Mehmet Cevat Yıldırım, karantina günlerinde evinizdeki kediyle ilişkinizi yeniden gözden geçirmenize yol açabilecek kitapları ele alıyor. Kedilere dair ya da içinden kedi geçen kitapları…
02 Nisan 2020 19:00
Yerinde durmaz, ele avuca sığmaz… Uyuyor işte derken bilmediğiniz, bilemeyeceğiniz bir nedenle yerinden fırlayıp çok önemli gördüğü bir işe koyuluverir. En çok odaklandığını sandığınızda durur ve yalanmaya başlar. İmgedir deseniz, sevgi ve şefkatle yaklaşsanız, uğursuz sayıp tedirgin olsanız, özgürlüğüne methiye düzseniz, kadını temsil ettiğini savunsanız, vahşi deseniz, insanla ilişkiselliği içinde tanımlamaya çalışsanız, onları anlama çabasından söz etseniz yetmez. Yine de kedilerle başa çıkamazsınız. Edebiyatta kedi konusunu şöyle etraflıca ele almayı, hem kedileri hem de kedilere dair yazılanları iyice anlamayı istiyorsanız, umutsuz bir çaba içinde olduğunuzu teslim ederek başlamalısınız. Çünkü tam konunun özüne yaklaştığınızı, genel ya da geçerli bir şey söyleyeceğinizi hissettiğiniz anda konu size arkasını döner, oturur, kalkar, yalanır, üstünüze atlar ya da ne yapmasını beklemiyorsanız onu yapar.
Kedi-insan ilişkisine dair deneyimlerin tekilliği kedilerden, kedi-edebiyat ilişkisinden bahsetmeyi her halükârda ereksellikten uzak bir çaba haline getiriyor. Yine de bu konu, üzerinde konuşulabilecek geniş bir alan sunuyor.
Türk edebiyatında kediler ve kedi seven (bu sözü sakınımsızca kullanmaya da çekinmeli belki, burada sevgi bile kati değil çünkü) ya da kedileri tanıyıp onlarla belirli bir ilişkisi olan edebiyatçılar oldum olası vardır. Bunların bir kısmı az çok bilinir. Örneğin Tevfik Fikret’in Zerrişte ismini verdiği kedisi; yine bir kedici olan Nurullah Ataç’ın bu kediye verdiği isim nedeniyle Tevfik Fikret’le alay etmesi... Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Nazlı adlı kedisi. Halit Ziya Uşaklıgil’in çocukluğunda beslediği ve insanlara karşı güvenini kaybederek intihar eden Tosun adlı kedisi… Anlatılarda da yerini alır kediler: Samipaşazade Sezai’nin “Kediler” hikâyesinde evdeki kedilerden bunalan bir adamın karısına “ya kediler ya ben” demesi ve “kediler!” cevabını alınca evi terk etmesi… Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanında Batı karşısında Doğunun imgesine dönüşen kedi…
Akademik bir derleme
Kediler ve edebiyatçılar hakkında bilinenleri derlemek ve daha öteye giderek kediler ve kediciler hakkında kapsamlı bir çalışma yapmak değerli bir çaba. Şerife Çağın’ın yaptığı Kedi Edebiyatı – Türk Edebiyatının Kedileri ve Kedicileri başlıklı, 2019 sonunda yayımlanan derleme bu bakımdan dikkate değer bir kitap. Kitapta hemen hepsi akademik nitelikte tam 23 makale yer alıyor! Instagram fotoğraflarının fatihi kedileri bir de akademik araştırma konusu olarak görmek ilk anda biraz şaşırtıcı. Yazarların dili ve ele aldıkları konulara yaklaşımları o kadar akademik ki, her biri bir ders notu olarak okunabilir. Kedilerin sevimli olma işleviyle sınırlı kalmaması önemli tabii. Nasıl bakılmış kedilere, kimler hangi anlamları yüklemiş, hangi yazarlar, hangi şairler nasıl yaklaşmış? Çağın’ın derlemesi şüphesiz kediler ile edebiyatın yollarının kesiştiği kavşakların çoğuna dair yeni ve şaşırtıcı bilgilerle dolu. Kitaptaki bütün makalelere değinmek ne yazık ki bu yazının kapsamını hayli aşacağı için ilk bakışta öne çıkan bazı noktaları vurgulamakla yetinmek zorunda kalacağız.
