Bir sanat yapıtının anlamının tam olarak nasıl izini sürebiliriz? Çağdaş sanat eseri, anlam taşıyıcı olmak zorunda mı...
10 Mayıs 2018 14:18
Dil, yapısı gereği sonlu kuralları içerisinde sonsuz anlatım imkânlarına sahip. Sanatçının bu sınırsız evrende kendi ifade olanaklarını seçerek, toplumsal ve kültürel kodları yapı sökümüne uğratması, bu sayede belleği ve kimliğini yeniden inşa etmesi mümkün. Mixer’de 02 Mart- 14 Nisan 2018 tarihleri arasında gerçekleşen Teşbihte Hata Olmaz sergisi, bu arka planda sanatçının görsel imgelerle birlikte metnin bir dilsel gösteren olarak kullanılmasının yarattığı anlatım zenginliklerini arıyordu. Sergi; ifade etmek istediği fikir ve meselelerini dolaylı yollardan aktarmayı seçen sanatçıların teşbih, ironi gibi dilsel oyunları için açtığı korunaklı alanı izleyicilerin deneyimlemesini amaçlamıştı.
Leyla Emadi’nin ‘’Bıçak yarası geçer dil yarası geçmez!’’ isimli üç boyutlu tipografi çalışması, sanatçının beton malzeme seçimiyle de tutarlı bir şekilde toplumsal ve kültürel çevrenin sanatçıya çocukluk yıllarından itibaren ‘’dil’’ yoluyla aktardığı ‘’ağır sözcüklerden’’ oluşuyor. Fransız psikanalist Jacques Lacan, özneleşme sürecinin imgesel düzeyde başladığından bahseder. Özne olmak demek, bir anlamda konuşan özne olmak demek. Lacan’a göre, konuşan özne, kendi özgür iradesiyle istediğini söyleyebilen ve arzusunu istediği gibi ifade edebilen bir özne değil çünkü toplumsal yasaları aktarmanın bir aracı olarak dildeki birtakım yasalara tabi. Dil içinde işleyen bu normativite ile bebeklikten itibaren karşılaşmaya başlıyoruz.
Bu bağlamda, Leyla Emadi aile ve toplumsal çevresinden kendisine aktarılan kelime ve kalıpları, bağlamlarından koparıp, bulmaca tarzı bir oyunla birlikte onlara yüklenmiş "ağır yükleri" boşaltmaya çalışıyor. Sanatçı, bilinçaltındaki dilin alanına ait bu çatışmaları bilinç yüzeyine yine dilin ifade olanaklarını kullanarak yansıtarak, kendisi için bir sağaltım sağlıyor.
Merve Dündar’ın tuval üzerine kolaj çalışmaları, sanatçının belleğinin katmanlarında yer tutan ve duygusal bir bağ kurulmuş çeşitli kelimelerin siyah, beyaz ve kırmızı renklerde fiş formundaki minik kâğıt parçalarına yazılmış hâllerinden oluşuyor. Aynı seri içerisinde yer alan “İlmek” ise, İpek Duben (Manuscript 1994), ve Pablo Neruda’nın (‘’Çoğuz Biz”, çeviren İsmail Aksoy) mısralarının siyah ve beyaz minik kâğıt parçalarına yazılmasıyla oluşturulmuş kolaj çalışması. Sanatçının mesele edindiği ritim, tekrar ve yapma bozma düşünceleri çerçevesinden okunabilecek bu iş, yazınsal metinlerin anlamının çok katmanlı doğasına gönderme yapıyor.
Fransız düşünür Jacques Derrida’nın dil anlayışına göre, bir gösterge sonsuz bir anlam zinciri boyunca başka bir göstergeye yol açar. Merve Dündar’ın kolajları, bu zincirleme bağıntının nasıl işlediğini gözler önüne seriyor. Sanatçının neredeyse üç boyutlu bir form oluşturmuş bu kelime öbekleri veya göstergelerine baktıkça, her bir bakışımızda başka bir anlamlandırma sürecine girdiğimizi fark ediyoruz.
Sınırları sanatçı tarafından belirlenmiş gibi gözüken bu yapı, aslında göstergelerin anlamının sürekli ertelendiğine ve bu anlamın kaypaklığına vurgu yapıyor. Minik kâğıt parçalarından oluşan bu üç boyutlu formun oluşturduğu döngüde sadece değişen anlamların izini sürebiliyoruz. Kolajın boşlukta kalan kısmı ise bir anlamda, bu yinelenebilirlik içinde anlamın orijinaline hiçbir zaman ulaşamayacağımızı ve tek bulabileceğimizin ‘’boşluk’’ olduğunu simgeliyor.
Yazı ve dil şüphesiz, kişisel ve toplumsal belleğin insan bedeni dışarısında saklanıp korunarak ‘’mekânsallaştırıldığı’’ hafıza yerlerinin en önemlileri arasında yer alıyor. Belleğimizdekilerin sürekli unuttuğu/unutturulduğu günümüzde, yaşantılarımızı yazınsal metinlerden ziyade, dijital ortam ve araçlara aktararak bu soruna bir çözüm geliştirmeye çalışıyoruz. Toplumsal amneziden mustarip bir toplumun bireyleri olarak, Pemra Aksoy yaşadığımız bu kolektif hafıza kaybının kişisel düzlemdeki yansımalarına bakıyor. Tuval üzerine karışık teknikle oluşturduğu ‘’Hafıza Kaybı’’ işi, sanatçının Alzheimer hastası anneannesiyle olan konuşmalarının alıntılarından oluşuyor.
Sanatçı, anneannesiyle yaptığı konuşmaların günce gibi görsel ve yazınsal olarak izini sürüyor. Bir bakıma, anneannesinin hastalığından kaynaklanan yakın geçmişine dair sürekli unutulan yaşantılarına dair hafızasını, bu işinde bir hafıza mekânı olarak koruma altına alıyor.
Hafızanın yeniden inşa süreci ise beraberinde, geçmiş kurgusunda birtakım çarpıtmaları ve bozulmaları getiriyor. Diğer bir ifadeyle, geçmişten bugüne taşınan anılarımızın ve yaşantılarımızın anlamında bir eksiklik ve kayma yaşandığı söylenebilir.
Teşbihte Hata Olmaz sergisi, çağdaş sanatın dert edindiği fikir ve kavramları anlatırken, kullandığı dilin imgeyle olan ilişkisini, temsil biçimleri ve gerçeklik düzleminde sorgulayan eleştirel bir yaklaşıma sahip. Sergide yer alan işler, dilin soyutlama gücünü ironi, teşbih ve metaforlarla bir kat daha güçlendirerek sanatçıların hem bellek katmanlarına hem de psişik süreçlerine ışık tutuyor. Bununla birlikte, sanat eserleri sonsuz bir anlamlandırma ve yorumlama sürecine açık nesneler. Anlam, daima bir ‘’ötekinin’’ zemininde meydana geliyor, yani söz ve kelimelerimizin anlamı daima diğer insanlar tarafından belirleniyor. Bu nedenler, teşbihte hata yapılamayacağının bir kez daha altını çiziyor. Bu arka planda, bir sanat yapıtının anlamının tam olarak nasıl izini sürebiliriz? Çağdaş sanat eseri, anlam taşıyıcı olmak zorunda mı? Peki, imgelerin bir anlam çerçevesine oturtulmasında eleştirmen ve küratör gibi aracılar nasıl bir rol oynuyor? Teşbihte Hata Olmaz, bizleri bu gibi sorularla bizi baş başa bırakıyor.