Kanayan kalpler ve insanlık sahnesinin diğer gösterileri

Genellikle kadın karakterleri merkezine alan Jean Stafford, yalnızca yaralı bir çocukluğun yetişkin dünyasındaki yansımaları üzerinde durmaz. Kadınları “hasta” eden, yüzleşme konusunda en az kadın karakterler kadar isteksiz ya da başarısız görünen diğer “hasta” erkeklerdir

12 Aralık 2019 12:30

Amerikan edebiyatıyla yakından ilgilenenler Jean Stafford (1915-1979) adına yabancı olmasalar da, bu usta yazarın şimdiye dek Türkçede yayımlanma olanağı bulamamış olması, onunla henüz tanışmamış nitelikli okur için yapıtlarını saklı birer cevher kılıyor. 1944’te okur karşısına çıktığı ilk romanı Boston Adventure’ın (Boston Macerası) çoksatanlar listesine girmesiyle adını duyuran Stafford, romanlarıyla edebiyat dünyasında kendisine sağlam bir yer edinmiş olsa da yıldızının parladığı asıl alan, kendisine Pulitzer Ödülü’nün (1970) yanı sıra Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi Onur Üyeliği kazandıran ve geçtiğimiz ay Delidolu Yayınları tarafından ilk cildi yayımlanan toplu öyküleridir. 

“Belli bir ölçüde acımasızlık ve toplumdan yabancılaşma hissi, silahlı soygun için olduğu kadar yaratıcı yazarlık için de gereklidir.”[1] Yaratıcı yazarlıktaki başarısı ödüllendirilmiş olan Jean Stafford’ın çalkantılı yaşamı ve sivri kişiliği, çağdaşı sayılabilecek Amerikalı yazar Nelson Algren’in bu sözlerini boşa çıkarmayacak cinsten. Ehlileştirilmiş köklerinden ve ailevi tutuculuktan kaçış; dengesiz, baskıcı bir şairle fiziksel şiddetin de kendini gösterdiği sekiz yıl süren yıpratıcı bir evlilik; trafik kazası sonrasında yaşanan fiziksel deformasyon ve acı; zorlu bir boşanma sürecini takip eden iki evlilik; eşin ölümü; alkol bağımlılığı; sağlık sorunları ve insanlardan uzaklaşma... Böylesi bir yaşam öyküsünün ve kendi ifadesiyle “doyumsuz yazma tutkusunun”[2] şekillendirdiği yetenekli bir edebî kişiliğin öyküleri de deneyimlerden taşanlarla yüklü, sıradışı ve çarpıcı oluyor.    

Stafford’ın toplu öyküleriyle ilgili New York Times eleştirmeni Thomas Lask’ın vurguladığı özellikler haklı bir hayranlığın işareti: 

Bir öykü seçkisinden, aslına bakılırsa kurmaca sanatından beklediğimiz her şeyi Jean Stafford’ın toplu öykülerinde bulmak mümkün: Olağanüstü ve titiz bir zanaatkârlık, benzersiz biçimde bireysel ama aynı zamanda ortak insani ikilemler, öykülerinin iskeletini oluşturan sahici durumlar ve sosyal arka plan ile, bilgelik adını verdiğimiz insan davranışı ve kişiliklerine dair içgörüler. [3]

Pek çok eleştirmen tarafından altı çizilen detaycılık ve titizlik Stafford’ın başta gelen niteliklerinden. Kitaba yazdığı “Sonsöz”de Joyce Carol Oates da Stafford’ın “ince işçilik gerektiren öykü türünde usta”[4] bir yazar olduğunu belirtiyor. Gerçekten de keskin bir zekânın, sağlam bir gözlem gücünün ürünü olan öykülerinde, mekân ve karakterlere inandırıcılık kazandıran fizikî ve psikolojik betimlemeler, özenle yerleştirilmiş ayrıntılar hemen göze çarpıyor. Örneğin, “Echo ve Nemesis” öyküsünde yeme bozukluğundan mustarip Ramona Dunn adlı genç kadının hastalığının altında yatan saklı çocukluk travmasını, karakterin beklenmedik anlarda kendini ele veren sözleri, davranışları üzerinden incelikle sezdiriyor. Ramona’nın kendisini bambaşka birine dönüştürdüğü anlaşılan bedensel değişimiyle yüzleşmekte zorlanması nedeniyle yarattığı, öykünün düğümünü oluşturan yalanı ve psikolojisindeki çatlakları merak uyandıran bir kurgu becerisiyle, mesafesini sürekli koruyarak veriyor. Neredeyse acımasız denilebilecek fiziksel betimlemelerde okuru da Ramona’nın gerçekliğiyle yüzleşmeye zorluyor: 