Örneğin az işlenen bir konuyu ele alan Güllü Araç’ın “Klasik Türk Edebiyatında Hayvanlar Âleminden Bazı Görüntüler ve Bir Kedinin Mektubu: Hirre-nâme” makalesi, görece uzak geçmişte de kedilere yer verildiğini ilginç örneklerle gösteriyor. Aktarılan bir örnek, XVI. yüzyıl şairi Meâlî’nin ölen kedisine yazdığı mersiye. Sadece bir dörtlüğünü aktaracak olursak:
“Kurtarırdı yılan ağzına düşen kurbağayı
Yuvalardı sıçan oynar gibi kaplumbağayı
Taşagı kılına saymaz idi dizdâr ağayı
N’edlüm âh pisi n’eyleyelüm âh pisi” (s. 140.)
XVIII. yüzyılda yaşamış Ebubekir Kânî’nin kedisinin ağzından yazdığı, “Eski Cariyeniz Pamuk Kızı Tekir” imzalı mektup (s. 144) ise makalenin asıl konusunu oluşturuyor. Bu metinlerden o dönem edebiyatçılarının kediyle nasıl bir ilişki kurduğunu net bir şekilde anlayamıyorsak da ya kendilerini kedi yerine koyarak ya da kedileri överek metinlerinde konu ettiklerini görüyoruz.
Kitap, Beşir Ayvazoğlu ve İnci Enginün’ün kedilerle kişisel ilişkilerini aktardıkları makalelerle başlıyor. Bundan sonra Esra Hatice Oğuz Taşbaş’ın makalesinde kedi fobisi, Eren Akçiçek ve Nagihan Baysal’ın makalesinde Türk efsanelerinde kediler, Metin Menekşe’nin makalesinde Batılı seyyahların gözünde Osmanlı’da kedilere verilen değer, Fazıl Gökçek’in makalesinde Türk edebiyatında öne çıkan kediler, Asuman Gürman Şahin’in makalesinde modern Türk şiirinde kediler, Özlem Nemutlu’nun ve Recai Özcan’ın makalelerinde kediye karşı şiddet ve kedi cinayetleri, kitabı derleyen Şerife Çağın’ın makalesinde ise edebiyattan ziyade resimde kediler ve kedinin kadına benzetildiği örnekler ele alınıyor.
Belirli bir yazar ya da şairin kedilerle ilişkisine dair de Ebru Özlem Yılmaz’ın Ezop fabllarında kediyi, Nilgün Nurhan Kaya’nın Evliya Çelebi’nin eserindeki kedileri, Sevda Altunbaş’ın Halid Ziya Uşaklıgil’in hikâyelerindeki kedileri, Fatih Alper Taşbaş’ın Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Sait Faik Abasıyanık’ın kedi ve köpeklerini, Yahya Aydın’ın Peyami Safa’nın romanlarında kedileri, Seçil Dumantepe’nin iki kadın yazar Sâmiha Ayverdi ve Safiye Erol’un eserlerindeki kedileri, Berna Akyüz Sizgen’in Özdemir Asaf’ın şiirlerindeki kedileri, Yasemin Koç’un Bilge Karasu’nun kedilerle ilişkisini, Burcu Uşaklı Sandal’ın Oya Baydar’ın kedilerin gözüyle dünyaya bakışını, Bahar Dervişcemaloğlu’nun Ayşe Kulin’in kedisini ve Dilek Çörek’in Onat Kutlar’da kedi imgesini ele aldıkları makaleleri yer alıyor.
Anlaşılacağı gibi, kitapta yer alan makaleler birbirinden çok farklı alanlardan, çok farklı konuları ele alan ve çok farklı bakış açılarına sahip makaleler. Öyle ki, bu makalelerin aynı cilt için de yer almasını sağlayan yegâne ortak payda kedi (hatta edebiyat bile değil, zira resimde ya da psikolojide kedi de makale konusu olabiliyor). Bu çeşitlilik elbette her şeyden önce kitabın zenginliği olarak görülmeli. Yine de ortak paydanın sadece kedi olması, söz gelimi hayvan haklarıyla ilgili bir hukuk makalesinin, kedi anatomisine dair bir biyoloji makalesinin ya da sosyal medyada kedi fotoğrafları ve beğenilme arasında bağıntı saptayan bir istatistik makalesinin de kitapta yer almaması için bir neden olmadığını düşündürtüyor. Bir de makalelerin akademik makaleler olduğunu düşünecek olursak kedi konusunu etraflıca ele alma çabası ağır bir yüke dönüşüyor ve bu ağırlığı okura da hissettiriyor.
