Irkı yargılamak: Celia ve diğerlerinin hikâyesi

"Hak mücadeleleri için daha önce yürütülen hukuk savaşı toplumsal bir bellek oluşturdu. Ancak insanların cinsiyeti, derisinin rengi, etnik kimliği yüzünden ayrımcılığa uğraması, şiddet görmesi yeryüzünden silinemedi, bilakis ırkçılık bugün de endişe verici şekilde insanlığın gündeminde olmaya devam ediyor."

15 Temmuz 2021 10:30

Çocukluğu tek kanallı TRT dönemine denk gelen benim kuşağımın, ABD’deki siyah-beyaz ayrımcılığıyla ve ırkçılıkla ilk karşılaşması, çocuk zihnimizde adalet, eşitlik gibi kavramlara dair ilk izleri bırakan Kökler dizisi olabilir. Afrikalı bir ailenin Amerika’da köleleştirilmesini ve sonunda özgürlüklerine kavuşmasını konu alan dizi ’70’lerin sonlarında ortalığı epey kasıp kavururken, biz de dünyanın Amerika’ya epey uzak bir köşesinde, nefesimizi tutarak siyah-beyaz ekranımızdan iyilerin ve ezilenlerin yani Kunta Kinte’nin kazanacağı günü beklerdik.

Gerçi ilerleyen zamanlarda dizinin özgürlük kahramanı Kunta Kinte’nin adı Türkiye’de kakaolu keke verildi, bir de yazın güneşte fazla bronzlaşanlara “Ay, Kunta Kinte gibi olmuşsun” diye şakalar yapıldı. Bunlar ırkçılığın kültürümüzdeki sıradanlığına dair bir bilgi verebilir elbette, lakin çocuk vicdanlarımızla tarafımızın zalim köle sahiplerinden değil, daima direnenden yana olması umut vaat ediyordu yine de. Elbette Amerikan kültür endüstrisinin yarattığı “demokrasi cenneti Amerika” mitinin bundaki etkisi yadsınamaz. ’80’li yıllara gelindiğinde üstünden darbe geçmiş ülkenin sabah akşam marşlı, bayraklı hamasete maruz kalan çocuklarıyken, bu defa Beyaz Gölge girdi hayatımıza. Latin ve Afro-Amerikalılardan oluşan bir lise basketbol takımı ve beyaz koçu çevresinde gelişen olayları anlatan bir spor dizisi olarak görünse de, arka planda siyahlara ve alt sınıf göçmenlere yönelik ayrımcılığa dair mesajlar içermesi ve prime time’da gösterilen, siyah oyuncuların ağırlıkta olduğu ilk dizi olması sebebiyle önemliydi. Beyaz Gölge’nin bizim hayatımıza etkisi daha çok mahalle aralarında o vakit henüz bulunabilir olan boş arsa ve bahçelere basket sahası muamelesi yapılması ve bilhassa erkek çocukların Maradona olmakla basketçi olmak arasında kararsız kalması biçiminde oldu.

Kökler (Roots) ve Beyaz Gölge (White Shadow) ırkçılık ve ayrımcılığı konu edinen ilk popüler TV dizilerindendi. Özellikle  Kökler dizisi o denli popüler olmuştu ki son bölümünün ABD'de televizyonu olan evlerin yüzde 85'inde 100 milyon kişi tarafından izlendiği tahmin ediliyor.

