Kendinize ait bir zamanınız var mı? (II)

Birgül Özcan, Sinem Sal, Figen Şakacı, Aslı Tohumcu, Elif Türker, Fadime Uslu, Melike Uzun ve Mevsim Yenice yanıtlıyor...

04 Temmuz 2019 10:30

Soruşturmanın ilk bölümünü bu linkten okuyabilirsiniz.

İlk irdelediğimiz şey “oda” kavramı. Virginia Woolf’un işaret ettiği gibi, kendimize ait bir odamızın olması, yazma ya da herhangi bir üretme süreci için yeterli bir çözüm mü, yoksa bir oda kadar hatta bazılarımız için odadan da ziyade, aslolan kendimize ait bir zaman ihtiyacımız mıdır?

Birgül Özcan: Kendimize ait bir odamızın olması yeterli değil. Ömrümün hiçbir döneminde “yetmez ama evet”çi olmadım. Sanırım bu da o anlardan biri daha. Bu bir açgözlülükten, mükemmeliyetçilikten öte, derde aşina olanın dermanın ne olmadığını bilmesi. Üreteceğimiz şey ne olursa olsun, bir odanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Belki bir ada…  Kendime ait bir oda fikri ilk duyuşta bir ferahlık hissi verse de içimden umarım çamaşır sepeti ve ütü masası ile göz göze gelmem diye geçirdim. Kendimize ait olduğunu sandığımız, kapısı ardında zihnimizi sürekli yoran, bizi bunaltan birtakım sorumluluk ve zorunlulukların olduğunu biliyorsak, o oda bizim zindanımız olabiliyor. Dışında iken içeride yazamıyor olmak, içeride iken dışarıda bizi bekleyen sorumlulukları yerine getiremiyor olmak, işte asıl dert bu. Hafız Şirazi diyor ya hani, “Söyle yele dertlilerin harmanını süpürsün, gam seline söyle evi temelinden götürsün.” Bence de götürsün. Hem bize kendimize ait bir oda salık veren Virginia aynı zamanda ne demişti? “Bu yıkıntının karşısında kahkaha ile gülüyoruz. Bırakalım sağlamlık çöksün. Bırakalım bize ait hiçbir şey kalmasın.” Belki de en güzeli böyle… Gelelim zamana… Kendimiz için satın alabileceğimiz bir zaman elbette yazıyı da hayatımızı da (ki bir yazar için fark eden çok şey yok) kurtarabilir. Özünde her ne kadar sevgi ihtiyacı olsa da en çok şirketler, partiler tarafından sahiplenilen, huzur, refah, mutluluk, güven vadeden ve reklamı sürekli yapılan bir kurum olarak, evlilik, çocuk, aile, zaman, emek isteyen ve kazanç sağlamadığı gibi maddi geçim sıkıntılarını da beraberinde getiren, zihinsel ve fiziksel birer yük. Böyle yazınca, iki çocuklu ve evli bir kadın olarak umarım linç edilmem ama işin aslı bu. Bir kadının, evi içindeki yüküne ek olarak ev dışında çalışıp kalan zamanı da para kazanmak için harcıyorken, yazıya yeteri kadar vakit ayırması elbette çok zor. Maddi imkân varsa evin temizliği, çocukların bakımı bir hizmet olarak satın alınınca, aslında karşılığında zaman da satın alınmış olunabilir. Ne iş yaparsak yapalım, en temel ihtiyacımız zaman ve özünde bunu satın alabilmek için çalışıyoruz. Yaşlılığımızı satın alabilmek için gençliğimizi satmak, doğrusu çok kârlı bir iş olmasa da sistem içinde çoğumuz buna mecbur görünüyoruz. Bir kısmımız çocuk yetiştirerek, bir kısmımız hasta, yaşlı aile büyüklerimize bakarak, bir kısmımız ev dışında emek, güç karşılığı zaman satıp, bugün için saatler verip, yarın için dakikalar alıyoruz. Belki de hiçbir zaman kesin olarak bizim olabileceğinden, olursa bile verimli kullanabilecek kadar sağlıklı olabileceğimizden emin olamayacağımız bir zamanı satın almaya çalışıyoruz. Bak yine darlandım.

Sinem Sal: Yazmak için öncelikli ihtiyacımız, kendimiz. Ailemizin istediği, sevdiğimizin talep ettiği, patronlarımızın rica ettiği, arkadaşlarımızın arz ettiğinin dışında içimizden geldiği gibi kendimize ihtiyacımız var. Hayatının bir döneminde sansür veya otosansür tarafından haklanmamış bir kadın var mı bilmiyorum ama bu mücadelenin sonunda kazananlar kendine ait bir alan yaratanlar. Genişleyen bir alan.

Figen Şakacı: Ben kendime ait odaya geç denilecek bir yaşta kavuştum. Ve kavuştuktan sonra da onu genişletmeyi, her yere yanımda taşımayı öğrendim. Odamı genişlettim derken, nereye gidersem gideyim mutlaka yine kendime ait bir kuytuluk yaratırım. Öyle umuma açık bir yerde okumak, yazmak benim için imkânsız. Oda kadar paranın da önemini bu arada ve türlü çeşit işler yaparken anladım. Tamamen yazıya ve edebiyata adanmış bir hayatın -eğer rantiye değilseniz- geçindirmeyeceği malûm. Hâl böyle olunca, zamanın değeri her ikisinin üzerine çıktı…Yazmak için elden ayaktan çekilecekleri beklemek, sokağın ıssızlaşması, şehrin azıcık da olsa uykuya geçmesi, zihinsel ve ruhsal enerjinin kendine gelmesi, yazıya odaklanacak bir yoğunluk içine girmek vs… Bunun için de zamanın eteklerine yapışıp sabaha kadar çekiştirmek kaçınılmaz oluyor. Bazen bir an önce gece olsa da güzel güzel çalışsam diye günü atlaya atlaya yaşıyorum.

Aslı Tohumcu: Yaşadığınız/ürettiğiniz ortamı paylaştığınız insanların gözünde, yazma işinin bir odayı hak etmesi güzel bir his. Ben, daha yazar olmaya karar verdiğim 15 yaşımda, kendime ait bir odayı hak ettiğime inanmıştım. Anne evimde kendime ait, izinsiz asla girilmeyen bir odam vardı. Bu inancı da odamı da anneme borçluyum. Tabii esas sıkıntının, belirttiğiniz gibi, kendime ait bir zaman olduğunu erişkinliğimde fark ettim. Kendi kanatlarımla uçmaya başladığımda. Yazmak, nasıl yapıldığını, nasıl bir zihinsel süreç ve emek, güç gerektirdiğini anlatması zor bir iş. Bir fikirle, o fikrin girdisi çıktısıyla, gideceği yerlerin olasılığıyla baş başa kalarak bir romanı ya da öyküyü inşa etmek odadan ziyade başka dert ve sorumlulukların gölgelemediği geniş zaman dilimleri gerektiriyor. Zihnin yaratacağı ürünle baş başa kalabileceği bir zaman dilimi, bir odadan daha önemli benim için. “Dilimcikler”le yetinmeyi de öğreniyor insan.

