Kekemenin dili ve musallat olan haritalar: Adania Shibli’den Küçük Bir Ayrıntı

"Silme, yok sayma ve en nihayet yok etme dilden ve dil aracılığıyla başlar. Öznenin deneyimlediği, bu öncelikle dil boyutunda gerçekleşen yersiz yurtsuzluk ve bunu takip eden çoklu kayıplar dilin ihanetiyle baş verir."

04 Aralık 2021 18:30

Adania Shibli, 2006 yılında Viyana’da düzenlenen “İmgelerin Politikası: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Sanat Pratikleri ve Yaklaşımlar” isimli atölyede “Zamanın Dışında” başlıklı bir konuşma yapar.[1] Bu kısa metinde, Filistin’e her gidişinde kolundaki küçük saatinin her zamankinden daha farklı işlediğini, sıklıkla durduğunu, başka bir ifadeyle “komaya girdiğini”, zamanı saymaktan aciz hale geldiğini söyler. Sözgelimi, uçak piste ayak basar basmaz yerel saate göre ayarladığı saati, havaalanında maruz kaldığı saatler süren üst aramaları, sorgulamalar, vesaireyi saymayı reddeder adeta; öylece durur, kalakalır, bir dakika ilerlemez. Zaman mevzusu Shibli’nin zihnini epeyce meşgul eder; ne var ki büyük zaman parçalarıyla, büyük zaman anlatılarıyla ilgilenmez Shibli. Küçük Bir Ayrıntı’da yaptığı gibi, küçük, küçücük anları, lahzaları uzatır; tarihteki, yirmi beş sene evvelindeki birkaç günle, bir yaranın açılma ânıyla, veyahut bugünle, bugün örneğin masanın üzerine düşen bir toz zerreciğiyle ilgilenir; metninin merkezine bir küçük ayrıntıyı koyup bu ayrıntının içine bir felaketi sığdırır.

Hacmen birbiriyle eşit iki ayrı anlatıdan oluşan, Mehmet Hakkı Suçin’in muazzam çevirisiyle okuduğumuz Küçük Bir Ayrıntı’nın ilk bölümünde, 9 Ağustos 1949 günü Nakab Çölü’nde konuşlanmış bir askerî kampta dört gün içinde yaşananlar, üçüncü tekil şahıs kullanılarak, müfrezenin başındaki subay açısından anlatılır. Metin daha ilk paragraftan asıl meselesini açık eder: “Bu tepelerde fark edilebilen tek ayrıntı, eğim ve sapaklarda amaçsızca kıvrılan, kuru aptesbozan otlarıyla, tepeleri benek benek kaplayan taşların ince gölgelerinin nüfuz ettiği gevşek sınırlarıydı.” (s. 9) En başından, yıllarca sürecek olan bir felaketi oluşturan milyonlarca küçük ayrıntıdan birinin içine, subayın elindeki dürbünden bakar gibi yaklaşmaya başlarız. Kısaca, nüfuz edilen, tecavüz edilen sınırlar üzerine verilen kavgadaki ufak bir ayrıntının içindeyizdir artık. Askerler çölde bulup esir aldıkları bir bedevi kıza teker teker tecavüz eder, sonra da öldürüp bir çukura atarlar. İkinci hikâyeyse kızın çukura atılmasından yıllar sonra, günümüzün Ramallah’ında başlar. Genç (ve isimsiz) bir kadın, gazetede okuduğu bu “küçük ayrıntı”nın peşine düşer. Sımsıkı halatlarla birbirine bağlanmış iki bölüm. Son, değişmez.

Girişte bahsettiğim konuşmada Shibli, Filistin’de ilkokula giderken Arap Edebiyatı derslerinin müfredatının İsrail Sansür Bürosu’nun denetiminden geçmesi gerektiğinden bahseder: Müfredatın içinde Filistin dışındaki diğer Arap ülkelerinden çeşitli metinler vardır, fakat öğrencilerin Filistin ve Filistinli olma meselesine dair “gözlerinin açılmasından” korkulduğu için Filistin edebiyatı kanun dışı addedilip tabu haline getirilmiştir. Bir istisna vardır yalnızca; 1963 yılında yayımlanan, Samira Azzam’ın “Zaman ve Adam” isimli kısa öyküsü Sansür Bürosunca zararsız bulunmuştur. Öykü, işe giden insanların kapısını sabah erkenden çalıp onları uyandıran yaşlı bir adamı anlatır. Yaşlı adamın oğlunun bir gün işe giderken geç kaldığını ve istasyona girdiğinde trenin istasyondan ayrılmakta olduğunu görüp trene tutunmaya çalıştığını, fakat düşerek trenin altında kaldığını öğreniriz öykünün sonunda. Neden bu öykünün “zararsız” bulunduğunu, Sansür Kurulunun neden bilhassa bu öykünün ilkokul çocuklarınca okunmasında bir sakınca görmediğini anlayabildiğini söyler Shibli. Ne var ki, öykü aslında oldukça şaşırtıcıdır Filistinli bir çocuk için; zira bu öykü, Filistinlilerin normal işlerine, normal trenlerle, normal tren istasyonlarından, normal normal düdüklerini öttürdükleri normal yollardan gittikleri günlerin de olduğunu gösterir zamanında. Shibli’nin çocuk zihninde uyanan sorular haliyle şöyledir: “Filistin’de bir zamanlar normal bir hayat olmuş muydu? Şimdi ne oldu o hayata, neden yok artık?”