Kitaplarla yakınlık kurduktan sonra Kökler kadar sarsıcı bir diğer karşılaşma, İncil’den sonra en çok satan kitap olduğu ve Amerika iç savaşını etkilediği iddia edilen kölelik karşıtı Tom Amca’nın Kulübesi ile olmalı, Altın Çocuk Kitapları serisinden çıkan ciltli kitabı gözyaşları içinde okuduğumu hatırlıyorum. Yeri gelmişken Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek romanını da anmak icap eder. Scout’un maceralarını çocuk kitabı tadında okurken karşımıza çıkan adalet tartışmasını o vakit tam olarak kavrayacak olgunlukta olmasak da, kitaptan uyarlanan filmde avukat Atticus mahkeme salonundan çıkarken tüm siyahların şükran dolu bakışlarla ayağa kalktığı sahne hafızalarda epey yer etmiştir. Tabii ki “kurtarıcının” beyaz, erkek ve üst sınıfa mensup bir avukat olmasının da politik bir alt metni yok değil. İnsanların etnik kimliğinden, teninin renginden, cinsiyetinden ötürü ayrımcılığa uğramasının sadece romanlarda ve filmlerde görülecek bir şey olmadığını, “kanunlar karşısında herkesin eşit olduğu” evrensel hukuk ilkesinin pek de gerçeği yansıtmadığını, mahkeme salonlarından daima haklıların masumiyetinin ve haklılığının ispatlandığı, adaletin yerini bulduğu kararlar ile çıkılmadığını öğrenmemiz için biraz zaman geçmesi gerekti.

Harper Lee'nin aynı adlı romanından 1962'de sinemaya uyarlanan Bülbülü Öldürmek 'te (To Kill a Mockingbird) Gregory Peck (Atticus Finch) ile Brock Peters (Tom Robinson). 

Kısa süre önce Zoe Yayınevi’nden çıkan Irkı Mahkemeye Çıkarmak/Amerika Tarihinde Hukuk ve Adalet isimli kitabı okurken biraz çocuklukta izlediğim veya okuduğum bu filmleri ve kitapları düşündüm. Irkçılık nasıl öğrenilebilir bir şeyse, aksi de aynı şekilde mümkün olmalı. Annette Gordon-Reed tarafından derlenen ve Ertuğrul Uzun tarafından Türkçeye çevrilen kitap, Reed’in önsözdeki ifadesiyle, “hukukun Amerika kıtasında yaşayan bireyler için ırkın anlamını tanımlamada en önemli güç olduğu” tespitinden yola çıkarak ırk temelli ayrımcılığa ilişkin önemli davalar üzerinden sivil haklar alanında verilen mücadeleyi aktarıyor. Bunlar arasında en bilineni, Hollywood’un 1997 yılı yapımı Amistad filmine konu olan, ülkenin en üst yargı merciine ulaşan ilk sivil haklar davası olsa gerek. Hukuk fakültesinden henüz mezun olmuşken Emek sinemasında izlediğim filmde, özellikle de Anthony Hopkins’in canlandırdığı, kölelerin avukatlığını üstlenen eski başkan Adams’ın mahkeme salonundaki kapanış konuşmasından epey etkilendiğimi hâlâ çok net hatırlıyorum. Köle tacirleri tarafından ülkelerinden zorla kaçırılan siyahların akıbetine ilişkin yargılama eşya hukukuna konu bir mülkiyet hakkı tartışması olarak başlayıp insanın doğası ve doğuştan sahip olduğu özgürce yaşama hakkı tartışmasına evrilirken, iç savaşa varacak bir gerilimin de ilk adımlarını oluşturacaktı.

Amistad'ın kaptanı Ferrer'in 1839'de çıkan köle isyanında öldürülüşünü resmeden gravür. John Warner Barber (1798–1885).

Reed’e göre Amistad davasının Amerikan tarihindeki yeri siyahların mahkeme önünde eşitliğe kavuşmuş olması, aynı konuma mahkemelerin dışında da erişebilmeleri için artık belli bir ivmenin ortaya çıkacağının işareti olmasıdır. Mahkeme salonunda elde edilen hukukun eşit koruması kölelik kurumunu yerle bir etmek için de kullanılacaktı.

