerçek olarak üstümüze boşalttığı ağır yükten büyülü, şaşırtıcı, sihirli bir âleme bir kaçış olarak yorumladım iyimser bir bakış açısıyla.

Ya da Baudrillard’ın dediğini dümdüz okuyarak, toplumların artık gerçeküstü değerler üzerinden örgütlendiğini (veya tercihli körlüğün yarattığı konformizme gömüldüğünü) kabul etmek gerekiyor.

Geçenlerde bir arkadaşımın Londra’da yaşayan tanıdığı, çalıştığı uluslararası bir teknoloji şirketinin çok gizli dosyasında NASA’nın çektiği gerçek fotoğrafları görmüş: Dünya düzmüş!

 

GİRİŞ RESMİ:

New York’ta lağımdan çıkıp saldıran timsahların şehir efsanesi olmayan tek örneği: 8. Caddedeki metro istasyonunda sanatçı Tom Otterness tarafından yapılan heykel, eski bir şehir efsanesine saygı duruşu niteliğinde.