Kel Kâtip, bir Ankara romanı

"Kel Kâtip romanı, ‘45-‘50’li yılların Ankarası’na ait, bu yazının izin vermeyeceği bollukta, bugün artık hayal dahi edilemeyecek, tarihe tanıklık eden mahal araştırmacıları için son derece zengin anlatımlar sunar."

26 Mayıs 2022 05:00

 

Bir gün Sevinç Abla hakkında yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Yani 1934’te Şereflikoçhisar’da doğan, on dört yaşında yazmaya başlayan, Yelpaze Mecmuası, Hakimiyet, Ulus, Barış gazetelerinde şiirleri, öyküleri ve denemeleri yayımlanan, bahsini edeceğim Kel Kâtip romanı 1979’da Hürriyet gazetesinin Frankfurt baskısında tefrika edilip 1988 Ekimi’nde İstanbul Acar Matbaası’nda basılan Sevinç Güven Doğancan hakkında. Neredeyse yirmi yıla yaklaşan arkadaşlığımız, sırdaşlığımız ve komşuluğumuz 2017’deki vefatıyla sona erdi. Kel Kâtip, ilk sayfaların birinde Sevinç Güven’in de ifade ettiği gibi, eseri okuyup övgü dolu sözlerle kendisini yüreklendiren, destek veren Attila İlhan’a ithaf edilmiştir.

Roman, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, annesinin küçük erkek kardeşiyle terk ettiği bir kız çocuğunun gözünden, Ankara Kalesi Yenihayat Mahallesi’nde geçen çocukluk, ilk gençlik çağlarını anlatır. Gelişip büyüdükçe annesine benzerliği yüzünden ona karşı öfkesi; kıskançlığı giderek artan, zorba, kıskanç bir baba; kıt kanaat görgüsü, bilgisiyle ona yardımcı olamayacağı çok açık bir üvey anne; açlık çekme derecesinde akıl almaz bir yoksulluk gibi melodram uçlu temalar, içeriğindeki öykü-karakter zenginliği sayesinde sıradanlaşmaya asla izin vermez. Savaş yıllarının “yukarıda” cereyan eden sosyal-politik olaylarının ve getirdiklerinin “aşağıya”, köy-gecekondu kökenli bir aileye yansıması abartısız, resimsel bir anlatıyla kendine has bir ifade bulur:

“‘Hökümat, sığınak kazın demiş!’

Kaşla göz arasında yayıldı haber. Ulucanlar’a, Kayabaşı’na, Arslanhane Yokuşu’ndan Samanpazarı’na. Dörtyol’a dağıldı. Kale kapılarını aşıp Bentderesi’ne, Taşhan’a ulaştı. Kazmayı kapan koştu. Çevrenin çöplüğü, işçilerin sıkıştıkça başvurdukları, boklu sidikli eski mezarlık ‘sığınak’ adıyla, savaş alanına döndü. Dikenler, çalılar söküldü. Kazıklar çakıldı. Kazmalar kürekler, balyozlar indi indi kalktı…

Beri yanda, ‘İsmet Paşa harbe gidecekmiş’ dedi biri. Yürekler bir kez daha kabardı. Her uçak sesiyle balyoza, çiviye daha sıkı sarıldılar… Herkes atılacak ‘Alman’ bombasını beklemekte. Gökyüzünü yarıp geçen uçaklar, karartma perdelerini delip, sıvasız, badanasız, kerpiç duvarlarda oynaşan ışıldaklar ve her an yüreği gümbür gümbür, yalan yanlış mırıldandıkları dualara sığınan insanlar… Yenihayatlılar sığınak kazmakta.” (s. 14)

Evet, melodrama yer yoktur Yenihayat Mahallesi’nde. Anlatıcı Zeycan, kâh kahramanların ağzından “kendiliğinden” dökülen kâh kale çevresindeki mahalle ya da hanelerle –“Ermeni Gülbeyaz’ın kapısında durup şosonlarının açılan çıtçıtını ilikledi”– etrafı çevrilen Kürt, Alevi, Yahudi, Ermeni ayrımcılığının ötesinde, Orta Anadolu ekseninde, Güdüllü, Karaşarlı, Haymanalı, Kızılcahamamlı olma hasebiyle canlı tutulan lokal nefretlerin ve bir nefret dilinin ortasında, belki de kendisinden çok daha acı alınyazılarını tadanlara ortaktır.