Elif Türker: “Kendine ait bir oda” üzerine düşündüğümde, bir kadının kendini var etme sürecindeki tüm ihtiyaçlarını doldurabileceği bir imge oluşuyor zihnimde. Bunun başında sessizlik geliyor. Kapısı kapalı bir oda bana sessizliği çağrıştırıyor ilkin. Sessizliğin olduğu yerde zaman genişliyor, zihnim genişliyor, cıvıl cıvıl kuşların şakıdığı bir bahar bahçesinde buluveriyorum kendimi. Günlük hayatın hayhuyuyla kendimi nefes nefese attığım bir oda fikri bile dinginleşmemi sağlıyor. Hele bir de odaya girip kapadığım kapıya sırtımı verdiğim anda keyfime diyecek olmuyor. Burada biraz acımasız birine dönüşebiliyorum fakat. Çünkü zihnimin üçte ikisini meşgul eden sorumluluklardan artırdığım zamanı dakika dakika hesaplayıp en yüksek verimi almak zorundayım. Bu müthiş bir gerilim de yaratıyor tabii. Her saniyesini “anlamlı” bir mesaiye harcamalıymışım gibi bir tavra girip kendime yükleniyorum bazen. “Kendine ait bir oda”yı elde eden kadınlar, salt kendine ait bir zamanı da elde etmiş olur bana kalırsa. “Kendine ait bir zaman”dan ne kastettiğini pek anlayamaz patriyarka, ona olabilecek en somut biçimiyle anlatmak gerekir her şeyi. Bu nedenle o odayı patriyarkanın elinden çekip alan kadın, zamanı da almış demektir.

Fadime Uslu: Kendine ait bir oda bizim için yetmez, kendine ait bir zaman bizim için yetmez. Biz, bizim için biçilen rolleri reddetmedikçe, sınırlanan mekânın, zamanın içinde sıkışıp kalırız. Odayı, zamanı, mekânı reddediyorum. Uzam benim, uzam biziz. Düşünceyi, edebiyatı üretirken, uzamın sonsuz olasılıklarını değerlendirmektir ihtiyacımız.

Melike Uzun: Virginia Woolf’un 1928’de Ouse nehrinin pırıltılı kıyısında yazdığı (makalenin başında nehrin kıyısında oturmuş bir yazarı uzun uzun tasvir eder) Kendine Ait Bir Oda’ya 1988 yılında Porsuk kıyısındaki küçük bir kitapçıda rastladım. Kitap 13 yaşındaki mutsuz bir kız çocuğuna gönderilmiş bir mektup gibiydi. Yoksul bir memur ailesinde, geleneklerin baskıladığı, dünyadaki yeni düşünce ve yaşam biçimlerinden fersah fersah uzakta bir çevrede yaşayan kız çocuğu için bu karşılaşma elbette ki derin bir dönüşümün kaynağıydı, o günden itibaren, hayatım boyunca, gerçek anlamda bir odanın mücadelesini verdim. Bugünden, kadınların kendine ait evinin, iş yerinin, hayatının olduğu bir zamandan baktığımda, bu mücadelenin ufkunun oldukça dar olduğu söylenebilir. Ancak oda benim için temel anlamından çok daha fazlası, kendine ait bir kişilik, zihniyet ve zaman demek, benliğinde ısrarcı olmak demek. Gerçek şu ki Yozgat’ta, Çorum’da, Elazığ’da ya da Ankara Mamak’ta, İstanbul Sultanbeyli’de kendine ait bir oda kadınlar için hâlâ devrimci bir talep. Söz konusu makalede Woolf, “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın,” der ve ekler: “Erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” Oda, sanki kadın yazarın ya da yazar olmayı düşünen kadının kararlılığının imgesidir. Aslına bakarsanız, kendini dış dünyadan, günlük hayattan, geleneklerin baskısından, basmakalıp düşüncelerden, güruh olmanın getirdiği ruh hâlinden yalıtmanın imgesidir kendine ait bir oda, kadın erkek fark etmez, yazarın kendine ait bir odaya ihtiyacı vardır. Ancak, her daim her yerde olabilen, her türlü taşkınlığı, sapmayı hak olarak görüp toplumu kolayca arkasına alabilen erkek birey böyle bir talebi yükseltmez, o zaten, ona sağlanan ayrıcalıkları kullanarak (karısı üç öğün yemeğini hazırlayıp çamaşırını yıkarken oturup yazmak, şehir şehir dolaşıp yazdıklarının tanıtımını yapmak vb.) yazar. Bu yüzden “oda” talebi bir imge olarak, kadınlar için hâlâ elzemdir.

Mevsim Yenice: Aslında kendine ait odayı dört duvarın çevrelediği mekânla birlikte, zamanı ve boş bir zihni de kapsayan bir metafor olarak algılamışımdır hep. Kapısını kapatıp çalışacak vaktiniz ve enerjiniz olmadıktan sonra, bir odanın varlığı, evdeki odalardan biri olmaktan öteye gitmez. Düşünebilecek, yazabilecek, üretebilecek zaman, daha da önemlisi yarattığınız o zamanda zihninizin tamamen yapacağınız işe ait olması gerekli bence. Yıllardır özenle düzenlediğim bir çalışma odam olmasına rağmen, bir kere bile oraya girip çalışmadım, çalışamadım. Çoğu kez çok sesli, kalabalık mekânlara gidip, onca gürültünün arasında tam aradığım motivasyonu bulabiliyorum. Bunun nedeni; yazmaya ayıracağım vakitte çocuk yetiştirirsem daha faydalı bir şey yapmış olacağımı söyleyen sesleri, harcanan bunca zamana rağmen maddi bir getirisi olmadığını sürekli bana hatırlatan cızırtıları başka seslerle bastırmaya çalışmak. Ya da yazmanın benim için en iyi var olma şekli olduğunu anlatmaya çabaladığımda sürekli bir duvara çarpıp bana geri dönen kendi çaresiz sesimi duymamak. Bu nedenle, odadan ziyade, tüm bu kalabalığı susturabildiğimiz ya da başka seslerle bastırabildiğimiz (her birimizin yöntemi farklı çünkü biliyorum), yalnızca o âna odaklanabilen, parazitlerden ayıklanmış bir zihin ve kendimize ait bir zamana daha çok ihtiyacımız var.