Oysa İnci Enginün’ün “Kediler ve Köpekler” makalesinde Ahmet Haşim’in “Kedi” adlı yazısından aktardığı gibi, kedi öyle bir defa ele alınıp da hakkında her şey söylenebilecek bir yaratığa benzemiyor. Ahmet Haşim kedilerle köpekleri karşılaştırırken kediyi şu özelliğiyle yeğliyor:
“Bu güzel yazısında Haşim vahşilikten hoşlanan ilkel mizacına uygun olarak kediyi köpeğe tercih eder. Onda ilkelliğin bütün özelliklerini bulmaktadır. Köpek ise munisleşmiş ve âdeta insanlaşmıştır. İnsan, gerçekten hayvan seviyorsa, köpeği değil, hayvan insiyaklarından hiçbirini feda etmeyen kediyi sevmelidir.” (s. 171)
Buradan yola çıkarak kedilerin kurallara uymaktan ziyade kural koyucu yönüyle ilgili düşünebiliriz. Fatih Alper Taşbaş’ın “Heybeliada’dan Burgazada’ya Kedi Adımlarıyla” başlıklı makalesinde belirttiği gibi:
“İnsanların kedileri olmaz. Kedilerin insanları ve mekânları olur. Gürpınar’ın kedi hikâyelerindeki motto budur.” (s. 212)
Gürpınar, söz gelimi Uşaklıgil ya da Fikret’e göre kedilerin doğasını daha iyi kavramış görünür. Onlara hükmetmek imkansızdır. Bu nedenle kediler özgürlüğün, başına buyrukluğun ve fazla insansı bir yakıştırmayla nankörlüğün timsali görülürler.
Günümüz yazarlarına ve hayvanlarına dair bir derleme
Kediler, diğer hayvanlar ve edebiyat ilişkisine dair 2020 başında çıkan bir başka derleme ise, Damla Yazıcı’nın hazırladığı Edebiyatta Pati İzleri. Çağın’ın derlemesine göre çok daha küçük çaplı olan bu derleme konuyu akademik boyutuyla değil, edebi metinler üzerinden ele alıyor. Bu kitabın temel amacının güncel yazarların kediyle ilişkisine eğilmek olduğu söylenebilir.
Faruk Duman, İnci Aral, Haydar Ergülen, Buket Uzuner, Doğu Yücel, Sevin Okyay, Altay Öktem, Neslihan Önderoğlu, Haldun Çubukçu ve Murat Batmankaya kısa anlatılarıyla kitaba katkıda bulunmuşlar. Yazıların bazıları kişisel deneyimlere dayanıyor, bazıları kurmaca, bazıları ise deneme niteliğinde. Yazarlar istedikleri türde yazmak konusunda özgür bırakılmışlar. Hatta kedi ağırlıkta olsa da tek konu kedi değil; diğer hayvanlara dair anlatılara da yer verilmiş. Bölüm başlıklarında yazar adları kullanılmış ve yazarların kendi yazılarına koydukları başlıklar da alt başlığa çekilmiş; böylece kitabın vurgusu yazılardan ziyade yazarlara kaymış. Kitaptaki yazılar içinden özellikle Sevin Okyay’ın ve Altay Öktem’in kedilerle kendi kişisel ilişkilerini anlattıkları sıcacık anlatıları ve Murat Batmankaya’nın kedisiyle –her paragrafında güldüren– hesaplaşması derlemeyi güçlendiren yazılar.
Haydar Ergülen’in yazısında yer alan şu satırlar ise kedi ve edebiyat ilişkisine dair tam da üzerinde durulması gereken bir saptamaya, kedinin tahmin edilemez doğasına varıyor:
“Kediler, yazarlar ve şairler için sanki daha çok imgeleriyle yazılıp yaşatılıyor gibi. Belki okur katında öyledir. Ya da şairler, yazarlar bu sevgiyi dile getirdikleri için sanki sadece imgelemde yaşayan güzelliklermiş gibi görülür, anlaşılır. Oysa aşk aşktır! İmgesi filan sonra gelir!
