Lezbiyen vampir figürü kalbine saplanan kazığı çıkarır ve patriyarkinin kalbine geri saplar. Her ne kadar cinsel istismar sineması olarak geçse de, bu kadınlar hâlihazırda, kendi cinselliklerinin asırlar boyunca istismar edilmesine başkaldırır
01 Kasım 2018 13:50
Seks, şiddet ve aksiyon gibi kavramların yüksek derecede empoze edilip sömürüldüğü filmler istismar sineması olarak adlandırılır. Genelde prodüktörlerin izleyiciyi sinemaya çekmek için döneme ait popüler kavramları üst üste kullanması sonucu oluşan bir kavram olan istismar filmleri, aslında sinemanın doğuşundan beri ortalıktadırlar, fakat 70’li yıllarda bağımsız sinemaların oluşmasının ardından, toplumsal ve politik hareketler sonucu sansür yasalarının hafiflemesiyle sayıları artmış, görünür hâle gelmiş ve bir fan kitlesi edinmişlerdir. Başlarda büyük film stüdyolarının bu tarz filmler yapmaktan kaçınması, istismar sinemasının aslında ana akım sinemanın göstermeye cesaret edemediği, sanat sinemasının da estetik bir filtreden geçirdiği kavramları görünür hâle getirip çiğ bir şekilde izleyiciye sunmasını sağlamıştır. İzleyicinin kolektif ya da bireysel bilinç dışına atmış olduğu çatışmaları (kadın-erkek, ırk ve kültürel çatışmalar gibi) ortaya çıkaran istismar sineması, akademik çalışmalar açısından sinema teorisinde oldukça önemli bir yer kaplar. İstismar sinemasının cinsel istismar alt türü altında yer alan ve kendi alanını oluşturarak lezbiyen görünürlüğünde hak iddia eden lezbiyen vampirler, yeni dönem feminist okumalarda, kurban kadın sorusunu tersten sorarak aslında bu kadınların vampirin kurbanı mı yoksa heteroseksüel matrisin heteronormatif rollerle kadını ikincil konuma itmesinin kurbanı mı olduğunu sorgulatır. Lezbiyen vampir figürü kalbine saplanan kazığı çıkarır ve patriyarkinin kalbine geri saplar. Kadının cinsel özgürleşmesindeki en sağlam rollerden birini üstlenir. Her ne kadar cinsel istismar sineması olarak geçse de, bu kadınlar hâlihazırda, kendi cinselliklerinin asırlar boyunca istismar edilmesine başkaldırır. Kiminin sonu geri tabuta tıkılmak olur, kimi ise lezbiyenliği nesilden nesile aktararak vampirizm tezahürü altında varlıklarını ölümsüzleştirirler ve sistemi yerinden oynatmak için yerlerini sağlamlaştırırlar.
70’lerde sinema sektöründeki sansürün gevşemesi ve seks furyasının patlak vermesiyle ortaya çıkan bir tür olan lezbiyen vampirler temsilinin, lezbiyen kadın figürünü negatif bir stereotipin çok daha ötesine geçerek queer bir anlatı çerçevesinde işlediğini söyleyebiliriz. Lezbiyen vampirler; bakirelerin kanıyla yıkanan Macar kontes Elizabeth Báthory’yi ve Sheridan Le Fanu’nun Carmilla kitabını temel alan ikili hikâye yapısıyla başlayıp, zaman geçtikçe dallanıp budaklanıp, özünde bu iki hikâyeyi korusa da, anlatımına farklılıklar katıp pek çok kere karşımıza çıkmıştır. Yine de yeni dönemde lezbiyen vampir imgesine 70’lerde olduğu gibi rastlamayız; genelde ya yan karakter olarak ya da heteroseksüel erkek bakışını beslemek için araya serpiştirilmiş bir anlatı olarak kalır. Fakat istismar sineması lezbiyen vampirleri büyütüp en üst noktaya ulaştıran dönem olarak hâlâ korku sinemasında kadın temsiliyetlerindeki yerini korumaktadır. İlk olarak Vampyr (1931) ve Dracula’s Daughter (1936) ile sinyallerini veren lezbiyen vampirler, öncelikli olarak karşımıza Carmilla romanının uyarlamaları olarak çıkarlar, Roger Vadim’in