Kantorek’lere karşı oyunbozan öğretmenler

Muktedirlerce yazılmamış tarih ve tarihin unuttuklarını hatırlatan edebiyat gösteriyor ki biat etmeyen yazarlar ve öğretmenler varlar, buradalar ve belli ki “suç” işlemeye devam edecekler

08 Aralık 2016 17:10

Her devlet iktidarını kurmak, güçlendirmek ve sürdürmek için hukuk, medya, din, aile ve eğitimi kullanagelir. Otoriter, totaliter rejimlerde ise “sıradan” ve “örgütlü” kötülüğü kurmak, yaymak için bunlar birbiriyle neredeyse yarıştırılır.

Söz konusu amaçları gerçekleştirmek için en elverişli araçlardan biri ise eğitimdir. Hiçleşmeyi, tek tipleşmeyi, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı dili, öteki bellemeyi, kutsal addedilen ne varsa uğruna ölmeyi, öldürmeyi... Bebekten katil olmayı/yapmayı okullarda pek güzel öğreniriz. Çoğu zaman, hakikati, hayali, hayatı değil.

Bu meseleler üzerine düşünen pek çoğumuzun vazgeçilmezlerinden olan Ezilenlerin Pedagojisinde Paulo Freire ezilen/biat eden kişi “yetiştirme”nin ne kadar kolay olduğunu apaçık gösterir.  

Freire “bilgiyi bir yatırım olarak gören anlayış” için “bankacı eğitim modeli/kavramı”nı kullanır. “Öğrenim görenler birer banka veznedarı gibi çeşitli konularda (hesaplara) bilgi mevduatı kabul ederler. Gerekli olduğu zaman da çıkarıp kullanırlar.” Öğretmenlerse bilgiye sahip ve onu aktaracak olandır. Bidonları/kapları ne kadar çok doldururlarsa o kadar iyi ve kıymetli olacaklarını düşünürler. Elbette bu bidonlar/kaplar en cici sıfatları alabilmek için pasif olmalı, doldurulmaya itiraz etmemelidir!

Ezilenlerin Pedagojisi, Paulo Freire, Çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı YayınlarıÖğrencilerin veznedarla/kapla özdeşleştiği bu modelde: “Öğretmen öğretir ve öğrenciler ders alır. Öğretmen her şeyi bilir, öğrenciler hiçbir şey bilmez. Öğretmen düşünür, öğrenciler düşünülür. Öğretmen konuşur, öğrenciler uslu uslu dinler. Öğretmen disipline eder, öğrenciler disipline sokulur. Öğretmen seçer ve seçimini uygular, öğrenciler bu seçime uyar. Öğretmen yapar, öğrenciler öğretmenin eylemi yoluyla yapma yanılsamasındadır. Öğretmen müfredatı seçer ve (kendilerine danışılmayan) öğrenciler buna uyar. Öğretmen bilginin otoritesini kendi mesleki otoritesiyle karıştırır ve bu otoriteyi öğrencilerinin özgürlüğünün karşıtı olarak öne sürer. Öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir, öğrenciler ise sadece nesnedir.” (Ezilenlerin Pedagojisi, 1991, s.50)

Bu eğitim sisteminde gerçekler gizlenir. Diyaloğa, farklılıklara, çoğulculuğa yer verilmez. Düşünmek, yaratmak engellenir. Endoktrinasyon esas alınır. Umut kırıcı, varoluşun kapılarını kapayan, durağan, gerçeklikten koparılmış, dönüştürücü hiçbir nitelik taşımayan bu eğitimde amaç çok net: Kolay yönetilip üzerinde tahakküm kurulacak ezilenleri/biat edenleri yetiştirmek!

Freire bunun karşıtını “problem tanımlayıcı eğitim” olarak adlandırır. “Mitleştirmeleri bozan”, öğrencileri “eleştirel düşünürler haline getiren” bu model, “yaratıcılığa dayanır, gerçek düşünceyi ve gerçeklik üzerinde eylemde bulunmayı teşvik eder”, “sorgulama ve yaratıcı dönüşüme katılma” ve böylece insanın “özgün bir varlık olma yetisine karşılık verir”. İnsanlar, hem dünyayı hem kendilerini “dönüşüm içinde bir gerçeklik olarak anlamaya başlar. Düşünme, eylemlilik, diyalog, üretme, eleştirel düşünme devamlı ve esastır. İnsana, onun yaratıcı gücüne derin bir güven söz konusudur.

İlki, en geçer ve yaygın olan; ikincisi ise, çirkin insan yavrularınca inatla yaşatılmaya çalışılan ve epeyce az bulunan. Değişim, dönüşüm, yıkıma teşvik eden; “suç” işleyen.