Ramona Dunn parodi tiplemesi sanılabilecek kadar şişmandı. Obezliği ona hiç yakışmıyordu, kış zamanı giyilen fazladan kıyafetler gibi duruyordu üzerinde, çünkü içeri gömülmüş kemikleri çok küçük, boyuysa çok kısaydı; bir de aptal bir yürüyüşü vardı, gerçi yürürken tam gaz çalışan mekanik bir oyuncak bebek gibi hızlıydı. Yüzü güzel sayılırdı, ama ağzı burnu o kadar küçüktü ki etraflarındaki yükseltilerin içinde tamamen kaybolmuşlardı. İnce ve beyaz teni ya kurdeşen, ya egzema ya da impetigo gibi cildi çirkinleştiren farklı hastalıklara maruz kalıyordu ve bu surat bir Friseur’ün haftada bir rezil ettiği ince, cansız saçlarla çerçevelenmişti; alet, demirle ısıttığı saçları düzinelerce berbat küçük bukle hâline getiriyordu.[5]

“Kanayan Kalpler” öyküsünün Meksikalı karakteri Rose Fabrizio da ihmal edilmiş bir çocukluğun doğurduğu boşluğu üst sınıf New England'lı bir adam tarafından evlat edinileceği hayaliyle doldurmaya çalışan bir başka hayalcidir. İlgisiz ve alt tabakadan bir babanın acı uyandıran varlığına (aslında yokluğuna) karşı duyulan öfke, karakterin gerçekliği çarpıtmasının zeminini oluşturur. Ruhsal yaşantının dinamiklerini iyi bilen Stafford, kızı için hiçbir zaman orada olmayan bir babanın zihinden silinmeyen imgesinin inatçı varlığına maharetle dokunur: 

Kartları sertçe masaya vurarak solitaire oynamaya başladı. Kartlarla yaşadığı bu anlamsız kriz sırasında kupa kızının köşesini kırdı ve bu ona babasının tüm kış akşamlarını, büyük bir çakıyla bir deste kâğıt temizleyerek geçirme alışkanlığını hatırlattı. Aynı çakıyı bir parça çiğneme tütünü koparmak için, tırnaklarını kesmek için ve baharda derisine gömülmüş keneleri çıkarmak için de kullanıyordu.[6]

Rose, sık sık kütüphanede karşılaştığı ve sadece fularının bile önemli bir insan olduğunu belli ettiği bir adama dair zihninde yarattığı hikâyeye dayanarak onun gelecekteki üvey babası olmasını diler. Ancak fantezisindeki zarif, kültürlü, seçkin babanın, aslında annesiyle birlikte yaşayan, yalnız, hastalıklı ve “kendisine ‘babacık’ demesini isteyen yaşlı bir zampara”[7] olduğu gerçeğini, üstelik belki de benzer bir yalnızlığı paylaştıklarını, kabullenmesi gerekecektir. Nitekim öyküye adını veren çiçek (kanayan kalpler) de böylece ikili bir anlam kazanır. Gerçekliğin merhametsizliğiyle bir kez daha sarsılan Rose, “tek istediği biraz merhamet”[8] olan Bay Benson’ın isteğine karşılık veremez.  

Genellikle kadın karakterleri merkezine alan Stafford, yalnızca yaralı bir çocukluğun yetişkin dünyasındaki yansımaları üzerinde durmaz. Kadınları “hasta” eden, onları gerçekliği çarpıtmaya iten aynı zamanda toplumsal cinsiyet rolleri ve ilişkide oldukları, yüzleşme konusunda en az kadın karakterler kadar isteksiz ya da başarısız görünen diğer “hasta” erkeklerdir. “Taşrada Aşk Hikâyesi”nde kocasının ruhsal hastalığı nedeniyle taşındıkları taşra evinde yalnızlığa düşen (belki de başından beri yalnız olduğunu anlayan) May, evliliğini sorgulamaya başlar: “May, kızağa bakarak mutfak masasında oturdu ve kendisini böyle yaraladığı için Daniel’a söverek bir sevgili hayal etti.”[9] Evliliğinde yaşadığı tatminsizliği giderek hayatına hâkim olmaya başlayan bir sevgili hayaliyle aşmaya çalışan May de eninde sonunda istenmeyen gerçekle baş başa kalacaktır. 