çektiği Fransız yapımı Blood and Roses (1960) ve Hammer Stüdyoları’nın çektiği Karnstein Üçlemesi Vampire Lovers (1970), Lust for a Vampire (1971) ve Twins of Evil (1971) bu uyarlamaların ilk örnekleri olarak kabul edilebilir; ardından Carmilla ve Báthory’den esinlenen, Jesús Franco’nun İstanbul’da çektiği Vampyros Lesbos’u (1971), Harry Kumel’in Belçika yapımı Daughter’s of Darkness'ı (1971), Vicente Aranda’nın İspanyol yapımı The Blood Spattered Bride’ı (1972) ve José Ramón Larraz’ın İngiltere’de geçen Vampyres’i (1974) gelir. Jesús Franco Vampyros Lesbos’un ardından birkaç başka filminde de, doğrudan olmasa da yan motif olarak lezbiyen vampir figürüne yer verir, The Female Vampire (1973) filminde Lina Romay tarafından canlandırılan ve kurbanlarının orgazmlarından beslenen vampir Countess Irina Karlstein gibi.[1]
Lezbiyen vampir filmlerinin yönetmenlerinin hepsinin erkek olması, lezbiyenlik temsilinin heteroseksüel erkeğin cinsel fantezisi üzerinden bir anlatısı gibi görünse de, aslında mesele, erkeklerin bu kadınların seksüel enerjisinden ve gücünden korkmalarının bir yansıması olarak okunabilir. Lezbiyen vampir imgesi queer teori bağlamında ele alındığında, heteroseksüel matrise meydan okuyan lezbiyen vampir figürü korku sinema tarihi boyunca pasif konumda kalan kurban rolündeki kadınları öldüren kadın temsiline terfi ettirerek aktif bir özne hâline getirir.
Carl Dreyer’ın serbest uyarlamasından sonra bilinen ilk Carmilla uyarlaması Blood and Roses, doğrudan bir erotizm göstermese de Carmilla’nın lezbiyen eğilimlerinin beyazperdede görünür hâle geldiği ilk film diyebiliriz. Carmilla’nın Leopold ve Georgia arasına girerek ikisini de baştan çıkarmasını anlatan hikâye, Jean Rollin’varî bir lirizmle ilerler.
Sinematografisi, hikâye anlatımı ve kullanılan müzikleri ile Blood and Roses, bir istismar korku filmindense bir aşk hikâyesi, hatta romantik bir melodrama şeklinde ilerler. Evet, Carmilla’nın zenginlik ve statü açısından Leopold’den üstünlüğü filmin bazı noktalarında diyaloglarla desteklenir, fakat hikâyenin temeline yerleşen, Carmilla’nın hüznüdür. Bu hüzün Carmilla’nın Mircalla Karnstein’ın ruhu tarafından ele geçirilmesi sonucu yaşadığı korku ve Georgia ile Leopold ikilisine beslediği duygulardan gelir.
Camilla ilk önce Leopold ile yakınlaşsa da Georgia ile ilişkisi daha derindir. Yağmurlu bir günde serada buluştukları gün, Carmilla Georgia’ya neden hüzünlü olduğundan bahseder ve ardından filmdeki ilk ve tek lezbiyen öpücüğü görürüz. Vampirin öpücüğünün tadına bakan Georgia Camilla’yı rüyasında görür. Filmin bu noktadan sonraki anlatımı, istismar sinemasındansa Fransız usulü avantgarde bir sürrealizme daha yakındır. Technicolor’dan monochrome görüntü yapısına geçen film, Georgia’nın hayal dünyasına dalar. Carmilla Georgia uyurken yanına gelir, monokroma geçen görüntüde sadece Carmilla’nın üzerindeki kanlar renklidir. Georgia yataktan kalkar ve kendini hastanevarî bir yerde bulur. Hastanedeki doktorlardan biri Carmilla’dır ve Georgia’ya Mircalla Karnstein’ın ruhu olarak Carmilla’yı ele geçirdiğini itiraf eder. İki kadını dans ederken görürüz ve Carmilla Georgia’yı ısırır. Çığlıklar içinde uyanan Georgia’nın boynunda diş izleri vardır. Georgia Carmilla’yı öldüreceklerini sayıklar. Leopold onu kurtarmak için koşsa da yetişemez ve Carmilla göz yaşları içinde kasaba halkı tarafından öldürülür.