Aynı coğrafyada birbirine çok da uzak olmayan dönemlerde yazılmış iki romandan hareketle bu her iki öğretmen tipine yakından bakarak ikincisinin imkân ve ihtimali üzerinde düşünebiliriz.

Romanların ilki 1929’da Erich Maria Remarque tarafından yazılmış Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, ikincisi 1937’de Ödön Von Horváth tarafından yazılmış Tanrısız Gençlik.

Baştan belirtmekte fayda var, ana izlekleri totaliter, militer, faşist rejimler ablukasında, ayrımcılık, ötekileştirme, düşmanlık, adalet, vicdan sorgulamaları, savaş ve barış kışkırtıcılığı olan bu iki romanda birbirine zıt iki öğretmen modeli söz konusu olsa da her ikisi de, muktedirler tarafından çizilen makbulun sınırlarını başarıyla ihlal eder. Hem roman kişilerini hem de okurunu devlet, eğitim, okul, hukuk, aile, din, inanç, savaş, düşman, öteki konularını sorgulamaya, onların maskesini düşürmeye çağırır. Değişimi, dönüşümü, yıkımı kışkırtan edebiyat/yazar da çirkin insan yavrusu öğretmenler gibi “suç” işler.

Savaş ya da barış kışkırtıcısı olarak öğretmen?

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabına ilham olan I. Dünya Savaşı’ndan bugüne Kantorek’ler kahramanlık, vatan, erkeklik nutuklarıyla savaş kışkırtıcısı başöğretmenler olarak mesleklerini icra etmeye, iktidarlarına çizik atacak her ne varsa onu yok etmeye devam ederler. Kantorek’in sınıfta “Gidiyoruz, değil mi arkadaşlar?” sorusuna I. Dünya Savaşı yıllarında “Hayır” diyememiş Jozef Behm, bugün “Sizin savaşınız, benim değil!” derse ne olur? Maazallah ve eyvah!  Bu korku sebebiyledir ki Kantorek ruhu ölmez, öldürülmez hep yaşar, yaşatılır! Devletin bekası için onlara her zaman ihtiyaç olacaktır.

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Çev: Burhan Arpad, Everest YayınlarıRemarque, “Akılları eren, fakir, basit kimseler için savaş bir felaketken tuzu kuru olanlar sevinçten uçar” der. Savaş tüccarlar, devletler, kandan beslenenler içindir. Kantorek’lerse bu savaşların gönüllü temsilcileri. Kantorek başarmıştır(!) ve erkek öğrencilerden oluşan sınıfının tamamı askere yazılmış, pek çoğu kısa sürede ölmüştür. O ve onun gibiler ise “kendilerini hiç sıkıya sokmadan en mükemmeli yaptıklarından emin” olanlardır. Cephedeki çocuklarsa hakiki bilmekle, hakikatin bilgisiyle cephede tanışırlar. Iskalanan, saklanan, kaçırılan üzerine orada düşünmeye başlarlar. Çıkış, çözüm cepheye gitmekte değil, savaş cephelerinin açılmasını engellemekte gizli olamaz mı? Bunun önündeki bariyerlerden biri de Kantorek’ler değil mi?

İlk kayıpları Jozef’ten sonra öğrencilerin/erlerin okul ve öğretmen imgeleri artık paramparçadır. Eğitimcilerin “yetişkinler dünyasına, çalışma, vazife, kültür, ilerleme dünyasına; geleceğin dünyasına ileten yol göstericiler” olmasını beklerken 18 yaşında cepheye gönderilmişlerdir. Her biri can çekişir, birer birer eksilirken bir yandan da ölüm, vatan sevgisi, vatanı savunmak, düşman kim, kim savaş istiyor, peki barış ne demek, bunları konuşurlar. Okullarda kendilerine enjekte edilenlerle cephede yaşadıkları arasındaki fark çok büyüktür. Yalan ile hakikat arasındaki uçurumda salınırlar.

Yüz binlerce Kantorek için onlar “Demir gibi gençler!”dir. Ancak Kropp, “Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz? Genç ha? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler yaşlanmış kimseleriz” derken öfkesi ve sitemiyle savaşın hakikatini, yıkıcılığını cepheden haykırır. Kantorek bu çığlığı sınıfa elbette taşımaz, kürsüsünden savaş çığırtkanlığını, kışkırtıcılığını sürdürür.

