The New York Times'ın uzun yıllar baş kitap editörlüğünü üstlenen Michiko Kakutani: Kurmaca insana yalnızca empati kurma armağanını bahşetmekle kalmaz, ekseri tarihin ve siyasetin nasıl işlediğine açılan bir pencere de sunar
11 Nisan 2019 10:30
Michiko Kakutani, son 30-40 yılda ABD’nin yayıncılık piyasasını ve kitap okuma alışkanlıklarını en çok etkileyen isimlerden biri. Kinayesiz söylüyorum, bu konuda tek rakibi herhalde Oprah Kitap Kulübü’ydü.
Dile kolay, uzun yıllar The New York Times’ın baş kitap editörlüğünü üstlendi Kakutani. Herkes klişelerin hakkını veremez, yazarların ve yayıncıların “korkulu rüyasıydı.” The Times’daki görevinden ayrılacağını açıkladığında çıkan başlıklardan biri, “…38 yıl boyunca kitap dünyasını kasıp kavurduktan sonra…” şeklindeydi –Aynı cümle, “…38 yıl boyunca kitap dünyasında terör estirdikten sonra…” diye de çevrilebilir, ben öyle çevirmiyorum.
Norman Mailer’ın deyimiyle, “tek kadınlık kamikaze”ydi.
Eleştiri ve değerlendirmelerinde asla “Ben” demedi, hep bir “okur”dan bahsetti: Okur şöyle hissediyor, böyle düşünüyor… Kendine biçtiği bu objektif okur kimliği, ilk kitabını çıkaran yazarlar kadar rüştünü ispat etmiş isimler için de değerlendirmesinin ne yöne düşeceğini merak konusu yapıyordu. Margaret Atwood’un tabiriyle, “Edebiyat dünyasında, sırf kayıtsız kalamayın diye sizi bir kere övüp, sonra dinamitlediği gibisinden bir şöhreti var”dı.
Atwood tümüyle haksız sayılmaz. Kimilerine göre, edebiyatta yeni sesler keşfetmenin peşindeydi; Don DeLillo, David Foster-Wallace, Jonathan Franzen, George Saunders, Junot Diaz, Zadie Smith, Dave Eggers gibi pek çok yazarın kariyerini başlatan veya parlatan yazılar onun kaleminden çıktı. Aynı yazar, Kakutani’nin “okur”una göre, rehavete kapıldığında ise tekdir yazıları yine ondan geldi. Susan Sontag, John Updike, Tom Wolfe, Toni Morrison ve Mailer, Franzen, Atwood… Hepsi Kakutani’den nasibine düşeni aldı. Kakutanilendiler.
Kakutanilenmek, New York İngilizcesine yerleşti. Sex and the City’nin Carrie Bradshaw’u kitap çıkardığında, Kakutanilenmekten korkuyordu artık. Bugün dahi Twitter bio’sunda “Vakti zamanında Kakutanilenmişiliğim var” yazan 30 yaş üstü yazarların sayısı az değil.
Bütün bu hayhuya ve popüler kültürde edindiği yere karşın, Michiko Kakutani münzevi bir hayat sürdü. Yayıncıların bir şakası: “J.D. Salinger hakkında bile daha çok şey biliyoruz.” Görünmedi etmedi, söyleşi vermedi. Yalnızca yazılarıyla varoldu, bir de arada bir yazarlarla girdiği ağız dalaşıyla, bir de hakkındaki dedikodularla -zamanında Woody Allen’la birlikte oldukları rivayet edilir.
İşte, bu Michiko Kakutani 2017’de the New York Times’daki baş kitap editörlüğü görevinden ayrılacağını ve siyasî-kültürel içerikli yazılarına odaklanacağını açıkladı. Söylentiler gırla: Kakutani’nin ilgi alanı son yıllarda zaten siyasete kayıyordu. Gazetede de defalarca editörlüğü bırakıp siyasî köşe yazıları yazma talebinde bulunmuştu. The Times’ın dinamikleri değişiyordu. Bu düzende Kakutani’ye yer yoktu vs…
Kakutani, görevinden ayrıldıktan bir yıl sonra, 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde ve Trump’ın Beyaz Saray’daki aşağı yukarı ilk yılında hakikatin yozlaşmasını tarihsel perspektifle incelediği Hakikatin Ölümü: Trump Çağında Yalancılık Sanatı’nı yayımladı.