Peki ya görünmeyen emek, yani zihinsel mesainin yükleri konusunda ne dersiniz? Kadının üzerindeki zihinsel mesainin/yükün göz ardı edilmesi aslında görünmeyen emeğin ta kendisi. Gerçekten bize ait bir zaman var mı, zihinsel meşguliyetler ve psikolojimiz yazı mesaimizi nasıl etkiliyor?

Birgül Özcan: Sanırım bunun cevabına karşılık gelen bir kitap yazmış olabilirim. Ev Anası’nı tam da bu sorulara cevap aramak için yazdım. Kimsenin bakımından ve geçiminden sorumlu olmayan dinlenmiş, sorumluluklardan azade, refah içinde, kaygısız bir zihinle yazıya oturan bir yazar ile yarın çocuğun giyecek temiz okul pantolonu var mı, bu ay kirayı ödeyebilecek miyim diye düşünen bir kadının üretkenliği elbette eşit değil. Harcadığım zihinsel ve fiziksel mesai benim anda kalmamı, dilimdeki o duruluğu, sükûneti, belki huzuru yıkıp geçiyor. Yerine hınçlı, kılçıklı, hırıltılı, bazen umutsuzca ironiye sığınıp bağıran pasif agresif bir dil bırakıyor. Sema Kaygusuz’un bugünün edebiyatından bahsederken dediği gibi, belki de bu dil gerçeğin cinnetiyle bir çeşit başa çıkma şeklidir ve bu, beceriksizlikten değil, derttendir. Gelin görün ki, bu iyi bir şey mi hâlâ emin değilim. Belki de bu da beni ben yapan şey, diyerek her ne kadar içimi rahatlatmaya çalışsam da daha geniş bir zaman ve daha ferah şartlarda, en azından her gün düzenli saatlerde yazabilseydim neler olurdu; bu, benim olayları tahkiye etme şeklimi nasıl etkilerdi, merak etmeden duramıyorum. Bir defasında bir editör bana yazı dilim için, “Sen yavaşlamayı bilmiyorsun, atlı kovalıyor gibi yazıyorsun, yazdıkların soluk almaya izin vermiyor,” demişti, hatta bunu kitabımdaki ana karakter Nur’a söyletmiştim. Haklıydı. Geçen gün bir çizgi filmde yağmurun yağdığına sevinmeyen yetişkinleri anlamakta zorlanan bir çocuğun hikâyesini gördüm. Hepsinin kendine ait gerekçeleri vardı üzülmek için. Yağmur yetişkinler için sorun demekti. Evdeki anne karakterinin sorunu da çamaşırdı. Astığı çamaşır… Romantik çağrışımlardan uzak, sorun yaratan bir doğa olayı. Oysa çocuk zihni, sorumluluklardan azade, yalnızca bu şahane şeyin, bu mucizenin tadını çıkarmak istiyor, bunu dert edinenlere de hayret ediyordu. Aklıma, yazdığım kitap geldi. O kadın bu kadındı, ev içine hapsolan bütün kadınlar için yağmur, yağmur değildi. Çamaşırları ıslatan bir sorundu. Bu zaten başlı başına bir psikolojik rahatsızlık emaresi değil miydi? Ev içi kendi için zaman ayıramayan herkesi yutan bir kuyu değil miydi? Virginia, “Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım,” demişti.

Peki, Ev Anası’nda Nur ne diyordu? “Oyalanarak hayatta kalmaya çalışıyorum. Bir yandan tüm bu anlamsızlığın giderek derinleşen boşluğuna düşmemek için düşünmüyorum, çünkü aslında biliyorum ki düşünmek demek o kuyuya sarkmak demek. Hızlı hızlı yürüyorum evin içinde, sabah kalkıyorum, yatakları topluyorum. Gece üşenip toplamadan yattığım salonu topluyorum. Etrafa dağılan oyuncakları, kirli çay bardaklarını, kahve bardaklarını, süt bardaklarını tek tek… Aldığım edebiyat takviminin bir yaprağını daha koparıyorum, ömrümden bir dal çıt diyor sanki, anlamsızlık yerini kesif bir harcanmışlık duygusuna bırakıyor. Fazlaca sarkmadan, hemen doğrulup, ayaklarımı yere iyice basa basa kirli sepetine gidip çamaşırları alıyorum, makineye tıkıştırıyorum kirliyi. Renkliyi beyazı orada hemencecik ayırıyorum. Yiğit’e kahvaltı hazırlıyorum, Yumurta önemli! Protein… Hücrelerdeki bütün biyolojik olayların yapıtaşı… Peki benim yapı taşım? Çamaşırları asıyorum. Gömleğin birini asarken aşağı düşüyor, inip alıyorum. Karşı camın önünde mermerin üzerine dizilmiş üç saksı görüyorum. Altında suyu sızmasın diye konmuş tabakları, içlerinde kurumuş toprakları var, içlerinde ne bir bitki, ne bir çiçek, yan yana üç topraklı boş saksı… Camı kapatıp evi süpürmeye başlıyorum.  Çıldıracak gibi oluyorum, duş alıyorum, hızlı hızlı giyiniyorum. Kendimi yatağın üzerine atıyorum, gözlerimi kapatınca gök gürlüyor, ardından pıtır pıtır bir yağmur sesi giderek hızlanıyor. Ne güzel diyorum yağmur… Aklıma çamaşırlar geliyor. Yataktan sıçrayıp teldeki çamaşırları toplamaya gidiyorum yine hızlı hızlı. Sonra kılçıklı çıkan fasulyeyi, komşunun bahçesine düşen mandalı, kırışığı açılmak bilmeyen keten gömlekleri ve Yiğit’in kaybolan çorabının tekini düşünüyorum. Değil bana tahsis edilmiş bir matbaam, bir odam, bir yazı masam bile yokken, şunları yazdığım mutfak masasının üzerindeki çay lekesine bakıp, buna yutkunuyorum. Rahat bırak beni Virgina, rahat bırak gözüm!” Bunları yazan benle yeni yeni yüzleşiyorum. Sennur Sezer’in "Akşam Türküsü" şiirini sahiplendiğim gibi…

 “Ama akşamları
Bu boşunalık duygusu kapıyı çalmadan
Usulca ilişiverir yanıma
Çocuğu giydir parklara çık
İşten dönenleri gözle
Köfte güzel olmuş saçın yakışmış
Orhan Abi ölmüş…  Artık yazmıyor musun?”