“Varıp kadının yanı başına dikildi. Baktı kadın kızmıyor, çömeliverdi. Dikkatle izliyor, çamaşırı kendisi yıkıyormuş gibi ahlayıp pufluyordu.

– Künde kör karanlıkta mekteptesin. Eviniz nerede? Uzak mı?

– Şurada, Ermeni Gülbeyazlar var ya…

Güldü kadın:

– Kimmiş Ermeni Gülbeyaz?

– Apram’ın ablası. Bizim mahallede.” (s. 29)

Hiçbir şeyin altı çizilmez, üstü kapalı, dolaylı anlatımlara, dokunaklı göndermelere yer yoktur. Tasvirlerdeki doğrudanlık, bunların metne yayılışı, yazarının hiç farkına varmadığı anlaşılan ve hangi tarihsel dönem söz konusu olursa olsun zamanda kırılıp geri dönen ve değişmezliğiyle bizi şaşırtan türlü türlü gerçekliklere açılır. Üstelik bu saf, içten yazı, ne kadar geveze görünürse görünsün olaylara ve durumlara kendi suskunluğunu da verecektir: “Burada hayat böyledir.”

“Kara, sarı, uzun yüzlü bir kız vardı, saçı örgülü. Ne iyi kızdı Necla! Çiş kokusuna hiç aldırmazdı. Bitlere, pirelere de düşmanlığı yoktu… Günler sonra bir kız: Necla öldü, demişti… Daha önceleri muhtarın karısı Hatibe Teyze, Sirkecilerin gelinlik kızı Nazire, Sülüş’ün dayısı… birer birer gitmişlerdi veremden.

Çocuklar, bazı un helvası getirirlerdi okula.

– Anamın elli ikinci gecesi.

– Ablamın kırkı çıktı da…” (s. 31)

Yenihayat Mahallesi’nde veremden ölmek, askere gitmek ya da evlenmek kadar olağandır.

Kel Kâtip romanı, ‘45-‘50’li yılların Ankarası’na ait, bu yazının izin vermeyeceği bollukta, bugün artık hayal dahi edilemeyecek, tarihe tanıklık eden mahal araştırmacıları için son derece zengin anlatımlar sunar:

“… Gülüstan Aşevi’nin sağındaki boş arazide at alışverişi yapılır. Burada en iyi cins atlara rastlamak mümkündür. Arap atları, koşum için Arden, Nonyüs, Belçika atları yarışmaya çıkan güzeller gibi salına salına yürütülür. Dişine, tırnağına, yelesine, cıdağı, sağrısına bakılır. Sakalları, akıtmaları birer birer gözden geçer… Bu sokak sanki atlar için yapılmıştır. At sidiğinden, at dışkısından geçilmez. Tavuklar, horozlar, at pislikleri üzerinde eşelenir. Kırık nal parçaları, mıhlar sürünür yerlerde.” (sf.55)

Bugünlerde Ankara’da “restore” edilmekte olan Saraçoğlu Konutları’nın acı tarihi de Kel Kâtip’te yerini bulur. Dar gelirliler için tasarlanan ve 1944’te çıkarılan bir yasayla yapımına başlanan bu evler, bir oldu bittiyle, özellikle üst düzey memurlar ve askerlere bırakılır:

“– Naciyanımın kardeşi Saraçoğlu’nda oturuyormuş, deyince odanın ortasına bir bomba düştü sanki:

– Kim diyor yav? Saraçoğlu dar gelirliler, bizler için.

– Bilmem, dedi Nuriye. Ben duyduğumu söylüyorum… Pek güzelmiş. Subay, avukat, müdür ne ararsan var, diyor Naciyanım. Tüm odaları döşemiş, dayamışlar. Bizlere verip napıcaklar? İçine serecek bir çulumuz yok.