Ben Mısır’ı çoooooook sevdim, onun da beni sevmiş olduğunu düşünürüm hep. O benim sürmelimdi, çok güzel bir kediydi. Mısır’ın kutsal kedisi. Bir imgeden çok mitolojik bir varlık olarak gelir bana kediler. Gerçeküstü, fantastik, lütfedip de aramızda yaşayan tanrılar âdeta. ‘İnsanın en temel niteliği tahmin edilmez oluşudur’ sözü Foucault’nundu, bu sözü kediler için de söylemenin bence hiçbir sakıncası yok. Zira kedilerdeki sürpriz ve beklenmeyeni yaşatma, yapma olanağı değme köpekte yok!” (s. 23)
Kitabın sonunda ise Türk edebiyatında adı bir hayvanla (genelde kedi) anılan klasik şair ve yazarlara dair ikişer sayfalık kısa notlara yer verilmiş.
Kedilere En Yakın Yazar: Bilge Karasu
Kedileri biraz olsun anlamak yönünde bize en çok umut veren yazar, her iki derlemede de kendisine birer bölüm ayrılan Bilge Karasu olmalı. Karasu’nun kedilerle ilişkisinde onu diğer yazarların önüne taşıyan iki unsur var: Birincisi kedileriyle şaşırtıcı (şaşırmak bizim utancımız olsun) ölçüde adil bir eşitlik ilişkisi kurduğu, kedinin doğasını onu kendi biçimlendirici bakış açısıyla tahrif etmeden görüp yaşadığı anlaşılıyor. Bilimsel bir dille söylersek, yazarın bu katılımsız gözlemi ona çok zengin veriler sağlıyor. İkincisi, Karasu tasarruflu ve sabırla işlenmiş diliyle kedilere dair söylemek istediğini konunun zorluğuna rağmen çarpıcı bir netlikte dile getirebiliyor. Bilge Karasu’nun hemen tüm yapıtlarında önemli bir yer tutar kediler. Ancak burada bu bakımdan öne çıkan iki kitabına değinmekle yetineceğiz.
Göçmüş Kediler Bahçesi’nde doğrudan kedilere dair olmayan ama Karasu’nun kedilere dair temel saptamasıyla örtüşen şu tanım dikkat çekici:
“Bir roman tümcesi geldi usuma: ‘Ellerinizin arasındayken bile… Artık ellerinizin içindeyken bile… Artık avucunuzdayken bile…’ Bilemiyordum. Türkçesini nasıl söylemek gerekirdi. ‘…dayken bile, bu tür yaratıklar, kaçış yaratıklarıdır.” (s. 46)
Kaçış yaratıklarıdır kediler de. Öyle var olurlar. Gelip durdukları, bir sevgiyi paylaştıkları zamanı belki daha değerli yapar bu özellikleri. Yine de o zamanın sonlanmaya yazgılı olmasını değiştirmez. Bu, kedilerle ilgili belki en temel noktadır: Kedi kendi kararını kendi verir. Onunla kurulan ilişki, evcilliği, ona sağlanan koşullar, kendi mecburiyetleri… Hiçbir şey bunu değiştirmez. Ahmet Haşim’in kedide bulduğu ilkellik ya da insanlaşma kusurundan azade olma hali de işte bu güçlü iradenin ifadesi olmalı. Aynı kitapta Bilge Karasu şöyle söyler:
“Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısında umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. O umursamaz bağımsızlığı, sırası gelince, kendi de göstermek olanağını –çocukça bir haklılık duygusuyla– elinde tutmak demektir. Kedi, canı istediği zaman sokulur size; canı istemiyorsa, çağrılarınızı karşılıksız bırakır. Üç beş okşayışla mırıltılar, gırıltılar başlar, bunlar git gide yükselir; bir birliktelik kurulmuştur. Ya siz, bir kımıltınızla onun rahatını bozduğunuz için, ya da o, uyarım doygunluğuna erdiği için, bu birliktelik bir anda çatışma halini alabilir.” (s. 218-219)
Kedi-insan ilişkisinin özel bir yanıdır bu: Her an her şeyin olabileceği bu ilişkiyi istikrarlı bir zemine oturtma, ilişkinin o anlık durumu haricinde bir koşulla kediyi “bağlama” imkânı olmadığı için bu koşulsuz ve şimdiki zamanın saflığından hiç çıkmayan bir ilişkidir. Kediler şimdiki zamanı sonsuzca değilse bile hayli geniş yaşar ve bir anlamda şimdiki zamanın kıymetini bilir. Şöyle söyler Karasu:
“[Kediler] Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç.” (s. 214)
Bu onlardan öğrenilebilecek, öğrenilmesi gereken şeylerin başında gelir.