Leopold ve Georgia ilk başta vampirin kurbanları olarak görünseler de aslında Carmilla’ya kucak açmış ve onun ötekiliğini, yani vampirizmini kabul etmişlerdir, Kendini topluma kabul ettiremeyen Carmilla’nın hüznü film boyunca devam eder; film, sonunda onun trajik ölümüyle son bulur. Öteki yine öteki olarak kalmış ve çevresel baskıdan dolayı bunu kendi içinde bile kabullenememiştir.
İngiliz tabanlı Hammer Stüdyoları’nın Carmilla romanından esinlenerek çektiği üçleme, Karnstein ailesiyle bağlantılı vampir hikâyelerini konu alır. İlk film olan Vampire Lovers, Carmilla’nın birebir uyarlaması olarak karşımıza çıkar. Mircalla Karnstein’ı yani Carmilla’yı 70’lerin efsanevi korku filmi aktristi Ingrid Pitt canlandırır. Şehvetin ve kadınlığın etkisini kullanarak hiper-feminen bir yapıda karşımıza çıkan Kontes Karstein’ın amacı, Dracula hikâyesinde olduğu gibi, genç ve masum bakireleri etki alanına çekip onları vampir/lezbiyen yapmaktır. Klasik patriyarkal yapıdaki gibi, zengin, statü sahibi bir şekilde ve karşı konulamaz/ölümcül güzelliğiyle karşımıza çıkan Kontes, aslında bu tasviriyle, patriyarkal yapıya kendi silahıyla saldırır.
Filmdeki ilk vampir, Styria şehrinde, mor bir tül içinde karşımıza çıkar. Tarih boyunca kadınlığın ve feminizmin rengi olan mor, lezbiyen vampirin gücünün bir simgesidir. İlk kurbanının ardından kafası kesilerek öldürülen vampir Mircalla Karnstein’ın öfkesini canlandırır ve yıllar sonra kırmızı bir elbiseyle Styria’ya gelir. Bütün erkeklerin ilgisini üzerine çeken Kontes’in ise aklında sadece kadınlar vardır. İlk kurbanı olan Laura’yı etkisi altına almak için, rüyasında bir kedi olarak karşısına çıkar. Amacı Laura’nın bilinçaltına girerek ve Laura’nın ne zaman yardıma ihtiyacı olsa onun yanında olarak vampirizmini lezbiyenlik üzerinden yayabilmektir.
Vampire Lovers’daki en büyük problem Kontes’in heteroseksüel yapılanmaya yenik düşüp lezbiyenliğinin vampirizmle bağlantılı bir şekilde canavarlaştırılmasıdır. Film boyunca kadınlar, Kontes tarafından zorla alıkoyulurlar ve onun kurbanları şeklinde temsil edilirler. Carmilla Laura’yı baştan çıkardığı gibi diğer kurbanı olan Emma’yı da rüyalarına girerek etkilemeye çalışır. Emma ve Carl arasındaki heteroseksüel ilişkiyi bozma çabası filmin başındaki vampir avcısının gelişiyle hüsrana uğrar ve Dracula hikâyesindeki gibi, Emma filmdeki erkekler tarafından kurtarılır. Carmilla’nın kalbine kazık saplanır, kafası kesilir. Devam fimleri Lust for a Vampire ve Twins of the Evil’da Carmilla dirilerek vampirizmini yaymaya devam eder fakat bu iki film Carmilla romanının konusundan oldukça sapar ve lezbiyenlik ana temadan uzaklaşıp cinsel istismar motifi olarak karşımıza çıkar. Muhafazakâr bir yapıya sahip olduğunu söyleyebileceğimiz Karnstein üçlemesi lezbiyen vampir filmleri arasındaki ününü korusa da türün geneline baktığımızda en zayıf halkalar olarak göze çarpar.