Kakutani’nin “okur”u ile zevkimiz genelde örtüşmüyor. Yine de, sözgelimi, Haruki Murakami’nin Zemberekkuşu’nun Güncesi için “Bazılarımız için sanatın, yalnızca dünyanın karmaşasını yansıtmaktan daha fazlasını yapması beklenir” yazdığında, ne demek istediğini anlayabiliyordum. Hakikatin Ölümü’nde ise bence lüzumsuz bir telaş var; günümüzü anlamak için ilk elden Stefan Zweig’a, George Orwell’a başvurmak falan, yalan yok, bana biraz entelektüel tembellik gibi geliyor.
Yazılı söyleşileri, en az yazarlar kadar sevmiyorum. Yine de, kitap çıktıktan sonra dahi ortalarda görünmeyen, ABD’de bile benim bulabildiğim yalnızca iki söyleşi veren Kakutani’yle mülakat yapma imkânı doğduğunda, yerimde duramıyordum. Yalnızca, kitabın bence Kakutani’nin kalibresinin altında kalan yönlerini değil, edebiyatı ve edebiyat yazarlığını da soracaktım.
Sizce, eleştirmen dünyaya nispeten daha farklı bir gözle mi bakıyor? Bugün eleştirmenin görevi ne, ne olmalı? Edebiyat ne işe yarar? Edebiyat bugün dünya için ne ifade ediyor?
Dizginsizce, Michiko Kakutani’ye 22-23 soru gönderdim. Önce, yazarın Türkiye’ye ilişkin sorulara yanıt vermeyeceği bilgisi geldi -Türkiye’ye ilişkin soru da “Son yıllarda Türkiye siyasetini izleme gafletinde bulundunuz mu?” türünden etliye sütlüye karışmayan bir şeydi. Bir diğeri ise özünde çok “Amerikalı” olan bu kitabın dünyanın geri kalanına ne ifade ettiğine dair bir sorunun girişine “Trump Başkan seçildiğinde, Türkiye’de Twitter’da en rağbet gören esprilerden biri şuydu: ‘Biz küçük Amerika olacaktık. Amerika büyük Türkiye oldu’” şeklinde bir anekdot eklemiştim. Neyse, soruları çıkardım.
Daha az soru sormam istendi. İstemeye istemeye 12-13 soru gönderdim. Sonunda, aşağıdaki soruların yanıtları geldi.
Bana kalsa, Kakutani’nin şu soru ve eleştirilere de yanıt vermesi beklenirdi: Hakikatin yozlaşmasında epistemolojiden hiç dem vurmazken, postmodernizmin etkisini polemik düzeyinde işlemesi yetersiz kalmıyor mu? Siyasette yalan ve yozlaşmanın şüphesiz Trump’tan, Derrida’dan, hatta -diyelim ki postmodernizmin temellerini o atmış olsun-Kant’tan bile eski olduğu eleştirisine ne der? Kitapta sıklıkla yankı odalarından yakınırken eninde sonunda yine bir yankı odasına hitap eden bir kitap yazmış olmuyor mu? Teknoloji söz konusu olduğunda kolaylıkla şikâyet edebildiğimiz yankı odaları, filtre balonları gibi durumlar, kitaplar için de geçerli değil mi? Otokratların iktidar açlığı ile yalan haberlerin toplumlarda rağbet görmesini aynı düzlemde işlemeye kalkışıp ikisi arasında cılız da olsa bir bağ kuramadığı eleştirisine ne der? Demokrasinin kurumlarının ve demokratik mekanizmaların saldırı altında olduğunu söylerken, bu kurum ve mekanizmaların böylesine kolayca saldırıya uğrayabilmesinin bir sistem olarak demokrasinin kırılganlığına ilişkin ne anlama geldiğine hiç değinmiyor; sorun, bir ihtimal, sistemde olabilir mi? Münasip görmediler herhalde.