Yine küçük bir ayrıntıdan, sözgelimi vaktinde kalkan trenlerden ve istasyonlardan yola çıkıp büyük sorulara geliyoruz böylelikle: İlk bölümle ikinci bölüm arasında ne oldu? 1949’da Negev Çölü’nün Mısır sınırına yakın bir noktasından, günümüzün Ramallah’ına ne kadar yol var? Bu zaman katmanlarını aşacak bir dil icat etmenin imkânı var mıdır ve bu dil nasıl olacaktır?

Filistin direnişinin, direniş şiirinin en önemli temsilcilerinden Mahmud Derviş’in “Kum Kasidesi” isimli şiirinde şekilden şekle girer kum. Düşüncenin enginliği olur; biçimin ve mümkünlerin kendisi olur; bazense yalnızca kum kumdur, kendidir; sonra gelecekte yeşerecek ağaçların gövdesi oluverir.[2] Türlü biçimler alan kum en nihayetinde devinimin kendisi haline gelir, sonsuz bir döngünün bir ufak ânına denk gelmiştir şiir. Küçük Bir Ayrıntı da benzer bir modeli takip eder gibidir; durmadan tekrar eden ve zıddıyla birlikte bulunan kum tepeleri ve çukurlar, zifiri karanlıklar ve göz acıtan aydınlıklar, muazzam sessizlikler ve sağır edici sesler, leş ve irin kokuları, sabun ve benzin kokuları. Çizgisel bir anlatının yapısı gereği bir başlangıcı ve sonu olan, kendi kendine tamam ve bitmiş bir metin değildir karşımızdaki. Shibli bunun getirdiği ve aslında gerektirdiği iktidarı reddeder, metnin reddettiği ve öykünün tartıştığı ilk sınır budur.

Odağını bir an kaçırmaz yazar, meselesi dilledir, dilin içindedir. Kendi deyimiyle acının dili nasıl şekillendirdiğinin peşine düşer. İlk bölümde rahatsız edici bir yakın plandan subayı izleriz, hiçbir duyguya yer yoktur bu anlatının içinde, yalnızca eylemler sapıkça bir titizlikle aktarılır. Net, kesin, keskin ve buyurgan bir dildir bu. Kaskatı, boşluksuz, sımsıkı. Muktedirin dili. Başka her sese kapalı, sınırları çok belli bu dilin içinde köpeğin havlaması, devenin böğürtüsü ve bedevi kızın çığlığı birdir. Anlaşılmaz: “Onun kesintili ve anlaşılmaz kelimeleri, köpeğin havlamalarına karışıyordu.” (s. 26) Dolayısıyla mesele aslında sessizliği anlatmaktır, dilin anlatılamayacak olanı nasıl anlatabileceğinin yollarını bulmaktır.