Sanırım bu ara canımı benim de en çok acıtan soru bu. Artık yazmıyor musun?

Sinem Sal: Gündelik dertler arasında sadece kiranın nasıl ödeneceği, o konsere nasıl gidileceği, o kitapların nasıl alınacağı yok. Akrabalarına rağmen istediklerini yazabilecek misin yazamayacak mısın, hâkime rağmen o miniği eteği giyecek misin giyemeyecek misin? Bizim gündelik sorunlarımız bir polisiye kitabın kurgusuna katkı sağlayacak türden. Belki hepimiz polisiye yazmaya başlamalıyız. Pratiğimiz, tecrübedendir.

Figen Şakacı: Bu sorun ta Suat Dervişlerin, Safiye Erolların, Fatma Aliyelerin ve daha pek çok kadın yazarın ezeli sorunu oldu. Hani yüzyıllık bir yanlışlık desem yeri. Kendimize ait odayı bulsak parayı, parayı bulsak zamanı kaçırıyoruz. Hele memleket derdine gözün kulağın açıksa, kalbin de zihnin de sakatlanıyor. Üstelik, daha hasar tespit çalışmasını yapamadan her gün başka musibetleri yüklenmek ya da altından kalkmak zorunda kalıyorsun. Annelik, eşlik gibi ağır sorumluluklarım yok ama yine de kamburum çıktı. Zaten bu dünyanın çarkı ne zaman kadınlardan yana döndü ki; hiçbir sistem kadını değil kendine ait odada, kendini ait hissettiği hiçbir yerde rahat bırakmadı. İngiltere’de yazar kadınların aslında histerik olduğunu söyleyenler de ya yazar kocaları ya da erkek dünyasının zıpçıktılarıydı. Bir yandan bütün dünya derdinden, ağrısından kendini koruyacak ve kollayacak, bir yandan da kendine dingin/duru bir zaman ayıracaksın. Çok zor. Hayır, depresyona girmek de parayla. İlacı, terapisi derken, neredeyse ev kirası kadar bir bütçe ayırman gerekiyor. Aman masraf olmasın diye kaçındığın şifa yöntemlerini yazıda, kitaplarda, filmlerde, yakın arkadaşlarda arıyorsun. Şahsen psikolojimi hepten bozan da yıkıp yeniden yapan da yazmanın kendisi. Daha iyi ve parasız başka bir yöntem bulamadım bugüne kadar.

Aslı Tohumcu: Görünmeyen emek deyince siz, ilk aklıma gelen ev işleri ile çocuk bakımı için harcadığım duygusal, fiziksel emek. Çocuklu ya da çocuksuz, fark etmez, kadın olmak zaten, kimsenin saygı göstermediği, ne yaptığını görmediği, hakkını teslim etmediği (hak da ancak gerçekten eşit bir yük paylaşımıyla olabilir) bir genel müdürlük demek bence. Gündelik hayat içinde organize etmeniz, halletmeniz gereken onca iş, bedeniniz gibi zihninizi ve psikolojinizi de tüketiyor. Gerçekten bize ait bir zaman var mı, sorusuna, eh işte diyebilirim. Zihnimin kapısını yazacağım roman/öykü dışında her şeye kapatabildiğim ender anlar, herhalde gerçekten bana ait olanlar. Kaçak göçek üretiyorum diyebilirim kendi adıma.

Elif Türker: Bize ait bir zaman yok, bizim yarattığımız bir zaman var. Bunu anlatabilmek ne zor, değil mi? Bu söylediğimi bütün kadınlar anlayacaktır ama erkeklerden şüpheliyim. Görünmeyen emekten bahsediyorum çünkü. Mutfak masrafından tasarruf etme üzerinden anlatmayı deneyeyim. Malum anne/kız kardeş/eş üzerinden anlatmayınca, bir birlik kurulamıyor. Yukarıda da söylediğim gibi, somutlaştırmak gerek. Şimdi şöyle, aylık belli bir bütçeniz var, onun nereye ne kadar harcanacağı belli. Fakat tasarruf etmek isteyen kadın akrabanız alacaklarının bir kısmının miktarını azaltır, bir kısmının da daha ucuzunu arayıp bulur ve bütçe fazla verir. Biz de 24 saatimizi bu minval üzere hesaplarız ve artırdığımız/yarattığımız o hepi topu bir iki saatte de yazarız, çalışırız. O çalışma süreleri verimli geçer mi? Her zaman değil. Üstümüze bindirilen vicdanî hesaplaşmalardan, yaptıklarımızın anlamlı olup olmadığı sorgusundan kurtulup zihnimizi temizlemek de görünmeyen emeğe dâhil edilmeli bana kalırsa. Kaldı mı size 10-15 dakika. Bu süreyi rafine bir dilim olarak değerlendirebildiğim zamanlarda üretebilirsem üretirim işte. Pek mahir olduğum söylenemez sanırım.

Fadime Uslu: Hadi, yaşamımızdaki bütün yükleri, bütün fazlalıkları uzaya, kara deliğe gönderelim. Zihnimizi felsefe, edebiyat, siyaset meşgul etsin, bu rezil sistemin bizimle oynamaya çalıştığı oyunlara kapılmayacak kadar akılcı olmak gerekiyor önce.

Melike Uzun: Oda’ya kadınlar için elzem bir imge dememin nedeni, bu sorunun içinde yatıyor. Evli ve çocuklu, para kazanmak zorunda olan kadınlar için yazmak -evinizde bir yardımcı ve dadı yoksa- bugünün koşullarında neredeyse imkânsız, çünkü süpürülecek ev, protein ve vitamin dengesi gözetilerek beslenecek, o kurstan bu kursa koşturulacak çocuklar sizi bekler, baba büyük ihtimalle ya çok çalışıyor ya tüm bunları annenin işi olarak görüyordur ya da çekip gitmiştir. İşte bu yüzden, yazan kadının kendini yalıtması, yazan erkek kadar kolay olmayacaktır. Bazen şöyle hissediyorum, zihnimde onlarca çekmece var ve bazen tüm çekmeceleri açık unutuyorum, içindekiler birbirine karışıp düğüm oluyor. Peki, bununla nasıl baş ediyorum? Odama çekilip müzik açıyorum, sadece yazma ve okuma çekmecesini bulup diğer çekmeceleri gelişi güzel, karmakarışık bir hâlde kapatıyorum. Kolay olmuyor, söz verdiğim yazıların son teslim tarihini kaçırdığımı, beni ve öykümü umursamadan, yayımlanan derginin kapağını sosyal medyada gördüğümde anlayıveriyorum. Böyle zamanlarda rasyonel olmak pek işe yaramıyor, gidip oğluma sarılıyorum. 