– Naciyanımın kardeşi ha? Koskoca Cumhuriyet Savcısı! Lanet olsun böyle dünyaya!” (s. 213)

Umutlarındaki, düşlerindeki konuta bu kez de devlet gelip kazma vurmuştur.

Kız çocuktan yeniyetmeliğe, âşık bir liseliden kadınlığa, bir kurtuluş-şaşkınlık-gurur-inat sonucu evliliğe kadar el yordamıyla katedilen bu yol, bütün günahıyla –ama sevabıyla değil– apaçık ortadadır:

“Bazen efkârlanırdı Kel Kâtip; ofları, ahları Elmadağı’na ulaşırdı. Kar, fırtına, ayaz, boran olur, karışırdı yüzü… Meryem onun gönlünde bağışlanması olanaksız bir suçtu. Gün güne büyüyen, derinleşen, köklü bir kindi… ‘Yılan’ derdi Meryem’e, ‘çıyan’ derdi. ‘Sütü bozuk’, ‘orospu’, tüm kötü sözleri sayardı.

Bu sözlerin anlamı nedir, ne değildir bilmezdi Zeycan… Öyle anlarda, odada kuytu bir yere büzülür, fırtınanın dinmesini beklerdi, bir şeyler kımıldar, erirdi içinde… Bilirdi ki o anda babası Meryem’le doludur ve bilirdi ki, şimdi tek gözlü, kızıl saçlı, Yahudi anadan olma bir deccal gibi korkunç görünecektir babasına. Ne de olsa Meryem’in pis kanıyla, bozuk sütüyle beslenmiş, yüz çizgileriyle şekillenip az buçuk Meryem olmuştur, kökten ayrılmış, başka bir gövdeye aşılanmış da olsa Meryemsi Meryemsi kokan bir fidedir.” (s. 39)

Bir sınıfa özgü yoksulluk-yoksunluklar içselleştirilip normalleştirilir, geriye kalan büyük çaresizliğin açtığı gedikse aşırı gururla, namusla, fedakârlıkla ve nihayet alınyazısıyla doldurulur. Kel Kâtip’e her yıl kooperatiften verilen kışlık kumaşla dikilecek mantonun renginin, babayla üvey ana arasında uzun süre tartışma konusu olması gibi:

“– Şuna bak yav! Peki mavi nasıl? Şöyle tatlı bir mavi… Yenişehirli hanımlarda çok görüyorum.

– Onlar Yenişehirli hanım, bana ne onlardan?” (s. 47)

Yenihayat Mahallesi kapalı, dar görüşlü bir çevredir. Çorapsız, başörtüsüz, yakası, kolu açık giysilerle sokağa çıkmaz, erkeklere görünmezler. Üvey ana kendi kendine düşünür:

“– Benim usta yaşıyor mu ki? Olsa da ona diktirsem. Nasıl iyi biçkisi vardı. Madam Ojeni. Gâvurdu ya, dinine minine pek bağlıydı. Bir gün baktım komşuları almış yanına, Havra’ya gidiyorlar. Ben gitmedim. Bir şey ne ederler dedim. Ne de olsa gâvur…”

Sevinç Güven

Kel Kâtip’in “tek göz damında” zaman zaman eve gelen eş dost, akraba arasında dönemin politik olayları, radyo ajansları, sokak mitingleri, gazete sütunları hararetle tartışılır: Başbakan Saraçoğlu, halk odaları, köy okulları, sağlık memurları, Toprak Kanunu yasa tasarısı… Ama en önemli konulardan biri, 1937’den beri cezaevinde yatan, gazetelerin “adli hatanın düzeltilmesi gerekir” –yukarıda bahsettiğim zamanda kırılıp geri dönen ve değişmezliğiyle bizi şaşırtan türlü türlü gerçeklikten biri– dedikleri, Hitler’den, Alman’dan, İngiliz’den söz ederken gürül gürül akan seslerin birden fısıltıya döndüğü Nâzım Hikmet’tir. Burada da sahne, tıpkı bugün yaşadıklarımızın milyonlarca hanede nasıl algılandığını, yorumlandığını bilemediğimiz gibi, “olduğu gibi” anlatılır:

“… Adam suçsuzdu. Sekiz yıldır içerde. Adem’in tek göz damında bu adam için sık sık tartışılırdı… Kel Kâtip Tanrı’dan söz edilir gibi derin bir hayranlıkla dinliyordu onu.” (s. 71)

“… Adam özgürlük diyor, eşitlik diyor, adalet, hak, hukuk istiyor… Güya komünist partisi kuracak, taraftar kazanırsa, hükümeti devirip yerine geçecekmiş.”

Nuriye gülüyor:

– Varsın geçsin, azıcık da o doldursun küpünü. Devletin malı deniz… Hem komünist olsa Atatürk onu çoktan astırırdı. Gücü yetmeyecek miydi? Kürtleri nasıl sallandırdı? Paşa torunu diyorlar… Fevzi Çakmak da onu destekleseymiş. O da komünist diyorlar, aslı var mı ki?” (s. 72)

Nâzım Hikmet’in peşi sıra Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in açlık grevleri, İstanbul’da Çiçek Palas salonlarında toplanan iki yüzden fazla gencin protestoları, bildiriler, Nâzım bağışlanırsa, onu bağışlayanları “Milliyetçi Gençliğin” asla bağışlamayacağını yazan gazeteciler, yaklaşan seçimler manşetlerden bu tek göz odaya iner.

Zeycan kötü giden eğitim hayatına, bu dar çevreye, baskıcı babaya, sevgisizliğe rağmen sevdalanır. Belki de isyanından önce sevdası gelecektir, ya da sevdasındaki adaletsizlik, giderek karmaşıklaşan duyguları, yetersizlikler, usul usul bir ayaklanmayı, başkaldırıyı tetikler. Zamanını düşünürsek, ilk gençlik cinselliğinin en cesur, en samimi, en şaşırtıcı ifşaatlarını buluruz bu anlarda:

“… Cinsel birikim doyumsuzluğunun verdiği bunaltıyla kız arkadaşlarına sokuluyor, onların kendisine gösterdiği yakınlıktan cesaretlenip dokunaçlar ve duyu organlarıyla duyduğu hazzı biraz olsun gidermeye çalışıyordu. Evde yalnız kaldığında oldukça tehlikeli oyunlara giriştiği olmuştu. Kibrit çöpü, kancalı iğne, saç tokası…” (s. 226)

Bugün artık bazı eserlerin gölgede kalmalarının nedenini değersizliklerinde değil, üretildikleri zamanın koşullarında, yazarlarının kadın (bu yüzden de eşitsiz bir konumda) olmalarında, şanssızlıklarında, özellikle görmezden gelinmelerinde ve daha birçok nedende arayabiliyoruz. Oysa “değer”, Fransız sosyolog Nathalie Heinich’ten ödünç alırsak, “değeri” olan çok sayıda nesneye kaydedilir ve onu yargılamak için harekete geçirilen çok sayıda değerden kaynaklanır.

Attila İlhan değerlendirmek üzere, bu romanı Sevinç Güven’den aldığında çok yoğun olduğunu, ona hemen geri dönüş yapmazsa kusura bakmamasını söylemiş. Ancak bir iki gün sonra bizzat arayıp romanı çok beğendiğini, basılması yönünde kendisini destekleyeceğini, kesinlikle yazmayı bırakmaması gerektiğini ifade etmiş. Kel Kâtip gerçekten böyle bir roman; önce kapaktaki ürkütücü, huzursuz baba-kızın fotoğrafına bakıyor, sonra daha özenli olabilirdi diye düşünerek ilk sayfaları gözden geçiriyor, en nihayet başka bir okuma zamanına havale etmek üzereyken, daha ilk satırlarda kendinizi Yenihayat Mahallesi’ne, 1940'ların Ankarası’na ve olağanüstü rahatlıkla akan bir üsluba bırakıyorsunuz.

•