Söz, Michiko Kakutani’de…
Hakikatin Ölümü’ne baştan sona bir ivedilik hissi hâkim. Sizin Stefan Zweig alıntınıza atıfla, the Times’daki o pek saygın pozisyonunuzu bırakıp bu kitabı yazmanızın ardında, "özgürlüklerinin ne kadar büyük bir hızla ellerinden alındığına" insanları inandırmak için "alışkın olduğunuz hayatı, günlük rutinleri, alışkanlıkları" terk etmek gibi bir saik olup olmadığını merak ediyorum...
Hakikatin Ölümü’ndeki daha geniş temalar üzerine uzun yıllardır düşünüyordum, yazıyordum da -siyasetimizde günden güne artan kutuplaşma; teknolojinin ayrıştırıcı, insanları belirli bölmelere tıkayan etkileri; haber ile eğlence arasındaki sınırların bulanıklaşması; akademide ve daha geniş olarak da kültürde göreciliğin yükselişi; Washington politikaları oluşturulurken mevcut bilgiden işlerine gelenlerin seçilip alınması ve uzman görüşlerinin inkâr edilmesi (sözgelimi, Irak Savaşı’na giden dönemde.)
Ne ki, Trump’ın 2016 kampanyasının başlaması ve nihayetinde Beyaz Saray’a çıkması, hakikate yapılan saldırılar üzerine daha odaklanarak yazma isteği uyandırdı bende. Bu konunun giderek artan biçimde ivedi olduğunu düşündüm. Trump’ın yalanlarının şiddeti ve sürati (buna bir de sağcı medya makinasının yarattığı yankı odasını ekleyin) ayan beyan biçimde gerçekliği başkanın kendi işine nasıl geliyorsa öyle yeniden tanımlama ve gerçeklerin yerini “alternatif gerçekler”le doldurma teşebbüsleriydi -ki bu ziyasesiyle tehlikeli bir gelişme, zira sorunlar ve politik adaylar üzerine akla mantığa uygun tartışmalar yapmayı imkânsızlaştırır, sinik ve giderek uyuşturulmuş bir toplum yaratır, ve demokrasinin temellerini erozyona uğratır. Bu gelişmeler de Birleşik Devletler’le sınırlı değil: Freedom House’un yakın zamanlı bir araştırması, özgürlüğün ve demokratik normların dünyanın dört bir yanında üst üste 13 yıldır gerilediğini, demokrasinin küresel ölçekte bir gerilemeyle karşı karşıya olduğunu ortaya koydu.
Artık “hakikat severler” ile “hakikati hazmedemeyenler” gibi kolaylıkla sınıflandırıp belki karşısında hizalanabileceğimiz cepheleri belli bir mücadele alanı yok; toplumun -veya toplumların- farklı kesimleri hakikati, daha doğrusu Hakikati elinde tuttuğunu iddia ediyor. Siz, kitapta, hakikatin böylesine parçalanmasında postmodernizmin, bilhassa da yapısökümcülerin payı olduğunu öne sürüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
20’nci yüzyılın ikinci yarısında, yapısökümcülük ve postmodernizmle ilintili tartışmalar, peyderpey akademiden daha geniş olarak kültüre taşındı -buna hakikatin perspektife ve bakış açısına (misal toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk) bağlı olarak belirlendiği sanısı da dâhil; yani, dünyayı anlamlandıracak büyük üst-anlatılar yoktu, yalnızca daha küçük, daha kişisel hakikatler vardı. Bu görüşler, sözüm ona “Ben” çağının narsisizmi ile muhtelif New Age hareketlerinin “kendini gerçekleştirme” üzerine yerleştirdiği vurguyu sıkı sıkıya birleştirdi.