“Kesintili ve anlaşılmaz” olan, muktedirin dilinin tam karşıtıdır. Shibli, David Naimon’la yaptığı uzun röportajın bir yerinde, dili düzgün konuşamayan birinin, sözgelimi bir kekemenin, birdenbire karşısındaki hatasız konuşan insanın dilini taklit etmesinin mümkün olmadığını söyler.[3] Küçük Bir Ayrıntı’da tam da bu karşıtlık vardır: Büyük anlatıları kurup tarihini yazanların dilini konuşması beklenemez bu tarihin silinenlerinin... Bu noktada kurulan dil, diğerinin tam tersi şekilde gevşek ve gedikli olacaktır, kaçış noktaları bırakacaktır. Her yeri delik deşiktir bu dilin; özne kekeleyecek, geveleyecek, susacak, yine uzun uzun susacak, sonra öğürecek, belki bağıracak, anlamsız şeyler söyleyip duracaktır. İtimat edilmeyen bir dildir bu. Birinci bölümle ikinci bölüm mutlak bir karşıtlık içinde, o bildik muktedir ve ezilen ikiliğinde kurulur gibi görünse de, Shibli bu ikiliği ve karşıtlığı yalnızca dil düzeyinde tutar. Shibli’nin romanında vatan, toprak ya da kimlik gibi aidiyetlerin çağrıştırdıkları, aslında Derviş ya da El Kasım’ın şiirlerindeki aidiyete benzemez. Kurduğu bu çoklu dillerle, geçmişi ve travmayı, sürekli tekrar eden, birbiri üstüne binmeye devam eden bir büyük felaket olarak kurar.İkinci bölümdeki kadının kekemeliği metafor olmaktan çıkar, ki zaten metafora da alan açmayan bir dildir karşımızdaki:

“Çoğunlukla korktuğum için kekelerim ve benimle konuşan ya da kimliğimi görmek isteyen askerden namluyu başka yöne çevirmesini isterim. O sırada asker kekemeliğimle eğlenirken yolcular da abarttığımı ima ederek oflayıp puflamaya başlarlar.” (s. 55)

Egemenin dilinin temsili olan ilk bölümdeyse her şey metal tınısıyla, müthiş bir soğukluk ve düzenli bir ritimle ilerler; dışarıdan gelebilecek her türlü sese, mümkün olan her türlü sınır ihlaline kapıları sıkı sıkıya kapalıdır. Kamera gibi, her şeyi saniyesi saniyesine kaydeden bir yapı vardır burada, duygudan ziyade duyuların alanında kalırız. Tüm bunların şüpheye yer bırakmayacak şekilde cisimleştiği yer, subayın kızı tazyikli suyla yıkadığı, etrafındaki askerlerin de buna tanıklık ettiği sahnedir:

“Hortumu alır almaz genç kıza yaklaştı ve sol eliyle kafasındaki siyah örtüyü çekti. Sonra da hortumun ucunu tutan elini de kullanarak kızın elbisesinin yakasından tutup ters yönde kuvvetlice ikiye ayırdı. O anda yırtılan elbiseden çıkan tiz ses sessizliği yırttı. (…) Kumaşların dokusu farklı kokuların karışımından oluşuyordu: Hayvan pisliği kokusu, genellikle idrar ve cinsel organ salgılarından mütevellit burun direğini kıran bir koku ve eski ter kokusunu bastıran yeni ter kokusu. Bu keskin kokular havada hızla yayılırken kızın bedenine yapışan kokular onu terk etmedi.”[4]

Toplama kamplarındaki duş sahnelerini akla getiren bu oldukça çarpıcı pasaj, kitabın ve hatta Shibli’nin edebiyatının can damarlarına yerleşmiş meseleleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Tahakküm ilişkilerine dair de labirentimsi bir şemanın içinde buluruz kendimizi, iktidar ve gücün el değiştirmesine tanık oluruz. Tazyikli suyun karşısındaki özne ve hortumu tutan ne muazzam bir kolaylık ve olağanlıkla değişmiştir! Öte yandan romanın ana meselesini, sınır meselesini tartışmaya açar bu pasajla yazar. Kızın bedenine edilen ilk tecavüzdür bu, tüm ayrıntılarıyla betimlenir, fakat ayrıntılar, dediğimiz gibi duyular seviyesinde tutulur. Yırtılan elbisenin sesine kulak kesilir yazar, kızdan çıkan türlü türlü kokuya… Kızın ya da subayın duygusunu bilemeyiz, çünkü muktedir olan, romanda defalarca yaptığı ve yapacağı gibi “kafasını başka yöne çevir[ir]”. Bu, subayın kendi bedenine koyduğu sınırdır, ihlalin imkânı yoktur. Odasındaki, nerede olduklarını bir türlü saptayamadığı, bacağını ısıran böcekler bu nedenle en büyük sorundur. Subayın bedeninde bu yarayı açan “yaratık”ları aradığı sahnelerde yazar askerî terimleri kullanır: “Arama alanını genişlet[ir]” sözgelimi adam, böcekleri “etkisiz hale getirir”. Kızla köpeğin seslerinin birbirine ve birbiriyle karışması gibi, ya da çölde kurşuna dizilen develerin gözlerinin, öldürülen sahiplerine benzemesi gibi, kız da “siyah elbisesinin içinde bir böcek gibi süklüm püklüm” olur.