“Yüksek Mahkeme’ye götürülen bu ilk sivil haklar davasında ırka, renge, soya, hatta yasaya bakılmaksızın evrensel, kutsal özgürlük hakkının varlığını savunmayı amaçlıyorlardı. 1842 Ocağı’nda, neredeyse üç yıllık bir ayrılığın ardından hayatta kalmış otuz beş Amistadlı tutsak evlerine, Afrika’ya döndü. Bu tutsakların Amerika’daki deneyimlerinin bıraktığı miras apaçık ortadadır. Amistad davası ahlak ile hukuk arasındaki çelişkileri ifşa ederek, köleliği koruyan yasaların kaldırılması için baskı oluşturulmasını sağlamıştır. Siyahlar ve beyazlar yargılama süresince birlikte çalışarak ırkın ve hukukun işe karıştığı meselelerdeki işbirliğinin değerini kanıtlamıştır. Siyah tutsakların serbest bırakılması Amerikan hukuk sistemi için de bir zaferi simgelemiştir. Amistad davası halkın köle ticareti ile kölelik hakkındaki bilgisini artırmış, bu da yirmi yılı aşkın bir süre sonra On Üçüncü Değişiklik ile köleliğin kaldırılmasına zemin hazırlamıştır. Amistad davası makbul insan meselesinin merkezini insanların kardeşliğine taşımış, pek çok Amerikalıya bütün insanları renklerine veya ırklarına bakmaksızın eşit görmeleri gerektiğini hatırlatmıştır.” (s. 39)

Kitapta yer verilen 12 dava arasında beni en çok etkileyen, henüz 14 yaşında satıldığında başlayan ve yıllar süren cinsel saldırıların ardından efendisini öldüren Celia’nın davası. Bu dava beyaz erkeklerin siyah köle kadınlarla ilişki yaşamasını hoş görmeyen toplumsal kurallara karşılık, mülkiyet hakkının konusu olan köle kadınların bu hak kapsamında sahibi tarafından dilediği gibi kullanılabileceği, kişinin kendi malına tecavüz etmesi gibi bir şeyin söz konusu olamayacağı gibi ırkçılığın eril kodlarla birlikte tezahür ettiği insanlık dışı bir zihniyeti deşifre ediyor. Ama aynı zamanda, bireylerin kişisel hikâyelerinin hukuki mücadele içinde görünür kalabilmesi açısından da önemli; zira soyadı dahi bilinmeyen Celia’nın davası ismi tarihî kayıtlarda yer almayan diğer kadınların davası olsa da, ortaya çıkan sembolün arkasındaki kişi unutulmamalı diyor yazar:

“Hukukun, kültürün, ekonominin ve dinin, yani toplumun ayakta kalmasını sağlayan sütunların siyahların insanlığı aleyhine uyum içinde çalıştığı o dönemde her bir köle erkek, kadın ve çocuk, kendi mağduriyetinin öyküsünü anlatabilirdi. Esaret altında yaşamış bireylerin hikâyeleri büyük oranda tarihî kayıtlarda yer almaz. Bu yüzden yitip gitmemiş her bir hikâye nadir, dolayısıyla da değerli bir numune olarak görülmelidir. Soyadını bilemediğimiz köle bir kadın olan Celia’nın hikâyesi böyle bir hikâyedir. Köleliğin getirdiği bilinmezlikten çağlar boyunca mazlumlar nasıl kaçtıysa, Celia da öyle kurtuldu: Hukuk sistemiyle karşı karşıya geldi; onun durumunda bu karşılaşma ölümcül mahiyetteydi. Celia’dan haberdarız, çünkü Güneyli köle sahiplerinin en korktuğu şeyi yaptı: Öldürücü kaba güç vasıtasıyla, köleliğinin koşullarına direndi.” (s. 69)

Celia 5 yıl boyunca onu istismar eden sahibini, hasta ve hamile olduğu için itiraz ettiği halde ilişkiye zorladığı için sopayla öldürdü ve cesedini yaktı. Yazarın isabetle altını çizdiği gibi, sahibini öldüren Celia’nın cezai ehliyetinin olması aslında o günün toplumuna ilişkin bir paradoksu ortaya koyuyordu, zira kölelerin hukuku herhangi yük hayvanı ile eşdeğer bir eşya hukukuydu ama bir yük hayvanından beklenemeyecek şekilde eylemlerinde ötürü cezai ehliyetleri olabiliyordu. Celia “adil bir şekilde yargılanıp sonra da asılmak üzere” tutuklandı ama mahkemede dinlenmesi mümkün değildi; tamamı erkeklerden oluşan jüri karşısında tamamı erkeklerden oluşan savunma avukatları tarafından temsil edilecekti.