Mevsim Yenice: Her ne kadar görev dağılımı ve işler bakımından eşitlikçi bir evde yaşıyor da olsanız, çocuğun ayakkabısının eskidiğini, tuvalet kâğıdı ya da tuzun bittiğini, evdeki kedinin aşı zamanının geldiğini, çocukların ergenlik sorunlarıyla nasıl baş edileceğini düşünmek, fark etmek yine kadına ait görülen bir toplumda yaşıyoruz. Kadının bunlar gibi karşı tarafa hatırlatması gereken bir sürü şeyle dolu aklı. Çocukluktan itibaren, bazen aleni bazen de alttan alta sezdirilerek dikte edilen bir rol bu. Ailedeki bireylerin duygusal durumu, kendi ailesinden taşıdığı bir sürü yükümlülük ve duygusal baskı da cabası. O nedenle, esas mesai bu gibi geliyor bana. O odaya ya da yazı mesaimizi her nerede yaratıyorsak o yere ait hissetmeye gelene dek bir sürü çeldirici var. Bu zihinsel mesainin yorgunluğuyla başa çıkmak başlı başına bir iş tabii. Virginia Woolf’un kendine ait bir odasını sadece kapısı ayrı bir oda olarak değil, dış uyaranlara kapalı bir zihin olarak da algılamak gerekiyor o nedenle. Ve çoğu zaman yazmak için masanın başına geçtiğimizde tüm bu zihinsel meşguliyetler yüzünden tüm gücümüz tükenmiş oluyor.

 

Para kazanma kaygısı, ekonomik bağımsızlık, eşit işe eşit ücret mücadelesi, geçim meselesi, aile sorumlulukları bir kadın olarak yazınınızı/yazma mesainizi nasıl etkiliyor?

Birgül Özcan: Sanırım bu sorulara cevap verenler arasında ekonomik bağımsızlığı olmayan, iki çocuk bakan, aynı zamanda yemek, temizlik ve alışveriş yapan bir kadın olarak bu durumun yazımı iyi etkilediğini söyleyemeyeceğim. Yazıya oturabilmek için bebeğin ve çocuğun uyumasını beklemek zorundayım. Gün içinde ev işlerinden ve çocukların bakımından yorulmuş bir zihin ve ayaklarla bazen tüm gün hayalini kurduğunuz tek şey uyku oluyor. Uyku da benim için bir çeşit uyanma hâli aslında çünkü yatağa uzandığım anda, zihnime kelimeler üşüşüyor. Yakamı bırakmıyorlar. Bana iyi gelecek olanın yazı olduğunu bildiğim ve deli gibi yataktan çıkıp yazıya oturmak istediğim hâlde, en uzun üç saat sürecek olan o kısa süreli rahatlama anlarına teslim olup, kendim için hiçbir şey yapmamış olmanın ağırlığıyla ve genellikle buna eşlik eden bir ağlama sesiyle uyanmış oluyorum. Mesaim eğer bebek daha önce uyanmadıysa, yedi buçukta başlıyor. Okula gidecek olan oğlumun kahvaltısını hazırlıyor, servise bindiriyor, sonra bu gürültüde muhakkak uyanmış olan bebeğimin altını temizliyor, onun kahvaltısını hazırlıyor, yatakları ve oyuncakları topluyorum. Gün içinde onlara ne yemek yapacağımı planlayıp eksik malzeme varsa gidip alıp, harcayacağım parayı hesaplayıp eve gelerek hızlıca yemek yapmak zorundayım. Sonrası çamaşır yıka, çamaşır katla, bebeği uyut, bebeği doyur, bebeğin altını değiştir, okuldan dönen çocuğa yemek hazırla, sonra eşine sofra kur, bulaşık yıka, evi topla, çocuğun ödevlerine yardım et, onu yıka, bebeği yıka, uyut, İstiklal Marşı ve kapanış… Tüm bu hayhuyun içerisinde yazı, zamanla ertelenen, gerçekleşmedikçe iç burkan bir çeşit arzuya dönüşüyor. 

Sinem Sal: On senedir öğretmenlik yapıyorum. Arada, televizyon kanallarında çalıştım ve bazı dergilerin editörlüğünü yaptım. Bu, benim özgürlüğümü ilan etme yöntemim diyebilirim. Ama nasıl bir özgürlük? Haftanın beş günü karşılığında akşamlarımı ve hafta sonumu satın aldığım, bu zamanda da yazdığım bir özgürlük. The Prize Winner of Defiance, Ohio filmi şöyle başlıyordu ya: “Annem, 25 kelimeyle nasıl 10 çocuk büyüttü?” Reklam sloganları yazarak hediye çekleri ve ödüller kazanan bu kadından çok da farklı hissetmiyorum bazen. Sarsıcı, son derece etkileyici, sürükleyici, aaaa biz… Ev emeğinin karşılığını maddi olarak alamayan kadın, yaratıcı zihinle ev emeğini destekliyor. Bunun entelektüel tatmin karşılığı var mı bilmiyorum. Ama başka şeyler var. Mesela edebiyat alanında üretim yapan kadınlar olarak bizlerden yayıncılık sektörünün beklentileri var. Yaratıcı zihin emeği, entelektüel emek ve ikisini birden karşılayabilecek piyasaya uyumlu ticarî-zihin. Bu şeytan üçgenini kurabilen kaybolmuyor. Kuramayanlarsa, yani yayıncılık sektörüne göre kaybolanlarsa, bir yerde birikiyor. Aramaya emek veren okur da onları buluyor. İyimser olmak için yeterince zorluk var.

Figen Şakacı: Hadi lafı dolandırmayayım. Şu geçim meselesi ömrümü yedi, ömrümü! Bir de inadım kurusun; kurumsal bir çatı altına girmeyeceğim, hiyerarşik dişlilerin arasında öğütülmeyeceğim kararımla iyice ayyuka çıktı bu mesele. Sizden bir yazı istediklerinde, sembolik de olsa bir ücret ödemeyi abes bulanlara laf atmaya çalışmak da fena hâlde yorucu. Daha telifin zarurî bir hak olduğundan bihaber olanlar ya da bilmezlikten gelenlerle dolu etrafımız. Vaktin de bir nakit olduğunu öğrenemediler gitti ya da hiçbir zaman işlerine gelmedi. Eh, hâl böyle olunca, eve kapanmaktan başka çare kalmıyor. Hem kendi seçtiğim ilişkiler dairesinde kalmayı, hem yazarak yaşamayı seçmenin ağır bedellerini birçok yazar gibi ben de ödüyorum. Elbette, yazmak bu tablonun karanlık tarafında durmuyor her zaman. Her şeye rağmen, bazen bir vicdan gibi dürtüyor, çoğunlukla da tutkuyla bağlı olduğunuz bir sevgili gibi çağırıyor. İşte, o sesi duyduğum zaman, nesnel koşulları falan tınmadan fakir ama âşık bir yazar olarak koşuyorum sevgilimin kollarına. Sonra, sen sağ ben selamet.