Ve damlaya damlaya göl olur nevi, bu gelişmeler, görüşlerin gerçeklerin yerini aldığı, kabileye sadakatin uzlaşıyı ve hissiselimi hükümsüz kıldığı bir iklimin yerleşmesine önayak oldu. Aslına bakılırsa, yapısökümcülük ile postmodernizm de, toplumun günden güne parçalara ayrıldığı ve Rashomonvari bir dünya anlayışının ilgi gördüğü 1960’ların ardından Batı kültürüne hızla yayılan daha büyük kapsamlı bir göreceliğin parçalarıydı.
Birleşik Devletler’de, (Fox News ve Breitbart gibi) sağcı media kuruluşları, bu savların suyunu çıkarmakta ve Cumhuriyetçi tabanı diri tutan gitgide artan yandaş hararetini istismar etmekte pek mahir çıktılar. Medya düzenini “liberal önyargılar”la hareket etmekle suçladılar, bir yandan bunu yaparken, kendi sağcı görüşlerinin “âdil ve dengeli” olduğunu iddia ettiler.
Burada, sonraları Trump’ın, aşırı sağcı komplo teorileri yahut Rus trollerin paylaşımları için değil de, bizzat kendince uygunsuz bulduğu veya tehdit olarak algıladığı gerçek haberler için “fake news” (sahte haber) kavramını sinik bir şekilde kullanmasının da alameti sayılabilecek, tabirlerin Orwellvari bir şekilde yeniden tanımlanması söz konusuydu.
Kitaplar, toplumsal tartışmaların hem merkezinde hem de bizatihi bu tartışmaların yapıtaşı niteliğinde; bunu en sarih biçimde, sizin Hannah Arendt’ten Philip Roth’a, Fitzgerald’dan Tom Wolfe’a vs. yaptığınız anıştırmalarda görüyoruz. Kitaplar, ve edebiyat, Trump ya da herhangi başka bir otokrat dönemindeki karmaşayı anlamlandırmanıza nasıl katkıda bulunuyor?
Tarih ve araştırma yapıtları, geçmişin prizmasından günümüze ışık tutabilir. Sözgelimi, Nazizmin ve komünizmin 20’nci yüzyılda dünyayı nasıl tehdit ettiğini (mesela Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nı okuyarak) anlarsak, bir ihtimal, otokratik yönetimlerin ve faşizmin 21’inci yüzyıldaki ikaz işaretlerini ayırt etmeyi öğrenebiliriz. Avrupa’nın I. Dünya Savaşı’na nasıl sürüklendiğini anlarsak (Barbara Tuchman’ın The Guns of August, Christopher Clark’ın Uyurgezerler kitaplarına bakın), bir ihtimal, benzer bir küresel krize sıkışıvermenin tehlikelerine karşı gözümüz açık olabilir.
Kurmaca insana yalnızca empati kurma -diğer insanların dünyayı nasıl deneyimlediğini anlama- armağanını bahşetmekle kalmaz, ekseri tarihin ve siyasetin nasıl işlediğine açılan bir pencere de sunar. Orwell’ın 1984 ile Hayvan Çiftliği, Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitapları, bunlar hep gerçek dünyada meydana gelen olaylardan esinlenen hikâyeler ve gelecek nesilleri uyarmak amaçlı yazılmış alegorilerdir.
Gelecekte, sizce, hakikati neler bekliyor? Sizce, toplumlar, yalanların, yanlış haber ve bilgilerin yayılmasıyla mücadele edebilir mi? İfade özgürlüğü hakkını zedelemeksizin, hakikatin çok yüzlü ve bulanık temsillerinden sıyrılma imkânı var mı sizce?
Günümüz dünyasında hakikate yapılan saldırılara kürekle giden bir sürü büyük toplumsal ve siyasî dinamik var (bunlar arasında, giderek artan yandaşlığı, uzlaşı tasarımlarının gerileyip yerine kabile sadakatinin yükselmesini, milliyetçiliğin yeniden güçlenmesini sayabiliriz.) Sorun, yalnızca insanların farklı görüşlere sahip olmasından ibaret değil; sorun, (iklim değişikliği örneğinde olduğu gibi) hakikat kaynağını somut bilimsel kanıtlardan aldığında dahi, insanların belirli bir ortak hakikat çerçevesinde artık mutabık olamaması.
