Sous les mots la plage: Kelimelerin altında kumsal var

Bugün şu saatte, belki gecenin köründe bir metinle baş başa saatlerini geçiren tüm kadın çevirmenleri her dönem ilgilendiren, hiç bitmeyen bir gündem var. 

03 Ekim 2019 08:30

Doktora tezimi yazmaya çalıştığım uzun yıllarda hem ekonomik ihtiyaçlardan hem de sözcüklerle haşır neşir olmayı sevdiğimden kitap çevirisi yapmaya girişmiş, bu işin pek de dışarıdan göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle hızlıca yüzleşmiştim. Yalnız ve esnek çalışmanın gerektirdiği öz disiplini kurmakta zorlandığımı, ama en önemlisi, sürekli evde olmanın kadın olmakla ilişkilendirilen görünmez bağları nasıl beslediğini fark edip öfkelendiğimi hatırlıyorum. Bir cümlede takılıp boş boş uzaklara bakarken, iştahla kitaplarını okuduğum usta kadın çevirmenlerin bugünkü teknolojik olanaklar yokken (bu yoksunluk kimi zaman bir avantaj olarak da okunabilir pekâlâ) bu işin üstesinden nasıl geldiklerini, çalışma mekânlarını nasıl yarattıklarını, yayınevi sahipleriyle, editörlerle nasıl ilişkilendiklerini merak eder dururdum. Yıllar sonra Y. Güneş Yücel ile birlikte kadın çevirmenlerin yayıncılık dünyasındaki varoluş mücadelesine kafa yormaya başladığımızda,[1] eski ve yeni kuşak kadın çevirmenlerin çalışma pratikleri ve deneyimleri arasındaki farkların emek süreçlerindeki makro dönüşümle yakından ilgili olduğuna kanaat getirmiştik. Ancak çoğu bugün hayatta olmayan, kimisi çevirmenliğin yanı sıra başka entelektüel veya siyasî kimliklerle içinde bulunduğu erkekler dünyasına kafa tutabilmiş onca kadının akademik çalışmalarda ya da genel olarak yazın dünyasında çevirileriyle hak ettiği kadar ilgiye mazhar olmaması, mesleğin doğasına özgü görünmezliğe bir de hemen hemen tüm mesleklerde şahit olduğumuz cinsiyete dayalı eşitsizliğin eklendiği izlenimi veriyor. 

 Kadın çevirmenler ve genel olarak çeviri işinin prekaryal niteliği üzerine düşünürken Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası 1923-1960 kitabını okuma fırsatı yakalamıştım. Cumhuriyet döneminin kültürel ikliminin nasıl planlandığı ve nasıl alımlandığı üzerine ayrıntılı değerlendirmeler sunan eser, Gürçağlar’ı dikkatle takip etmeme vesile oldu. Temmuz ayında ise beni son derece heyecanlandıran Kelimelerin Kıyısında: Türkiye’de Kadın Çevirmenler derlemesi raflarda yerini aldı. Kitabın çıkış fikri, Şehnaz Hoca’nın bir doktora dersine uzanıyor. İlk etapta beş kadın çevirmenin yaşam öyküsü etrafında şekillenen seçki, on altı kadın çevirmen hakkında ayrıntılı incelemenin bir araya gelmesiyle tamamlanıyor. Kitabın giriş yazısında Gürçağlar tevazuyu elden bırakmayarak, odaklanılan Osmanlı son dönemi ve erken Cumhuriyet döneminin bütünü düşünüldüğünde dışarıda bırakılan pek çok kadın çevirmen olabileceğini teslim ediyor; ancak başka yeni araştırmalara ilham verecek bir ilk çalışma olarak Kelimelerin Kıyısında’nın eşsiz bir kaynak olduğu şüphesiz.

***

Kitapta sırasıyla Halide Edib, Sabiha Sertel, Seniha Bedri Göknil, Azra Erhat, Melahat Togar, Adalet Cimcoz, Mina Urgan, Güzin Dino, Nihal Yeğinobalı, Gönül ve Gülten Suveren kardeşler, Tomris Uyar, Pınar Kür ve sözlü çevirinin öncüsü Belgin Dölay, Fatma Artunkal ve Zeynep Bekdik’e yer verilmiş. Bu isimlerin belki de en önemli ortak noktası, yaşadıkları dönemde sosyokültürel düzeyi toplumun geri kalanından belirgin şekilde farklılaşmış ailelere mensup, iyi eğitim alma olanağına erişebilmiş az sayıda kadın arasında olmalarıdır.