Aslı Tohumcu: Bütün bu saydığınız sorumluluklar elbette olumlu etkilemiyor yazma mesaimi. Yazmaya istediğim vakti ayıramamak bir yana, bu ekonomik koşullarda yazmanın gerçekten lüks sayılacağı zamanlar oldu, oluyor. Sektör içinde verdiğimiz mücadeleleri bir kenara koyarsam, hayatın imkân olan her alanında küçülerek mesaimin süresini uzatamasam bile, zihnimin bir kısmını boşaltmayı öğreniyorum. Aile sorumlulukları deyince, sadece kızım ve annelik geliyor aklıma. Çocuk yaparken zamanımın bir daha asla bana ait olamayacağı konusunda annem uyarmıştı beni. Keşke anne sözü dinleseymişim!   

Elif Türker: Bir kurmaca metin yazdım; bir daha yazar mıyım, zaman bulabilir miyim, bulsam içimden gelir mi, gelse becerebilir miyim hiç bilmiyorum. Yıllardır benimle yaşayan bir hikâyem var ama 12 sayfa yazdım ve bir daha elimi sürmedim. Artık daha çok eleştiri metni yazmayı canım istiyor, kitap tanıtımı yazmak istiyorum ama yazamıyorum. Çünkü tezimi bitirmem gerekiyor. Sadece geçim derdi için değil, akademik hayallerim için de gerekli bu. O nedenle, en sevdiği şeyi iş edinmiş biri olarak sorunuza doğrudan bir yanıt veremiyorum. Bütün hayatımı zaten yazma üzerine şekillendirdim ben ve aynı anda birkaç metin üzerinde, zamanım olsa da çalışamam. Fakat benimle aynı durumda olmayıp da yazan kadınlara ayrı bir saygım var. Sırf zamanlarını bu kadar doğru kullanabildikleri için bile hayran olabilirim. Aile sorumluluklarım konusunda şanslı addedilen az kadından biriyim. Kendime ait odam var. Anne olmayı reddedenlerdenim. Çünkü biliyorum ki o zaman asla kendime ait bir zamanım olmaz. Fakat bu soruşturmada göreceğiz ki anne olan yazarlar çok büyük bir iş başarıyorlar. Hepsine ayrı ayrı saygılarımı sunuyorum.

Fadime Uslu: Kadın olmak her şeyi en az iki cepheden görme pratiğini getiriyor. Yazıda eyleme geçmek ve üretmek için canla başla mücadele ediyorum. Hadi, açık konuşayım. Bir yıldır kanser tedavisi görüyorum. Kimi maddi sorumluluklardan muaf tutan ne büyük ne tuhaf mücadele, değil mi? Ödün vermeden öykü üretiyorum. Ve şunu çok iyi biliyorum; kentler kanser oluyor, sekiz kadından biri kanser oluyor, farklı düşünen insanların bir anda işi elinden alınıyor, cinsiyeti kadın olan yazarların eserinin görünebilmesi kültür pazarında bulunmasıyla ölçülüyor. Yazma mesaimizi sürdürebilmemiz için her şeyden önce var olmamız gerekiyor. 

Melike Uzun: Çağdaşım pek çok yazar gibi ben de yarı zamanlı çalışıyorum ve yine diğer yazar arkadaşlarım gibi ben de tam zamanlı yazacağım günleri bekliyorum. Para kaygısı sanırım kadın erkek tüm yazarların derdi, yani kadınların bu konudaki derdinin erkeklerinkinden daha fazla ya da daha az olduğunu düşünmüyorum. Yayın dünyasında ya da diğer alanlarda çalışanlarda eşit işe eşit ücret gibi somut, görünür taleplerin mücadelesinden daha soyut, elle tutulamayan, belki de konuşulamayan ama varlığından emin olduğumuz, parmakla gösteremesek bile bildiğimiz, sezdiğimiz, daha zor bir mücadele var aslında. Bu soruyla beraber düşünüyorum, hiçbir işkolu sendikasının kadın ve erkek ücretlerinin eşitsizliğiyle ilgili bir istatistik çalışmasını görmedim, denk gelmedi, kendi gözlemlerim söz konusu olmadığı için, bu konuda söyleyecek bir sözüm yok. Yine dönüp dolaşıp mesele evin sorumluluklarının yazarlık mesaisinden çaldığı konusuna geliyoruz, Kendine Ait Bir Oda kadar bilinmese de Virginia Woolf’un "Ev Meleğini Öldürmek" makalesini hatırlamak gerekiyor sanırım. Ev meleği tarafımızı öldürmediğimiz sürece işler yazarlık mesaisinden çalacak gibi görünüyor. Ancak, kendi adıma hep kendime hatırlattığım bir şey var: Aslolan hayat. Bunu kendime hatırlatıyorum çünkü herhangi bir konuda olduğu gibi yazma hırsının da çirkinleştirebileceğinden korkuyorum, bu korku aslında altta yatan hırsın reddi. Bu yüzden, evde kek yaptığımda yayılan kokudan bir sayfa yazdığımda duyduğum hazzı alabiliyorum ve yine buna rağmen ev melekliğini reddediyorum, tıpkı işe gidip, işimi en iyi şekilde yapmama rağmen çalışmayı reddettiğim gibi. Yazmayı kabul ediyorum. Aslında Ursula K. Le Guin böyle bir tavrı kahraman-yazar sorumluluğu olarak görür, eleştirir. Kahramanlığın komikleştiği bu zamanlarda derdim kahramanlık değil, kendimi savunmak, kendimde kalmak, bu benim için ancak yazmakla mümkün.