Paul cepheden izne geldiğinde ailesine gerçekleri anlatmaz, “Cephede olup bitenleri biz de açık seçik bilseydik halimiz nice olurdu!” der. Almanca öğretmeni onu çok iyi gördüğünü, cephede onlara iyi bakıldığını duyduğunu, asıl kendilerinin yokluk çektiğini tekrarlar. Paul evlerine dönmek istediklerini söyler ama öğretmen, önce Fransızları halletmelerini, almaları gereken toprakları almalarını söylemekten vazgeçmez. Paul bunların mümkün olmadığını söylese de reddeder, mümkünlüğünü ispata kalkışır. Oturduğu yerden savaşı bitirir, bu arada Paris’e kadar girer! Herkesin çok konuştuğunu, kimsenin anlamadığını düşünen Paul elbette haklı. Okullar, öğretmenler hükümsüzdür. Nutuklar değil, savaş hakikattir.

Yaşar Kemal, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanını 20. yüzyılı temsil eden bir roman olarak seçer, kitabın “20. yüzyıl dünyasının el kitabı sayılabileceğini” söyler ve ekler:

“Sanat, gerçek sanat, savaşın, zulmün, şiddetin, tüketici oburluğunun, insanca olmayan her davranışının karşısındadır... Çünkü ne olursa olsun, her biçim sanatın işi başkaldırıdır. Sanat insanları yalana, zulme, bitip tükenmeyen anlamsız savaşlara, bütün kötülüklere karşı uyarır. 20. yüzyılda roman bu uyarıcılığı dirençle sürdürdü. (...) Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bugün de taptaze, bugün de her okuyucusu tarafından yeniden yeniden yaratılarak uyarıyor, direnme gücü veriyor.” (Radikal Gazetesi, 28.06.2011)

Tanrısız Gençlik, Ödön von Horváth, Çev: Oktay Değirmenci, Jaguar Kitap Savaşı konu ederken barıştan yana tavır alan bu roman, okulun, öğretmenin savaş ve barış inşasındaki rolünü bir anlamda ifşa eder. Zira hitabet gücü, birikimi, otoriterliğiyle öğrencilerini eteğine toplayıp cepheye fırlatan ve böylece devlete karşı görevini yerine getiren, vicdanı da pek rahat Kantorek, Freire’nin “anlatan öğretmen” modelinin en başarılı örneklerinden biri olduğu gibi savaş kışkırtıcısı bir öğretmen tiplemesi olarak edebiyat ve eğitim tarihinde benzerlerinin yanında yerini alır.

Tanrısız Gençlik romanında ise Horváth, Freire’nin her iki öğretmen modelini birlikte örneklendirir. Burada sadece yazar değil, öğretmen de “suç” işler artık.

Emek Erez’in “Gençlik nasıl ‘tanrısız’ oldu?”[1] isimli yazısıyla tanıştığım bu romanda anlatılanlar Nazi Almanyasında geçer. Lisenin tarih ve coğrafya öğretmeni, her açıdan Kantorek’in tam tersi bir karaktere sahip olsa da okuldaki yöneticiler ve diğer öğretmenler biat eden neferler yetiştirmeye yemin etmiş gibidirler. Okul endoktrinasyon merkezidir. Medya buna var gücüyle hizmet eder. Okul, adeta askeri bir kamptır. Ailelerin ve devletin beklentisi de bu yöndedir.

Kantorekleşmeyen öğretmenin dersleri bir grup öğrenciyi sorgulamaya, değişmeye, dönüşmeye teşvik eder. Öğretmen kendisinden beklenenin farkında olsa da doğrunun ne olduğu, olabileceği üzerine düşünmekten vazgeçmez. Faşizmin baskısı, dışlanma, yok sayılma ve işsiz bırakılma tehlikesiyle yüz yüze gelir. “Evet, beni yok etmek istiyorlar. (...) Haklı olduklarına inanmışlar bir kere. Korkunç bir çete gibiler!” sözleri ile tanımladığı bir sisteme rağmen dayatılan öğretmenliği reddeder.

Neler yapar mesela? Müfredattaki bir konuyu işler ve programa uygun olarak “Neden sömürgelerimiz olmak zorunda?” konulu kompozisyon ödevini verir. Kontrol ederken içeriğe dair soru sormak ya da eleştirmek yasaktır. Sadece yazım ve noktalama açısından değerlendirme yapabilir. Öğrencilerin hepsi de zorunluluğun nedenlerini anlatmıştır. Aksini beklemek pek de mümkün değildir. Öğretmen ödevleri sınıfta dağıtırken, “Bütün zenciler sinsi, korkak ve tembeldir” yazan öğrencisine “Biz beyazların kültür ve medeniyet bakımından zencilere üstün olduğumuzu yazıyorsun; doğru da olabilir bu. Fakat yaşayıp yaşamamalarının kararının zencilere ait olmadığını söyleyemezsin, en nihayetinde zenciler de insan” dediği an mesleki ve gündelik yaşamı tamamen değişecektir. Emek’in de yazısında dikkat çektiği gibi, öğretmenin bu cümlesi de ayrımcılık içerir. Ancak buna rağmen öğrenciler, veliler ve idare ile başı belaya girer ve bu süreci şikâyetler, öğrencilerin, istenmediğine dair topladığı imzalar ve lakap takmalar takip eder.