İstismar sinemasının en üretken isimlerinden biri olan Jesús Franco’nun çektiği ve lezbiyen vampir filmi denince akla ilk gelenlerden biri olan kült statüsündeki Vampyros Lesbos, Linda isimli ana karakterimiz ile Kontes Nadine Carody’nin karşılaşmalarının ardından yaşadıkları erotizmi anlatır.Vampire Lovers’ta olduğu gibi, burada da Kontes Nadine Linda’yı ilk olarak rüyalarında ziyaret ederek etkiler. Ardından sevgilisiyle gittiği bir gece kulübünde izlediği dans gösterisinde Nadine ile karşılaşan Linda beyninden vurulmuşa döner. Çünkü rüyalarında ona üst üste orgazmlar yaşatan kadın karşısında durmaktadır.
Çalıştığı iş yeriyle bağlantılı olarak bir miras davası üzerine Kontes Carody’nin otelini ziyarete giden Linda, dans gösterisindeki ve rüyalarındaki kadının gerçek kimliğini de bu şekilde öğrenmiş olur. Kırmızı bir uçurtma, camdan süzülen kanlar ve bir akrep Linda ile Nadine'i birbirine bağlayan imgelerdir. Filmde JJesús Franco da otel görevlisi rolüyle karşımıza çıkar. Linda’yı Nadine’in onun için hazırladığı odalardan birine yerleştirir ve Linda’yı adaya gitmemesi konusunda uyarır. Fakat Linda bir kere Nadine’in etkisi altına girmiştir, zaten Nadine rolündeki Soledad Miranda’nın etkisi altına girmemek pek de mümkün değildir. İki kadın filmin müziklerinin en iyi şarkılarından biri olan “There is No Satisfaction”[2] eşliğinde sahilde yüzmeye giderler, tabii ki çıplak. Bu sahne dikizci (voyeuristic) çekim açılarıyla çekilmiş gibi gözükse de (ki sahnede iki kadını izleyen ve onların farkında olmadığı biri vardır) aslında Franco’nun bedeni ve seksüelliği kullanım şekli bunu heteroseksüel bir erkek fantezisi olmaktan çıkarıp, kadın izleyiciye zevk veren bir konuma koyar. Yani Nadine ve Linda’nın etkileşimine baktıkça, kadın izleyici bir şekilde Linda’nın yaşadığı büyülenme duygusunu yaşar.
Nadine Kont Dracula tarafından vampir yapılmıştır, ve Kont’un bütün mirası ona kalmıştır. O da vampirizmini bir miras gibi aktarabileceği birini aramaktadır. Linda’ya âşık olmuştur ve onu kendine çekebilmek için elinden geleni yapar. Nadine’in vampirist, yani seksüel enerjisi o kadar yüksektir ki Linda’ya onu öldürmesini söyleyen doktor bile Nadine’in onu vampir yapmasını ister. Bunu kabul etmeyen Nadine doktoru öldürtüp oradan kaçar ama aklında hâlâ Linda vardır. Linda ve Nadine filmin sonunda buluştuğunda ise Linda maalesef bastırılmış cinselliğine yenik düşer ve onun gibi olmak istemediğini söyleyerek Nadine’i öldürür. Linda’nın sevgilisi yanlarına geldiğinde, Nadine’in bedeni ortadan kaybolmuştur. Neyin gerçek, neyin hayal olduğu ikilemiyle ortada kalan Linda, filmin başında ve sonunda gördüğümüz kırmızı uçurtmadır aslında. Onun için, özgürlüğü ifade eden ve cinselliğini serbest bırakabileceği hayali derinlere gömerek iplerinden asla kurtulamayan biri olarak kalacaktır.
Elizabeth Báthory’den esinlenen hikâyesiyle, Daughters of Darkness, klasik gelenekselci yapıdan farklılaşan bir anlatı sunar. Feminist yapılanmayı destekleyen en bilindik lezbiyen vampir filmlerinden biri olarak kabul edilebilir. Yeni evli çift Stefan ve Valerie’nin balayı sırasında Kontes Báthory ile tanışmalarıyla başlayan film, Báthory’nin Stefan’ın içindeki şiddet eğilimini ortaya çıkarması ve bunun sonucunda Valerie’nin Stefan’dan uzaklaşıp vampirizme/lezbiyenliğe yaklaşması ile gelişir.