“Çocuk Oyunu” öyküsünde, “hayatı baba, anne, koca gibi başkalarına bağlı –ya da başkaları ona bağlı– olan ve tabut kapatıldığında ya da boşanma kararı çıktığında kimsesiz kaldığını fark eden kadın grubuna dâhil” olan dul Abby de âşık olduğu adamın kumar saplantısıyla birlikte kendi tutkularını ve sürüklenebileceği olası tehlikeleri keşfederek istemese de “kabul edilemez ve biraz utanç verici”[10] bulduğu yalnızlığa geri döner.

Yalnızlık ile yaşlılığın muhteşem birleşimi, kabullenilmesi zor, tanık olan genç dimağları derinden sarsan yaşam gerçekliğinin Stafford gibi külyutmaz bir yazar tarafından pek tabii ihmal edilmesi mümkün olmayan bir yönüdür: 

Lily büyük koğuşu görebiliyordu, dört uzun sıra boyunca her yatakta çok yaşlı, eğri büğrü kadınlar vardı; gofre kumaştan yatak örtülerinin altındaki bitik vücutlarının kabartısı, yatağın içinde kesik bir uzuv ya da kırık bir kemik yığını varmışçasına eksik ve şekilsiz görünüyordu, ince yastıklardan bakan iç karartıcı yüzleri özelliklerini kaybetmişti: Aralarından hangisinin kötü, pis, cesur ya da aptal gibi baktığını anlamak neredeyse imkânsızdı, zira yaş ve aşağılanma, ağır basan mizacı bulandırmış, ifadesiyse tamamen silmişti.[11]

Genç Lily kadar okurda da kaçıp gitme isteği uyandıran “Hayat Değil Dipsiz Kuyu” öyküsündeki bu yaşlılar evi, Kuzen Isobel için aslında bir varoluş nedenine dönüşen, ona yaşama enerjisi veren intikamın aracıdır. “Çeyiz Sandığı” öyküsünün hiç evlenemediği için içten içe tek “sevdiceği”[12] olan babasını suçlayan huysuz Bayan Bellamy’si de sevecen, hoşgörülü, bilge yaşlı imgesini yıkarak yaşam çaylaklarının gözünü korkutma konusunda Kuzen Isobel’den geri kalmaz. 

Karakterlerinin iç dünyalarındaki karmaşaya, çatışmalara daima yakından ve psikolojik bir derinlikle bakan, ancak hiçbir zaman acındırma, özdeşleşme ya da sempati yaratma çabası içine girmeyen Stafford’ın kullandığı anlatım tarzlarının çokyönlülüğüne değinen Joyce Carol Oates, onun “hafif melankolikten vahşi bir komiğe, içsel bir konuşmanın incelikle ayarlanmış başına buyrukluğundan, sarsıcı bir açıklık taşıyan ani patlamalara, bizi sade konuşmanın çok ötesine taşıyan veciz tasvirlere geçi[şine]”[13] dikkat çeker.   

“Genç Kız” öyküsünde, üstlendiği ilk davada müvekkilinin giyotinle idam edilişini izledikten sonra sevgilisiyle güzel bir bahar gününün keyfini çıkardığından söz eden avukatın, dinleyicilerini ürperten soğukkanlılığına benzer şekilde, Stafford da dramatik/travmatik olandan komik/ironik olana yaptığı ustalıklı geçişlerle anlatımına gerçekçi ve etkileyici bir özellik kazandırıyor. Sosyal, bireysel tüm zayıflıklarını bildiği karakterlerinin hiçbirine torpil geçmiyor. “Sorumluluk Alıcıya Aittir” öyküsünün parlak çifti de dâhil, herkes payına düşen ironiden nasibini alıyor:

Malcolm ve Victoria çalıştıkları Alma Hettrick Kız Koleji’nde, güz dönemi başında birbirlerini keşfetmeseydiler akıllarını yitirecekleri ya da kestirme yoldan gizli tarikatlara dâhil olacakları konusunda hemfikirdiler. Malcolm yirmi üç, Victoria yirmi iki yaşındaydı ve ikisi de gıcır gıcır yüksek lisans diplomalarıyla üniversiteden yeni çıkmışlardı, bu diplomaların parıltısının yollarını aydınlatacağını ve cahilleri büyüleyeceğini hayal ediyorlardı. Malcolm felsefe okumuştu ve tez başlığı SörenKierkegaard’ın Edebi Bir Değerlendirmesi ve Orta Çağ HristiyanDiyalektiğiyle İlişkisi Üzerine Bir Not’tu. Victoria ise on altıncı yüzyıl üzerine ihtisas yapmış ve Elizabeth Dönemi Derlemeleri ve Şarkı Kitaplarındaki Provensal fin amour’dan Bazı Eski Alıntılar hakkında yazmıştı.[14]

Kütüphane lambalarının ışığında dipnot okumaktan (hayata karşı) miyoplaşmış, ancak “akademik ideallerinin ölçüsü henüz küçülmeye başlamamış” Malcolm ve Victoria, “yarının eş ve annelerini yetiştirmek”[15] amacındaki bu görgü okulunun pragmatist dünyasında eğreti hissederler: “Hepsi aptal ve neredeyse hepsi güzel bu gelinlik çağındaki kızlar derslerde örgü örüyordu (Malcolm şişlerin tıkırtısından ve şüphe kavramının haraşo örgüye yenik düşmesinden şikâyet edince dekan, daha sonraki hayatlarında konferanslara katılınca böyle oyalanacaklar, demişti); dönem ödevlerini uzun süreli nişanlılık ve oje tarihi üzerine yapıyorlardı.”[16] Mevcut gerçeklikle çatışma hâlindeki iç dünyalarını herkesten gizleyerek “hayalî fildişi kulelerinde”[17] yaşamayı seçen, kendi kör noktalarından habersiz çiftin Amerika’nın orta batısındaki unutulmuş bir kasabaya yaptığı kaçamaklar çok geçmeden çevreleri tarafından keşfedilir. Başlangıçta genç çifte ve daha önce varlığından haberdar olmadıkları yakındaki kasabaya merak ve ilgiyle yaklaşan istilacılar, sonunda her ikisini de sıkıcı ve acınası bulur. Böylece Malcolm ve Victoria, tıpkı kimsenin umurunda olmayan entelektüel Orta Çağ araştırmaları gibi, sığındıkları bu “işe yaramaz”[18] kasabayla birlikte aforoz edilir. 

Eğretilik duygusunun, bağımsızlık arzusu ile aidiyet ihtiyacı arasında salınan bireyin düştüğü durumların işlendiği bir başka öykü olan “Maggie Meriwether’ın Başına Gelenler”de de Fransızcayı bin bir zahmetle öğrenen ve Fransa’ya gitmek için endişeli ailesine diller dökmek zorunda kalan Amerikalı genç Maggie, tesadüfen misafir olduğu Paris sosyetesi içinde dilini yutmuş bir “kenar süsü”ne[19] dönüşür. Neye uğradığını şaşıran genç kadının özgüveni, “sıcak ve duyguları yüzünden tel tel olan saçları”na[20] benzer şekilde darmadağın olur:

İçtikçe titrekleşiyordu, öğle yemeği sofrasında servis kaşığını kullanması ihtimal dâhilinde olmadığından birkaç yemeği reddetmek zorunda kaldı; çektiği güçlüğün farkına varan uşağın onu içten içe horgördüğünü sandı, utandıran Fransızcasıyla ona, kendisinin geldiği yerde kibirli hizmetçilere karşı kırbaçların yaygın olarak kullanıldığını söyleyebilmeyi diledi.[21]   

Stafford değişken dengeleri ve gerilimleriyle kendine özgü bir iletişime sahip Avrupalı üst sınıfı temsil eden zengin bir tipler galerisi yaratır. Bu gösterişli galerinin ortasında bir başına bıraktığı, ilk kez yurtdışına çıkmış Nashville'li Maggie Meriwether’ın yaşadığı şaşkınlık ve çekingenliğin bir benzerini, hiçbir ayrıntıyı atlamayan esaslı betimlemeleri, uzun cümlelerinin arasına sıkıştırdığı Fransızca sözcükler ve ters köşeye yatıran mizahi tavrıyla ilk paragraftan itibaren okuruna da yaşatır. 