Muktedirle madunun sınır kavramına bakışı aynı olmayacaktır elbette. İkinci bölüm doğrudan sınır meselesiyle açılır, zira bu özne için hayatidir: “Buralarda hayatın pek çok sınırları var” der anlatıcı. Artık doğrudan birinci tekil şahıs anlatımına geçmişizdir, öznenin sesidir duymakta olduğumuz. “Sınırlar dahilinde hareket etmeyi ve sınırları aşmamayı” beceremeyenlerdendir o; fakat bunu bilinçli politik bir eylem olarak değil, kendi deyimiyle “cahil cesareti”nden dolayı yapar. İlk bölüm haritaların, askerî üslerin, tankların, dürbünlerin bölümüdür. Üzerine bastıkları toprakla kurdukları ilişki oldukça soyuttur; eski zamanlara, hayalî ve kitabi dönemlere dayanan bir aidiyet kuruludur ve bunun da yegâne destekçisi, ilk bölüm boyunca masaların üzerine serili olduğunu gördüğümüz haritalardır. Şöyle der subay askerlerine verdiği moral konuşması esnasında:

“İlgisizliğe terk edilmiş, vatanına dönmeyi bekleyen sürgündeki halkımızın binlerce evladını bünyesine alabilecek bunca uçsuz bucaksız toprağı, öylece oturup seyredemeyiz. Şu anda yalnızca casusların, bedevilerin ve develerin olduğu çorak bir toprak gibi görünen bu yerden, binlerce yıl önce bizim atalarımız geçti.” (s. 36)

Yalnızca haritalarla bilinebilen, “her tepesi birbirine benzeyen” bu çölün sınırlarını korumak onların görevidir. Yine burada da hem sınırlar hem dil oldukça nettir. Halbuki ikinci bölümdeki anlatıcı ne yapsa ne etse hangi sınırı aşacağını, hangi sınırı aşmaması gerektiğini bilmez, kestiremez. “Ne zaman sınırlara göre hareket etmeye çalışsam kaçınılmaz bir şekilde başarısız olduğumu fark ettiğimden, mümkün olduğunca evimin sınırları içerisinde kalmaya karar verdim” der anlatıcı ama evinde bile komşuları pencerelerden onu görüp “sınırları ihlal ederken” yakalayabilirler. Evinin içinde bir kaçak olma halinin Filistin edebiyatında oldukça yaygın ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir metafor olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mahmud Derviş de kendini kendi ülkesinde bir sürgün olarak tanımlar. Aynı anda mevcut ve namevcuttur. Öznenin kendisi bedenen vardır ve fakat varlığını kanıtlayacak bir kimlikten yoksundur, tanınmaz. Benzer şekilde, ikinci bölümdeki anlatıcı kadın da kendi kimliğini değil, işyerinden bir arkadaşının kimliğini ödünç alarak seyahat edebilir ancak. Öldürüldüğünde üzerinde kimliği bile olmayacaktır dolayısıyla, ölümü bile tanınmaz.

Hal böyle olunca, Shibli’nin roman boyunca karakterine bir isim bile vermemesi oldukça anlaşılır ve yerindedir. Kadının ismini öğrenmeye en yakınlaştığımız sahne, gittiği müzedeki görevlinin adını sorduğu sahnedir: “Sizin adınız?” diye sorar görevli. Cevap şu olur: “Aklıma ilk gelen ve Arapça olmayan bir isim söylüyorum.” (s. 84) İsim vermek iktidarın yetkisindedir çünkü. İlk bölümdeki, aidiyet kurmaya yarayan harita, bu bölümde tam bir yabancılaşma unsuruna dönüşür. Shibli’nin deyimiyle dilin ihanetidir bu:

“1948’e kadar olan Filistin’i gösteren haritayı açıyorum. O sene yıkılıp sakinleri sürülen Filistin köy isimlerinde dolaştırıyorum bakışlarımı. Bazı iş arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın mensup oldukları köylerden birkaçına aşinayım: Lifta, el-Kastal, Ayn Kârim, el-Mâliha, el-Cûra, Ebu Şûşe, Sarîs, İnnâbe, Cimzu ve Deyr Tarîf. Fakat isimlerin çoğunu bilmiyorum, hatta içimde bir yabancılaşma uyandırıyorlar. (…) Bakışlarımı İsrail haritasına çeviriyorum. Bütün bu köylerin yerinde Kanada Parkı adında büyük bir park var.” (s. 73)