Filmdeki önemli nokta, Stefan’ın anne figürünün bastırılmış homoseksüelliğini açığa çıkaran olgun bir gey olması ve bu bastırma yüzünden Valerie’ye şiddet uygulamasıdır. Bu sayede film heteroseksüel çifti sorunlu, Kontes’in Valerie’ye olan lezbiyen ilgisini ise çekici kılar.[3]Kontes Báthory, diğer tüm filmlerdeki lezbiyen vampir figürlerinde olduğu gibi zengin, seksi ve kültürlüdür. Fakat diğer filmlerin aksine Daughters of Darkness, Kontes’i çıplak göstermekten kaçınır. Kontes her zaman için gizemli, örtük çekiciliğini korur ve Valerie’yi cinselliğiyle değil, ideolojisiyle etkisi altına alır. Bu ideoloji ise heteroseksüelliğin yarattığı sorunları ortaya çıkarmak ve Valerie’yi ataerkil heteronormatif ilişkiden çekip çıkarmaktır. Stefan’ın “Ben bir erkeğim ve o benim” sözlerine karşılık, Valerie üzerinde hak iddia etmeyen ve ona şefkatle yaklaşan Kontes, Valerie için bir özgürlük temsili olarak gözükür.
Filmin sonunda Valerie, geleneksel Dracula hikâyesinin aksine, Kontes Báthory ile birlikte vampirizmi ya lezbiyenliği seçer. Onun için kurtuluş Stefan tarafından Báthory’nin kalbine bir kazık saplanması değildir, aksine Valerie, Báthory ile bir olup Stefan’ı ritüelistik bir şekilde öldürür. Bir kaza sonucu kafası kopan Báthory filmin bitimine yakın ölür fakat artık nasıl olsa Valerie dönüşmüştür. Báthory’nin yerini alan Valerie’nin izleyeceği yol da yine aynıdır; otele gelen yeni çiftleri heteroseksüelliğin dominant gücünden kurtarıp, lezbiyenliği yani vampirizmi yaymak.
Daughters of Darkness gibi yeni evli bir çiftin otele yerleşmesiyle balayında başlayan The Blood Spattered Bride, erotizm seviyesi de kan seviyesi de benzerlerinden daha fazla olan bir lezbiyen vampir filmi olarak karşımıza çıkar. Filmde kadın karakterin ismi Susan iken, erkek karakter isimsizdir. Bu da Vicente Aranda’nın bir karakter üzerinden genel bir erkeklik temsili yaptığının bir göstergesidir. Balayı için gittikleri otel odasında Susan kocasıyla olan ilk ilişkisini, yani bekâret kaybını, bir tecavüz şeklinde hayalinde canlandırır. Dolaptan çıkan kimliği belirsiz biri Susan’a tecavüz etmeye yeltenir. Bu durumdan rahatsız olan Susan, otelde kalmak istemediğini belirtir ve kocasının aile evine giderler. Evde dikkatimizi çeken ilk şey, duvarlarda asılı tablolar olur, bu tablolarda yalnızca erkekler vardır çünkü aile bireylerinden biri olan Carmilla kocasını öldürerek ailenin geçmişini lekelemiştir. Bu yüzden kadınlar bodrum katına kaldırılmış, Carmilla’nın da tablodan yüzü kesilip çıkarılmıştır.
Susan’ın kocasının kadın nefreti, yalnızca ailedeki kadınları bodruma tıkmakla kalmaz, aynı zamanda Susan üzerinde oynadığı şiddet içerikli seks oyunlarıyla devam eder. Bu dominasyonu uzaktan izleyen biri vardır; çok geçmeden lezbiyen vampirimiz Carmilla, Mircalla Karnstein ismiyle yeni evli çiftin karşısına çıkar. Vampire Lovers filminde de kullanılan mor renk detayı burada daha büyük bir yer kaplar. Carmilla filmin başından sonuna kadar mor giymektedir. Camilla’nın Susan üzerindeki etkisi arttıkça mor renk kıyafetlerinde daha da baskın bir hâl alır ve Susan’ı etkisi altına aldığında ise Susan da mor giymeye başlar.