Kediden öğrenmek
Ne Kitapsız Ne Kedisiz’de kediden öğrenme bahsi daha geniş ele alınır. İnsanın da kediden öğrenmesinin kedi-insan ilişkisinin temel bir unsuru olduğunu ileri sürer Karasu. Nedeni basit: İlişki ancak karşılıklı ise mümkündür:
“Hayvanı bizimle yaşamağa alıştırıyoruz; eğitiyoruz. Ne var ki, tek yönlü görünen bu eğitim de, gerçekte, karşılıklıdır. İnsan ‘eğitilme’ye razı olmazsa, önce, hayvana acı çektirir. Sonrasını düşünmeyelim. Ortaklık bozulmuştur çünkü.
(…) Ne de olsa, birlikte yaşama kararını biz veriyoruz çünkü…
Öyle mi gerçekten? Değil, bana sorarsanız. Birlikte yaşama kararı, ilk adımı kim atmış olursa olsun, karşılıklı verilmiştir. Bizim kurallarımızı öğrenen hayvan, kendi kurallarını da bize öğretir. Bu karşılıklılık, gene de, ‘insan’ ortamında gerçekleşiyor. Ama, tek yönlü ilişki olmaz ki!” (s. 71)
Kedi ile insan arasında karşılıklı ve dolayısıyla az çok dengeli olan tek ilişki öğretme/öğrenme ilişkisi değil elbet. Sevgi, sabır ve güven de aynı şekilde karşılıklıdır ve karşılıklı olduğunun her iki tarafça da bilinmesi gerekir. Karasu bu kavramlar etrafında kedi-insan ilişkisinin ana hatlarını şöyle saptar:
“Birlikte yaşadığımız hayvanlar da, kısa süre sonra, sevgiyi de, sabrı da, bilmekle kalmadıklarını, bunları bize yönelttiklerini de pek güzel gösterirler. Her türün de, her bireyin de, “sevgi”sini göstermesi bir olmayacaktır. Tamam. Yakınlığı, alışmışlığı, yeme gelişi, elbette, “sevgi” diye nitelememek gerektiği de ileri sürülebilir. Ama yüksek memelilerde, özellikle binlerce yıldan beri insanla öğür olmuş kedide, köpekte sevgiyi görememek, hiçbir şeyi görememe durumunda olmakla bir.
Ya sabır? Orada iş biraz değişik. Sevgi, bir karşılıklılık varlığıdır; dile getirilme-gösterilme imleri, iki yan için de, kısa zamanda bir düzgü niteliğine ulaşır. Sabır, bir bakıma, bir tepki yokluğunadayalıdır. Sabır göstermek, gerçekte, gösterilebilecek (gösterilebileceği bilinen) bir tepkiyi göstermemektir. Ancak, gösterilebilecek tepkinin iki yanca da bilinmesi durumunda sabırdan söz edilebilir. Hayvanlarıyla içli-dışlı olanlar, kendilerinden başkasının yani Ötekinin de farkında olanlar, kendi sabırlarını bildikleri kadar hayvanlarının da nerelerde, nasıl sabır gösterdiğini çok iyi bilirler.
Güven ise, bu bağlamda az işitilen bir sözcük. Oysa güven, insan-hayvan ilişkisinde her şeyden önce gelir, her şeyin başındadır. Ama pekişip yerleşmesi, en sona kalır. En sonunda kendini açığa vurur.” (s. 69)
Bu noktada kedi kediliğinin, insan da insanlığının ayırdında olarak bu ilişkiyi sürdürür. Birbirinden öğrenmek birbirine dönüşmek demek değildir; aksine sürekli öğrenilmesi gereken, karşısındakinin farklılığıdır. Bu farklılık çerçevesinde birbirini tanımak mümkün olur.