Üzerine bastığı yerlerin haritadaki isimleri silinmiştir. Silme, yok sayma ve en nihayet yok etme dilden ve dil aracılığıyla başlar. Öznenin deneyimlediği, bu öncelikle dil boyutunda gerçekleşen yersiz yurtsuzluk ve bunu takip eden çoklu kayıplar dilin ihanetiyle baş verir. O meşhur “Beni neden terk ettin?” sorusu, romanın isimsiz genç kadınının dudaklarında, 1948 haritasıyla güncel haritanın üst üste konmasıyla sürekli tekrarlanan, cevabı belli bir sorudan ziyade bir ağıda dönüşür. “Yoğun bir gurbet hissi” ile dolar kadın gördüğü manzaranın karşısında: “Baktığım her yerde Filistinli olan her şeyin nasıl da tam bir yokluğa mahkûm edildiğini görüyorum” der. (s. 74) Geçmemesi, aşmaması gereken sınır tam da budur. Harita ilk bölümdeki subay için bir tahakküm, bir kontrol ve güvenlik aracıyken, ikinci bölümdeki anlatıcı için kendisine musallat olan, kendisini kovalayan ve çaresizliğe sürükleyen bir nesneye dönüşür:

“İsrail haritasında sarı bir deniz tarafından yutulmuş gibi görünen onlarca Filistin köyü görünüyor ve isimleri kâğıdın üstünden sanki bana sıçramak istiyor.” (s. 81)

Çağırır harita, bir tanıklık çağrısıdır bu. Korkunç bir küçük ayrıntıdır. Bu noktada, Shibli’yi de çok etkilediğini bildiğimiz bir kavramdan ve bu kavramı ortaya çıkaran deneyden bahsetmekte fayda var. İsrail Üniversitesi’nin yürüttüğü, “öğrenilmiş çaresizlik” üzerine olan bu deney düzeneği basitçe şöyledir: Farelerin olduğu bir odanın ortasına bir kalıp peynir yerleştirilir ve üzerinden de bir elektrik kablosu geçirilir. Elektrik rastgele olarak verilmektedir, dolayısıyla farelerin peynire doğru gittiklerinde ne zaman elektriğe maruz kalacaklarını bilmeleri imkânsızdır. Araştırmacılar bir süre sonra farelerin elektrik korkusuyla peynire gitmekten bütünüyle vazgeçtiklerini ve elektriğe maruz kalmamak için hareketsiz kalıp açlıktan öldüklerini kaydederler. Romandaki kadın karakter, ortak bir kader gibi yaşanan bu hareketsizliğe mahkûm oluşu reddetmeye çalışır en başından. Ne var ki, evinden çıkmak, tıpkı deneyde olduğu gibi, ölümü göze almak anlamına gelir. Karakter de farkındadır budur, “geri dönüşü[n]ün ne derece imkânsız olduğunu” hisseder.

Sonuç olarak Shibli’nin, 726.000 Filistinlinin vatanını terk etmeye zorlandığı Nakba felaketinin ertesinde Necef Çölü’ndeki bir askerî birliğin tecavüz ve kıyımla geçirdiği birkaç gün ile günümüz Ramallah’ında yaşayan bir kadının bu tecavüz ve kıyımın peşine düşmesini, tıpkı romandaki 1948 Filistin haritasıyla güncel İsrail haritasını üst üste getirmesi gibi birbiri üzerine inşa ederek oluşturduğu bu ikili anlatım, Filistin halkının hâlâ ve sürekli olarak silinme tehdidinin altında olduğunu ve şiddetin işgal altındaki yaşamın çok olağan bir parçası olduğunu gözler önüne serer. Her karakter, her hayvan, hatta çatal bıçaktan silaha her nesne birbirini yankılar. Bu içinden çıkılmaz gibi görünen sarmalın içine bir kere çekildiğimiz zamansa, öznenin söylediklerinden çok anlatamadıklarına, kekemeliğine, anlamsız tekrarlarına, kısaca dilindeki gediklere, yani “küçük ayrıntı”lara dikkat kesilmemiz gerekir. Çünkü bir çıkış olacaksa eğer, o ayrıntılarda saklı olmalı anahtarı.

 

NOTLAR: 


[1] Konuşmanın metni için bkz: English Pen World Atlas

[2] Mahmoud Darwich, La terre nous est étroite et autres poèmes. çev. Elias Sanbar, Editions Gallimard, 2000, s. 140.

[3] Söyleşinin Podcast kaydı için şuraya bkz.

[4] Adania Shibli, Küçük Bir Ayrıntı, çev. Mehmet Hakkı Suçin, Can Yayınları, 2021, s. 30.