Seçkinin en vurucu, belki de Stafford’ın bizzat deneyimlediği fiziki bir duruma dayandığı için son derece güçlü betimlemelerin yer aldığı öykülerinden biri ve sonuncusu “İç Kale”dir. Öykü, geçirdiği trafik kazası sonrası kafatası çatlayan ve yüzü, özellikle burnu deforme olan genç bir kadının “beyninde” olup bitenlerin “zihinsel” karşılığını, savunması çatlayan, kalesini kaybeden beynin durmaksızın kendi üzerine eğilişini, karakterin acıyla mücadelesini ve bilinç bulanıklığını muazzam şekilde aktarıyor. Kendi paha biçilmez varlığını sürekli hatırlatan, her daim “pembe” ve “kırılgan”[22] beyin, dokunulmazlığının tehlikeye girdiği burun ameliyatıyla birlikte alarma geçer. Pansy’nin ameliyat sırasında duyumsadıklarının ve zihninden geçenlerin aktarıldığı şu satırlarda okur olarak Stafford’ın neşter keskinliğindeki anlatımıyla karşılaşırız: 

Şimdi uyuşturulmamış bölgelere girmesi gerekiyordu. [….] Bıçaklar açtıkları yaralara dayandılar, oydular, hırpaladılar, kazıdılar; makaslar sert kıkırdakları kesti ve neşterler kemikleri parçalarına ayırdı. Sanki karmakarışık küçük sinirler ustalıkla kesiliyordu, teker teker; acı, bir koninin tepesindeki pembe bir kuş olan ona doğru spiraller çizerek kıvrıla kıvrıla geliyordu. Acı, elmaslardan yapılmış bir piramitti; yoğun bir ışıktı; en sıcak ateş, en soğuk don, en yüksek tepe, en hızlı kuvvet, en uzak yer, en yakın zamandı. […] Beyin, örümcek ağı kadar ince bir siperin ardında, koklayıp ısıran kurtlar gibi aranan dışarıdaki bıçakların sesini duyarak yaşama kaygısıyla titriyordu. [23]

Özgün anlatımıyla zihinlerde iz bırakan Jean Stafford, özdeyiş niteliğindeki kısa alıntıların öykülerden kolayca ayrıştırılabileceği gevşek yapıda metinlerin aksine, her öyküsünü bir örümcek ağı inceliğinde, ancak sağlam, organik ve bütünlüklü bir yapı olarak kuruyor. Titizlikle yarattığı canlı atmosferdeki karakterleri nefes alıyor; kimi zaman heyecandan ya da aşktan, kimi zaman hayal kırıklığı ve öfkeden nefesleri kesiliyor. Yapay bir biçim-içerik ayrımının tuzağına düşmeyen, asla kolaya kaçmayan, insan ruhunun derinliklerine yolculuk etmekten çekinmeyen Stafford, yalnızca Amerikan edebiyatı için değil, dünya edebiyatı için de ilham verici bir yazar. 

 

Kaynakça: 

[1] Algren, Nelson. Nonconformity: Writing on Writing. New York: Seven Stories Press, 2011.

[2] Stafford, Jean. “Yazarın Notu”. Jean Stafford Toplu Öyküler 1. Çev. Gökçe Yavaş. İzmir: Delidolu Yayınları, 2019, s. 7.

[3] Smith, J.Y. “Jean Stafford, Author, Dies”. The Washington Post (29 Mart 1979).

[4] Oates, Joyce Carol. “Sonsöz”. Jean Stafford Toplu Öyküler 1, s. 267.

[5] Stafford, Jean. “Echo ve Nemesis”. Jean Stafford Toplu Öyküler 1, s. 34.

[6] “Kanayan Kalpler”. a.g.y., s. 230.

[7] a.g.y., s. 232.

[8] a.g.y., s. 233.

[9] “Taşrada Aşk Hikâyesi”. a.g.y., s. 195.

[10] “Çocuk Oyunu”. a.g.y., s. 15.

[11] “Hayat Değil Dipsiz Kuyu”. a.g.y., s. 142-3.

[12] “Çeyiz Sandığı”. a.g.y., s. 159.

[13] Oates. a.g.y., s. 268-9.

[14] Stafford. “Sorumluluk Alıcıya Aittir”. a.g.y., s. 86.

[15] a.g.y., s. 86.

[16] a.g.y., s. 86-7.

[17] a.g.y., s. 87.

[18] a.g.y., s. 107.

[19] “Maggie Meriwether’ın Başına Gelenler”. a.g.y., s. 116.

[20] a.g.y., s. 116.

[21]  a.g.y., s. 116.

[22] “İç Kale”. a.g.y., s. 251.

[23] a.g.y., s. 264.