Mevsim Yenice: Dışardan bakıldığında, bu konuda şanslı bir durumda görülebilirim. Zira şu an çalışmıyorum. Ancak bu durum her zaman benim aklımda taşıdığım bir yük. Öncelikle, bu kadar zaman ve emek harcayıp karşılığını maddi olarak alamadığınız bir işin kıymetini ispatlayamıyorsunuz kimseye. Ayrıca etrafta haddi olmadığı hâlde sürekli size -sözde sizin iyiliğiniz için- bunu hatırlatan bir topluluk var. Bunun haricinde, “yazıyorum” deyince, esas mesleğin ne diye soranlar da cabası. Tüm bunlar ister istemez, para ve ekonomik bağımsızlığınızı yazarak kazanamayacağınız için omuzlarınıza tarifi zor bir suçluluk yükü bindiriyor kimi zaman. Bu nedenle, ev işlerinde daha aktif olmalıyım ki denge sağlansın hissiyle dolabiliyorum ister istemez ve bilgisayarın başında bir şey yazmaya çalışıyorken, “Akşama ne yemek yapsam, çamaşır atmam gerek, domates bitmişti markete gideyim, acaba yarım zamanlı bir işe mi girsem,” gibi düşüncelere dalmışken bulabiliyorum kendimi.

Yazmak için ihtiyacımız olan "kendine ait zaman" nasıl yaratılır? Kadın yazar olarak kendi zamanına sahip çıkmanın yolları nedir?

Birgül Özcan: Ah… Ne zor sorular bunlar! Annem yaşasa, “Kelin merhemi olsa kendi başına sürer” derdi. Sanırım bu sorunun cevabını bulabilirsem ikinci kitabımı da bitirebileceğim. Ben bu soruyu bugünlerde kendime çok soruyorum ve kendi kendime çok konuşuyorum. Sesli düşüneyim o zaman bu defa. Zaman yaratmak denince, aklıma hemen Selçuk Baran geliyor. Evde eşi ve çocukları yüzünden yazıya zaman bulamayınca, “Hafta sonları mesai var ben ofise gitmek zorundayım,” diyerek evden kaçıp iş yerinde yazması geliyor. Onu o kadar iyi anlıyorum ki. Keşke diyorum bazen, iş yerim ev olmasaydı. Kaçabileceğim bir yer olsaydı. Belki saçma gelecek ama önce zamanı hak ettiğimizi ve bize ait olduğunu kendimize gerekiyorsa yüksek sesle söylememiz, hatta her sabah unuttuğumuz bu gerçeği su niyetine yüzümüze çarpmamız gerekiyor. Çoğu zaman adanmışlık ve kurban psikolojisi ile hareket ettiğimi yakalayınca kendime çok kızdım ben. Annem beni, “Kurban olurum sana” diye severdi. Bu söylemi o kadar hazin buluyorum ki artık içim acıyarak anımsıyorum. Hayatı bir feda hâli olarak yaşamak heba. Biz sadece işverenin işçisi, çocuklarımızın ve evimizin bekçisi, eşimizin aşçısı değiliz. Kadın olarak üzerimize yapıştırılan bütün etiketleri tek tek sökerek başlasak iyi olur.

Anne kadın, evlat kadın, eş kadın, gelin kadın, işçi kadın, bacı kadın, bunların hepsi fazladan yük. Ailemiz için, çocuklarımız için, geleceğimiz için fedakârlık yapmadan kazanamayacağımız haklardan, hak etmek için çaba göstermemiz gereken saygıdan söz edilip durulsa da tüm bunları reddederek aslında kimlik haklarımıza tıpkı erkekler gibi doğuştan sahip olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Belki varlığımızın ispatı tüm bu yükleri kabul etmekten değil, reddiyeden geçiyordur. Onaylanma, takdir görme, kınanma gibi sanrısal ihtiyaç, korku ve hislerimizden uzaklaşmaya çalışıp Virginia'nın dediği gibi, “Kim ne der diye düşünmeden,” yazmamız gerekiyor. Bütün büyük sıkışmalardan sonra gerçekleşen patlamaları düşünüp fiziksel ve zihinsel zorlukları alt etmemiz, belki de erkek süper kahramanların karşısına koydukları kadın kahramanları da reddetmemiz gerekiyor. “We can do it” sloganının sırtımıza verdiği pelerini geri çevirip, “We can do it but we don’t want to” dememiz gerekiyor ve belki de yapmaya mecbur olduğumuzu başımıza kakıp durdukları her şeyi bir kenara bırakıp, yalancı madalyalara, sahte kupalara yüz çevirip sadece canımızın istediği şey için mücadele etmeliyiz. Biliyorum ki fiziksel şartlar düzelmedikçe zihnim hep bunun mümkün olmadığına inanmaya devam edecek ve bu tehlikeli bir yanılsama. Belki de zihnimizi şartlar ne olursa olsun yazabileceğimize inandırmalı, hatta şartlar elverişsizken yazıya daha çok sarılmalıyız. Engin Geçtan’ın dediği gibi, "rağmen var olmak" diye bir şey var. Ben buna çok inanıyorum. Ev Anası’nı böyle yazdım. Hiç komşum yokken, o dayanışmayı o kadınları hayal ettim ve olabileceği umuduyla yazdım. Bir yerlerde var olduklarından da adım gibi eminim. Eminim sokakta görsem tanıyıp gülümseyeceğim. Mesela geçen gün yolda pembe döpiyesli, kırmızı rujlu, pembe simli tokaları olan bir kadın gördüm. Biliyorum, o, Kamuran teyzeydi. Yazarken önce okuru değil, kendimi inandırmak istedim belki de, çünkü hiç kız kardeşim olmadığı hâlde kız kardeşliğe inanıyorum ben. Beni buna inandıracak kadar güzel kadınlar tanıdım. Yazı ne kadar yalnızlık isteyen bir eylem olsa da bunun gerçekleşmesi için birbirini her anlamda destekleyen kadınlar oldukça, belki komşumuz, mesai arkadaşımız, kız kardeşimiz bize, “Sen bugün yaz, çocuğu okuldan ben alırım, işe gelme, yerine ben bakarak seni idare ederim, yemeği dert etme, ben senin için de bir tencere ocağa koyarım,” dedikçe odaya ihtiyaç duymayacağımız çatısız, duvarsız, sınırsız bir gökyüzü altındaymışız hissiyle yazabileceğimize inanıyorum. Buna gerçekten inanıyorum çünkü başka türlü dünya ile nasıl başa çıkılır, nasıl hayatta kalınır bilmiyorum.

Sinem Sal: Örgütlenmek. Bir grup erkek bir yayını ortaya koyduğunda bu yayın “normal”, bir grup kadın aynısını yaptığındaysa kadın eseri olarak anılıyor. Kültürel önkabullerimize son bir yumruk indirmeden evvel, ki zamanı var gibi, kadın yazarlar olarak, birbirimize el vermek, yanında yer açmak, yeni isimlere işaret etmek, omuz atmak değil, omuz uzatmak… Bunu yaparken de “kadın dayanışması” olarak anılmamak. İnsanlığa Giriş 101’den tam not.