Kedileri Gözlemlemek
Kediler ile edebiyatın yollarının kesiştiği kavşakları ziyaret ediyorsak Doris Lessing’in muhteşem kitabından bahsetmeden geçmemeli. Lessing Kedilere Dair’de Afrika’da geçen çocukluğundan başlayıp Londra’daki hayatına uzanarak kedilerini, kedilerle ilişkisini ve anılarını anlatıyor. Lessing’in dilinden kedileri okurken hem sevimli olma işlevine hapsedilmiş edilgen kediden hem de edebiyatçıların yüklediği imgeler arasında kaybolmuş kediden çok farklı bir kavrayışla karşılaşırız. Lessing kedilerini anlatırken çarpıcı ve hatta acımasız ölçüde tarafsız ve gerçekçidir. Kediyi, onun kediliğini ve kedice fiillerini öyle aktarır ki, okur çaresizce kendisini gerçek bir kediyle baş başa bulur. Bu her zaman öyle tatlış bir kedi olmaz, zaten olamaz. Hatta kimi zaman kitapta yer alan bazı olaylar hayli dayanılmazdır. Yeri gelir, hayvan öldürme deneyimini de dürüstçe anlatır. Lessing iyi kötü diye ayırmadan, her şeyi olduğu gibi anlatmakta ustadır. Kitabının sonunda şöyle söyler:
“Kedileri tanıyıp, hayat boyu kedilerle birlikte olunca geriye insanlara karşı duyulandan çok farklı bir hüzün tortusu kalıyor: Onların çaresizliği karşısında çekilen acı, hepimiz adına duyulan suçluluktan oluşan bir tortu.” (s. 128)
Kedileriyle iletişiminde Lessing adildir. Onları anlarken, ne anlatmak istediklerini anlatırken ne kendisi kedileşir ne de kedisini insanlaştırır.
“Onu kucağıma alıp alt kata götürdüm, kedi kapısını gösterdim. Tuzak olduğunu sanıp, dehşete kapıldı. Küfredip debelenirken yavaşça kapıdan dışarı ittim. Ardından dışarı çıktım, onu tutup içeri ittim. Hemen merdivenlerden yukarı tırmandı, onu büsbütün evden atmak istiyorum sanmıştı.” (s. 119)
Kediyle iletişimindeki bu yetkinlik, kediyi gözlemlemekte de yazarı mahir kılar. Lessing, kedisinin ne düşünüp ne yaşadığını büyük bir dikkatle gözlemler ve aktarır. Bu gözlemde benzetme, yakıştırma ve tahmin yoktur: Kedisini tanıyan iyi bir gözlemcinin tanıklığı vardır:
“Taşa oturdu, yüzünü suya eğdi, kendi aksine baktı. Bunda bir gariplik yoktu: Aynalara alışıktı. Ancak su yüzündeki dalgacıklar gidip geliyor, görüntüsünü dağıtıyordu. Sudaki görüntüsüne patisini koydu, ama aynadaki gibi olmadı, patisi görüntüyü delip içeri girdi, ıslandı. Ayağa kalktı, rahatsız olduğu belliydi. Bu kadarı ona fazla geldi, ıslak çimenlerden zarafet ve azametle eve yürüdü. Orada gözleriyle kara kediye kendisinden ne kadar nefret ettiğini söyledikten sonra ona sırtını dönüp ateşin karşısına oturdu, kara kedi tetikte, koltuğundan onu gözledi.” (s. 81-82)
Evet, Lessing tatlış kedi anlatma gayretinde değildir. Edebiyatçı kimliği “like garantili” kedilere değil, gerçek kedilere yöneltir onu ve onun aracılığıyla okurunu. Yine de kedinin en muzip olduğu anları anlatırken de güçlü ve yalın gözlem yeteneğini sergiler:
“Gece yer beğenmek için yatakta dolaşır, arık çarşafların altında yahut omzumda değil, ya dizlerimin arasındaki kıvrıma yerleşerek, yahut da tabanlarımdaki oyuntuya dayanarak yatıyor. (…) Sabah beni uyandırmak istediğinde göğsüme oturur ve patisiyle yüzümü okşar. Eğer yan yatıyorsam yanı başıma oturup yüzüme bakar. Patisiyle usul usul dokunur. Gözlerimi açıp uyanmak istemiyorum derim. Gözlerimi kaparım. Kedi yavaşça göz kapaklarımı okşar. Kedi burnumu yalar. Kedi yüzümden sadece üç-beş santim uzakta, mırlamaya başlar. Sonra ben uyuyormuş gibi yaparak yatarken, kedi yavaşçacık burnumu ısırır. Güler doğrulurum. O anda yataktan aşağı sıçrar ve hızla alt kata iner – kışsa arka kapıyı açtırmak, yazsa doyurulmak için.” (s. 66)
•