Düşünmenin her türlüsünden nefret eden, insanları umursamayan, onlardan vazgeçmiş, makine olmak isteyen öğrencileri için “Herhangi bir savaş meydanında telef olmayı ne çok isterlerdi! Bir şehit anıtının üzerinde adlarının yazması, ergenliklerini süsleyen tek hayal” der öğretmen. Okul, onların böyle düşünmesi ve hissetmesi için vardır. Daha önce de belirttiğimiz üzere, öğretmenden beklenen kendisinden istenenleri düşünmeden, tartışmadan kabul edip öğrencilerine aktarmasıdır. Burada “sorun” öğretmendedir! Onun akla, vicdana ve hakikatlere tutunarak “haklı bir dava uğruna veriliyorsa” mücadeleyi tercih etmesidir. Bununla da öğrencilerinin en azından bir kısmının militarist faşist birer canavara dönüşmesini engeller. Mesela hepsi Kantorek’inkiler gibi hemen cepheye yazılmaz.

Romanın ilerleyen bölümlerinde öğretmen, hem kendi hem öğrencileri için hukuk karşısında başka bir adalet, vicdan, onur yargılamasının parçası haline gelir. Buradaki tavrıyla da öğrencilerine korkuyu değil hakikat uğruna mücadele etme cesaretini bulaştırır.

Öğrenciler paskalya tatilinde askeri eğitim alacakları bir kampa götürülür. Öğretmen onlara eşlik eder. Bu, zorunluluktur. Burada görülür ki çocuklar birbirlerine de kendileri dışındaki herkese de son derece sevgisiz, toleranssız, acımasızdırlar. Şiddet, yalan, iftira gündelik hayatlarının sıradan bir parçası olmuştur. Tahakküm ve biat kültürü en küçük birimden en büyüğüne kadar yerleşmiştir. Uygarlık, zenginlik, eğitim barbarlığı engellemediği gibi bizzat onun kurucu öznesi olmuş gibidir. Öğretmense kampta önyargısız, tarafsız bir şekilde hakikati ortaya çıkarmanın peşine düşse de çocuklar onun gözünde “çiğleşmiş bir topluluk”tur artık.

Öğretmenin mesleğiyle, Tanrı, kilise, din, inanç, ahlak, adalet ve vicdan kavramlarıyla hesaplaşması bitmez. “Mesleğim beni mutlu etmiyor artık” der. Oysa o bir grup öğrencisini çoktan yoldan çıkarmış, “suç” işlemiştir. Bu öğrencileri, düsturu “hakikat ve adalet” olan bir kulüp bile kurmuşlardır.  

Zenginlik-yoksulluk, inanç-inançsızlık, hakikat-yalan, onur-onursuzluk... Yasak ve baskı hüküm sürerken; hukuk, eğitim, medya tarafsızlığını kaybetmişken; bir öğretmen biat etmeyerek evsiz, işsiz bırakılmış, toplumun dışına itilip yalnızlaştırılmışken adalet, vicdan, hakikat peşinden koşmaya, öğrencilerine başka bir varoluşun mümkün olduğunu göstermeye, gerçek beklentilerini sorgulatmaya çalışır. Freire, “problem tanımlayıcı” öğretmen tipinin imkânlarının kıyısında gezinerek kâinatın en şahane “suç”larından birini işler. Savaşı ve faşizmi değil; adalet, vicdan, eşitlik, özgürlük ve barışı kışkırtır. Kantorek’lerin oyununu bozar.

Son. Kıpkısa.

Muktedirlerce yazılmamış tarih ve tarihin unuttuklarını hatırlatan edebiyat gösteriyor ki biat etmeyen yazarlar ve öğretmenler varlar, buradalar ve belli ki “suç” işlemeye devam edecekler.

 


[1] Emek Erez, Gençlik nasıl “tanrısız” oldu?, 3 Ekim 2016.
*Melike Koçak, Çılgınlık Yapalım Bu Okulları Yıkalım, 3 Ekim 2015.
(Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanıyla ilgili saptama ve değerlendirmeler için yararlanılmıştır.)
Ana görsel: Lewis Milestone'un yönettiği Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminden bir kare.

 

Yazıdaki kitaplar:
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yay., 1. Baskı 1991, Türkçesi: Dilek Hattatoğlu & Erol Özbek.
Eric Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Varlık Yay., 3. Baskı Mart 1965, Türkçesi: Behçet Necatigil.
Ödön Von Horváth, Tanrısız Gençlik, Jaguar Yay., 1. Baskı Temmuz 2016, Türkçesi: Oktay Değirmenci.