Figen Şakacı: Zaman yaratmak için artık iğne deliğine gir deseler girecek vaziyetteyim. Kendi öz disiplinimi her türlü sanal âlemden, telefondan, televizyondan falan uzaklaşarak sağlamaya çalışıyorum. Yeterli zihin açıklığına, ruh dinginliğine vardığım an, bazen not defterime, bazen bilgisayarıma, bazen uykumdan uyanıp başucumda ne varsa oraya yazıyorum. Yürümeyi de yazmanın kan kardeşi saydığım için şehirde tırım tırım açık alan arıyor, onu da kendime armağan edilmiş nadide zamanlardan sayıyorum. Yine de bu kadar ahlanıp vahlanmak ağrıma gidiyor. Benden önce bu dünyadan kimler geldi kimler geçti, her biri de nadide eserlerle ufkumu, aklımı açtı. Senin de mızırdanmaya hakkın yok Figen, diyorum; zamanı oradan buradan kırpıp, ucu ucuna ekleyerek; uykusuzluğu, yorgunluğu göze alarak kendime kaliteli çalışma saatleri yaratabiliyorum. Misal bulaşık yıkarken, çamaşır asarken, evi süpürürken kulaklığımla bir hikâye dinlemeyi, ya da kendi kafa sesimle mırıl mırıl konuşmayı da yazma mesaisinden sayıyorum. Hani evdeyken biri beni dikizlese deli bu kadın diyecek kadar birtakım hâller işte… Hâl böyle olunca, dışarıyla ilişiğimi kesiyor, arkadaşlarımla geçireceğim zamandan çalıyor; bazen yemek masalarından benim çalışmam lazım diyerek kaçıyorum. Neyse ki artık kimse alınmıyor, en fazla arkamdan yazıklanıyorlardır. Ne diyeyim, bizimkisi karşılıksız bir aşk hikâyesi işte, zamanı da mekânı da hiçe sayan bir aşk.

Aslı Tohumcu: Bu iki sorunun tek bir yanıtı var: Yalnız yaşanarak, sadece kendi sorumluluğunu taşıyarak, evlilik ya da çocuk gibi bir bağ kurulmadan. Benim koşullarımda bu mümkün olmadığına göre, “memleketin bütün bekâr anneleri birleşelim!” diyebilirim ancak. Kolektif bir yaşam, sorunlarımızın hepsini olmasa bile biraz daha vakit kazandıracak bir kısmını çözebilir pekâlâ.

Elif Türker: Dakika dakika hesapladığım günlerimde bir biçimde aksaklıklar çıktığında -ki mutlaka çıkar- buna da hazırlıklıyımdır, b planımı devreye sokarım: daha az uyurum, daha erken kalkarım, alışverişi ertelerim vs. delirmemek için kendimi telkin yolları ararım. Bu da bir mesai ister tabii. Bir b planımın olması beni sakinleştirmeye yetmez genellikle. Daha az insanı hayatımda tutmakla başladım ben kendime zaman yaratmaya. Birbirimizin zamanını büyük bir arsızlıkla gasbediyor, buna da “arkadaşlık” diyoruz ve büyük bir hataya düşüyoruz. Bu noktada kesin bir tavır göstermek önemli, yoksa azıcık tolerans gösterdiğimde o ufacık delikten sızanlar yıllarıma mal oldu. Sonunda nemrut, huysuz biri olarak algılandım, çünkü öyleyim, ama çok mühim değil. Her şeye katlanabilirim zira büyük ödül, Zaman!

Fadime Uslu: Tek yolu kendimize, özgürlüğümüze dürüstçe sahip çıkmak. Başka yolu varsa siz bana söyleyin.

Melike Uzun: Elbette ki pek çok kadın yazarın yaptığı gibi, evlenmeyi ya da çocuk doğurmayı reddederek zamanı yazmaya aktarmak en sağlam yol. Ancak bu yolu savunmak yeni kuşak feministler yetiştikçe geçerliğini yitirdi. Çocuk bezlerinin ve ağlamalarının ve çocuk sevgisinin içinden de reddedilebilir annelik misyonu. Bu, sevgiden vazgeçmek değil elbette, kendinden vazgeçmemek. Ama yine kendime hatırlatıyorum, aslolan hayat ve kadın isterse dört beş çocuğun içinden de yazarak var olabilir, dünyadaki hiçbir var oluş biçiminin reçetesi yok. Yine kendi adıma konuşursam, düzenli yazmaya başlamam oğlumun doğumuna denk düşer. Ursula K. Le Guin Balıkçı Kadının Kızı’nda, “Yazarda olması gereken tek şey bir kalem bir miktar da kâğıttır. Bu yeterli” der. Kadın yazar olarak kendi zamanına sahip çıkmanın yolu kendinde ısrar etmek, gerekirse arsız olmak, gülüp geçmek. Okuma yazma çekmecesini hep açık tutup, ötekileri karmakarışık hâllerine aldırmadan arsızca kapamak.

Mevsim Yenice: Biriyle beraber yaşıyorsak her şeyden önce bize ait olması gereken bu alanı korumamız ve bunu birlikte yaşadıklarımızın da bilmesini, anlamasını sağlamamız gerek. Yukarıda da bahsettiğim toplumun kadına yüklediği yükleri, sınırları aşarak, içinde rahatlıkla “biz” olarak nefes alıp soluklanabileceğimiz, kendimizi suçlu ya da sorumlu hissetmeyeceğimiz, duyduğumuz tüm cızırtıların etkisini soğurup bize ulaştırmayacak kadar güçlü, dört tarafı açık başka yeni bir oda, yeni bir kalkan inşa etmemiz gerekiyor sanırım. Kendi kendimize ve birbirimize samimiyetle ve inanarak devamlı bunları hatırlatarak sahip çıkacağız zamanımıza. Yazmanın bir iş olduğunu, daha önemlisi öncelikli işim olduğunu kendime hatırlatmam, geri kalan her şeyi yazmaya göre planlamaya çalışmak bir çözüm olabilir. Ben kendi adıma şimdilik şöyle bir kaçış yolu buldum açıkçası, beni rahatsız edecek tüm parazit sesleri silmek için, seslerin sahipleriyle görüşmediğim bir alan yarattım kendime. Uzunca bir süredir neredeyse vaktimin tamamını yalnız geçiriyorum.