Bu trendler, teknoloji yüzünden ivme kazandı ve kuvvetlendi. Rusya’nın Amerika’daki 2016 seçimlerine müdahale ettiğine (ve sosyal medyanın sahte haberlerin iletilmesinde oynadığı büyük role) yönelik ifşaların sonrasında, teknoloji şirketlerinin, algoritma modellerinin doğruluk ve teyit edilebilir bilgiden ziyade, rağbet görmeyi ve tık almayı önceleyen çalışma prensiplerini gözden geçirmesi gerekiyor.
Ancak o zaman, belki -belki- internetin -bir araştırma, bilgileri teyit etme ve paylaşma aracı olarak- büyük potansiyeli etraflıca gerçekleştirilebilir ve (insanları filtre balonlarında tecrit eden, viral nefret meme’lerinin yayılmasını kolaylaştıran) daha zehirli yönleri engellenebilir.
Bilgi okuryazarlığı -yani, sahte haberlerle gerçek haberleri, güvenilir kaynaklarla şüpheli kaynakları birbirinden ayırt edebilmeyi öğrenme- yurttaşlık eğitimi ve tarihle birlikte okullarda öğretilmeli. Gazeteciler, kütüphaneciler ve diğer ilgili yurttaşlar da bu çabalara destek verebilir -ve 21’inci yüzyıla doludizgin dalarken, kabile içgüdülerini ve yandaş sadakatini bir kenara bırakıp, insanların paylaştığı ortak paydalar ve ortak çıkarlara yeniden yoğunlaşmaya insanları teşvik edebilirler.
“Çocukken, okumak benim için bir sığınaktı. Başka dünyalara kaçıp gitmenin efsunlu bir yoluydu,” demişsiniz. Buzdolabının karton kutusundan kendinize yaptığınız “kişisel okuma odası”nda el feneriyle kitap okumaktan, ülkenin belki de en saygın ve en tanınan kitap eleştirmenine giden yolda, okuma alışkanlıklarınız nasıl değişti? “Sırf zevk için” okuyor musunuz mesela?
The Times’dan ayrıldığımdan bu yana, okumalarımın çoğu Hakikatin Ölümü kitabımı yazma sürecim etrafında dönüp durdu -hâliyle, sırf zevk için okumaya veya beynimin analitik kısmını kapamaya pek vaktim olmadı. Hâlen daha kitapların altını çiziyorum, bir sürü not alıyorum.
Hayatımı kazanmak için kitap okumak, beni mütevazı boyutlarda bir kütüphaneye eşdeğer sayıda yazarlar ve onların fikirleriyle tanıştırdı, Hakikatin Ölümü’nde yapmaya gayret ettiğim şeylerden biri de, zamanın şimdi içinde yaşadığımız şu ürkütücü ânına öngörülü bir şekilde (yahut esrarengizce) eserleriyle ışık tutan bilim insanlarının, gazetecilerin ve romancıların yapıtlarına dikkat çekmekti. Orwell, Arendt, Richard Hofstadter (The Paranoid in American Politics, Anti-Intellectualism in American Life), Neil Postman (Amusing Ourselves to Death), Victor Klemperer (The Language of the Third Reich), Daniel Boorstin (The Image), Stefan Zweig (Dünün Dünyası) ve Nicholas Carr (The Shallows) gibi yazarların…
İnsanları okumaya teşvik etmenin önemine inanıyorum -yalnızca haber grubu hesaplarını değil, zamanımızı aydınlatmaya faydası olabilecek, hatta belki bazen de kıssadan hisse görevi bile görebilecek edebiyat eserlerini ve tarih yapıtlarını da. Ocak 2017’de, Donald Trump Beyaz Saray’a yerleştiğinde, hem Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nın hem de Orwell’in 1984’ünün çok satan listelerinin zirvesine tırmanması tesadüf değil. Okurlar, gerçek zamanda gerçek hayatta neler olup bittiğini kavrayabilmek için kitaplara -bu vakada, tarihî analiz üzerine bir klasik esere ve dünyanın en bilinen distopyan romanlarından birine- başvuruyorlardı.