Halide Edib Osmanlı toplumunda seçkin zümreden bir ailenin kızıdır ve içinde yaşadığı kültürel habitat sayesinde küçük yaşta birden fazla dili çok iyi konuşup yazacak düzeyde öğrenebilmiştir. Sabiha Sertel Selanik’te doğmuş, Selanik’teki “Jön Türk devrimini destekleyen bir ev ortamında” Avrupalı profesörlerden eğitim alarak kendisini geliştirmiştir. İlk kadın tiyatro çevirmeni Seniha Bedri bakan kızıdır, İtalyan okulunda okumuş, evde aldığı özel dersler sayesinde Fransızca ve Almanca da öğrenmiş, sanat çevreleriyle temas halinde büyümüştür. Azra Erhat, tütün eksperi olan babasının işi dolayısıyla çocukluğunu Avrupa’da geçirmiş, bu sayede Batı dillerini hızlıca öğrenmiştir. Aile kökleri Ahmet Cevdet Paşa’ya kadar uzanan Melahat Togar, erken Cumhuriyet döneminde Almanya’ya eğitime gönderilen ilk kadın yabancı dil öğretmenlerinden biridir. Adalet Cimcoz, Alman asıllı annesinin yönlendirmeleri sayesinde tıpkı erkek kardeşleri gibi Almanya’da eğitim alma şansına erişir. Mina Urgan ve Nihan Yeğinobalı ailelerinin teşvikiyle Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okur. Paşa torunu bir babanın kızı olan Güzin Dino İstanbul’da “Fransızcanın konuşulduğu bir evde büyümüştür.” Gönül ve Gülten Suveren kardeşler kolej eğitimi aldıktan sonra üniversiteye, ardından ABD’ye gönderilir. Hukukçu bir anne babanın kızı olarak dünyaya gelen Tomris Uyar yalnızca iyi bir eğitim almakla kalmaz ailesinin sosyal ve kültürel çevresi sayesinde sıradan birinin giremeyeceği ortamlara kolaylıkla girer ve kendisini kabul ettirir. Pınar Kür annesinin ve babasının yurtdışı görevleri sayesinde İngiltere’de ve ABD’de eğitim alır. Zeynep Bekdik ve Belgin Dölay Robert Kolej’de, Fatma Artunkal Alman Lisesi’nde öğrenim görür.

Ortaya çıkan resim, yazarlardan Merve Akbaş ve Özüm Arzık Erzurumlu’nun da altını çizdiği gibi yalnızca eğitim düzeyi ile sınıfsal konum arasındaki doğrusal ilişkiye işaret etmez aynı zamanda açık fikirli ailelerin genç kadınların entelektüel yolculuğunda ne kadar önemli olduğunu da gösterir. Öyle ki bu kadınlardan Halide Edib bir çevirisiyle Sultan Abdülhamid tarafından şefkat nişanıyla ödüllendirildiğinde “bana şereften ziyade zillet gibi geldi” diyebilecek kadar etrafında olan bitenin farkındadır.[2] Mina Urgan, Soyadı Kanunu çıktığında aldığı eğitim ve dünyayı tanımanın getirdiği özgüven sayesinde henüz 18 yaşındayken soyadını kendisi seçer. Nihal Yeğinobalı, bugün artık çevirmenin emeğinin teslim edilmesi açısından tartışılmaz bir uygulama olarak kabul gören “kitap kapağında mutlaka çevirmenin adı bulunmalıdır” ilkesinde ısrar eder. Güzin Dino, Sabiha Sertel ve daha niceleri “hami” konumuna gelmiş, hangi metinlerin çevrileceğinden kimin çevireceğine kadar yazın dünyasını belirleme gücünü elde edebilmiştir. Kelimelerin Kıyısında’da toplanan makalelerin fısıldadığı belki de en önemli mesaj, söz konusu kadınları güçlü birer özneye dönüştüren ve hem özel hayatlarında hem yaptıkları işte pasif alıcılar yerine süreçleri belirleyen failler haline getiren şeyin bu kadınların sahip olduğu kültürel ve sembolik sermayeler olduğudur.

Emekleri genelde görünmez kılınsa da kadınların çeviri alanında bu denli güçlü olabilmelerinin bir nedeni Gürçağlar’a göre “imece” ve işbirliğidir. Derlemedeki özyaşamöyküleri çeviri faaliyetinin bugünkü gibi yalnız bir uğraş olmadığını; yayınevleri, yazarlar, eleştirmenler, sanatçılar ve diğer bileşenlerden oluşan zengin bir ortamda, bu kesimlerle etkileşim içinde yapıldığını gösteriyor. Ahu Selin Erkul Yağcı’nın Nihal Yeğinobalı’dan aktardığı bilgilerden 1950’li ve 1960’lı yıllarda yayınevi politikasının oluşmasında çevirmenlerin önerilerinin önemli yer tuttuğunu, çevirmenlerin yayınevi sahipleri ve çalışanlarıyla ortak çalışarak kitaplara karar verdiklerini ve seçimden basıma kadar tüm aşamaların içinde olduğunu öğreniyoruz. Bu da çeviri politikalarının farklı dönemlerini karşılaştırmak açısından önemli bir veri sunmaktadır.    

Kelimelerin Kıyısında onlarca yıl önce sözcüklerle dans eden şahane kadınları tanımak ya da hatırlamak için küçük bir kapı araladığı gibi çeviri dünyasının bugünü üzerine düşünmek için de iyi bir fırsat sunuyor. Entelektüel donanımları düşünüldüğünde kimsenin ellerine su dökemeyeceği büyükannelerin yerini güvencesiz, metinle baş başa, yapayalnız çalışan, neredeyse “parça başı” ücretlendirilen kadın çevirmenler aldı. Ve hâlâ mücadele edilmesi gereken erkek egemen bir yayıncılık piyasası var. Halide Edib’ten Azra Erhat’a, Güzin Dino’dan Tomris Uyar’a, ve bugün şu saatte, belki gecenin köründe bir metinle baş başa saatlerini geçiren tüm kadın çevirmenleri her dönem ilgilendiren, hiç bitmeyen bir gündem var. 

 


[1]Yücel, Y. Güneş, Gözde Orhan, “Yayıncılık Dünyasının Feminizasyon Süreci: Kadın Çevirmenler Üzerine Bir İnceleme” Kebikeç, S. 46, 2018, ss.7-20.
[2]Bunu elbette ancak 1963 gibi geç bir tarihte Mor Salkımlı Ev’de ifade edebilecekti.

Gözde Orhan* Altınbaş Üniversitesi