Filmin en can alıcı noktalarından biri, Carmilla’nın Susan’ın rüyasına girip kocasını öldürmeye ikna etmeye çalıştığı sahnedir. Susan mütemadiyen karşısına çıkan hançeri ne kadar saklarsa saklasın, rüyalarında Carmilla hep ona geri verilir. Fallik bir sembol olarak nitelendirebileceğimiz hançer, Susan’ın Carmilla ile bir olup kocasını penetre ettiği bir uzva dönüşür. Âdeta bir sevişme sahnesini andıran öldürme sahnesinde Susan ve Carmilla karşılıklı inlemelerle erkeğin göğsünü hançerle deşerler ve kana bulanırlar. Sonrasında bunun bir rüya olduğunu anlarız fakat Susan artık Carmilla’nın etkisi altına girmiştir. Carmilla Susan’ı kurduğu lezbiyen manifestosu gibi cümlelerin (Seni aşağılamak için etini deldi, seni köleleştirmek için içine tükürdü) ardından ısırarak vampir yapar. Daughters of Darkness’ta da olduğu gibi, film geleneksel vampir anlatımının dışına çıkarak Susan’ı kurtarılması gereken masum kadından vampirle beraber olmayı tercih eden ve patriyarkiye karşı gelen bir figür hâline getirir. Fakat Daughters of Darkness’ın aksine, Carmilla ve Susan tabutlarında sarmaş dolaş uyurlarken patriyarkinin erkini kaybetme korkusu patlak verir. Susan'ın kocası, Carmilla ve Susan'ın memelerini keserek onların başa çıkamadığı kadınlığını yok eder.
İngiltere’nin kasvetli yeşil manzarasının içinde şekillenen erotik ve kanlı bir lezbiyen vampir hikâyesiyle karşı karşıyayız. İzleyiciye, Carmilla ve Báthory anlatılarının dışında bir olay örgüsü sunan Vampyres, hikâyesini, belirlediği kadın kurbanı etki alanına almaya çalışan bir ana lezbiyen vampir temsili üzerine değil, kadın vampir bir çiftin erkek kurbanlarını avlaması üzerine kurar.
Otostop çekerek kurbanlarını ağlarına düşüren kadınlar, yaşadıkları şatoya erkekleri ayrı ayrı getirip, önce onlarla sevişirler, ardından birlik olup kana bulanana kadar erkekleri yiyip bitirirler. Larraz’ın gotik esintiler taşıyan görsel dili, Vampyres’in belki de benzer lezbiyen vampir filmleri arasından sinematografik üstünlük açısından sıyrılmasını sağlar. Erotizm dozu ise Jean Rollin ve Jesús Franco ile yarışacak türdendir. Blood and Rose’un avantgarde arthouse yapısı, Hammer Stüdyoları’nın konservatif yaklaşımı, Daughters of Darkness’ın kibar ve gizemli anlatısı, The Blood Spattered Bride’ın radikal feminist manifestosunun yanında, Vampyros Lesbos’un camp estetiğinden çıkma erotizmine daha yakın olan seks sahneleri aynı zamanda akan kanın getirdiği kırmızılıkla yükselip istismar sineması izleyicisini filmin hikâyesini çok da önemsemeyecek bir boyuta sokar.
Filmin bu şekilde formüle edilmesi (evet, Larraz bu filmi tamamen seksi lezbiyen kadınlar kanlar içinde sevişiyor formülüyle çekmiştir) heteroseksüel erkek fantezisi bakışına hizmet ediyor gibi görünse de, kadınların erkekleri seksüel olarak sömürüp sonra da midelerine indirip, bu eylem sırasında da sevişmelerini izlemek çok da anti-feminist bir bakış açısı olmasa gerek. Yazının başında da belirttiğim gibi, istismar sinemasında cinselliklerini ekran önünde tüm çıplaklığıyla yaşayan kadın figürleri aslında kadını pasifize edilen obje olmaktan çıkarıp aktif bir özne konumuna getirmiş figürler olarak okunabilir. Önemli olan, bakışı nasıl yarattığımız.