“Celia’nın avukatları, önlerine çıkarılan usulle ilgili engellere rağmen, hazırladıkları talimatta Celia’nın güç kullanmak suretiyle cinsel ilişkiye zorlanmaya karşı kendini korumaya hakkı olduğu fikrini öne çıkarmaya çalıştı. Bunu yaparken, onurunu korumak için ‘her kadının’ ölümcül güç kullanmasına izin veren bir Missouri yasasına dayanmışlardı. Celia’nın avukatı, ‘her kadın’ ifadesinin köle kadınları da kapsaması gerektiğini savundu. Savcıya göre ise ‘Kölesi olan sanık ile görüşme alışkanlığı içinde olsa ve öldürüldüğü gece kulübeye onunla cinsel ilişkiye girmek için veya başka bir amaçla gitmişse’ bile, sahibin bu şekilde davranmasını engelleyen bir şey yoktu; dolayısıyla Celia’nın fiili, hukuka uygunluk nedeninin ortaya çıktığı bir öldürme olamazdı.” (s. 82)

Mahkeme savcının tezlerini kabul etti ve Celia idama mahkûm edildi, avukatları yüksek mahkemeye başvurdu. Celia’nın durumuna karşı kamuoyunda bir miktar sempati oluşmuştu; avukatlar da Yüksek Mahkeme üyelerinin Celia’nın davasının beyaz toplumu böldüğünün farkına varmasını sağladı. İnfazını bekleyen Celia kendisine sempati duyan beyazların yardımıyla hapisten kaçmayı başardı. Söz konusu kişiler Celia’yı tayin edilen infaz tarihinin geçmesine kadar birkaç hafta sakladılar; daha sonra onu yeniden hapishaneye teslim ettiler. Temyiz başvurusu reddedildi. Celia’nın idam cezası 21 Aralık 1855’te infaz edildi. Dönemin yargısına göre bir kölenin hayatına kastedilen bir durumda kendini savunması meşruydu ama onuruna yönelik bir saldırıya karşı meşru müdafaa hükümleri uygulanamazdı, çünkü başkasına ait bir eşyanın “korunmaya değer bir onuru olduğundan söz edilemezdi”.

“Celia’nın davasının hiçbir zaman, ABD Yüksek Mahkemesi’ne dek gelmiş kölelikle ilgili diğer önemli davalar kadar meşhur olamayacağı muhtemelen doğrudur. Bununla birlikte Celia’nın hikâyesi unutulmamalıdır; çünkü Amerika’da köleliğin en nihayetinde taşıdığı anlamı herhangi bir muğlaklığa yol vermeksizin göstermektedir. Celia’nın bedeni, tüm kölelerinki gibi bir tür maldı. Ruhunun değerine dayanan bir talebin, Robert Newsom gibi erkeklerin mallarından canlarının istediği gibi yararlanma haklarını korumaya adanmış bir hukuk sisteminde yeri yoktu. Tarihin de ortaya koyduğu gibi hukuk, Celia’nın talihsiz yaşamının açıkça ortaya koyduğu adaletsizlikleri çözmenin vasıtası değildi.” (s. 85)

Celia’nın yaşadığı toplumsal yapı ve hukuk düzeni içinde bu insan onuruna aykırı yaklaşım şaşırtıcı olmayabilir, lakin modern hukukun yürürlükte olduğu toplumlarda da bugün meşru müdafaanın sınırlarının pek çok yargılamada ne kadar dar tutulduğuna sıkça tanık oluyoruz, çünkü eril zihniyet yargıdaki hâkimiyetini sürdürüyor.

Kitapta yer verilen dava dosyaları sadece siyahlara yönelik düşmanlıktan ibaret değil; Asyalı nefreti, antisemitist nefret gibi ırk temelli nefrete dair başka örnekler de içeriyor. O nefretin temelinde yatan en temel etkenlerden birinin “ırkın karışması” korkusu olduğunu, çünkü insanlığın birilerinin doğuştan daha üstün olduğuna dair bir inancı olduğunu ortaya koyuyor. Yüksek Mahkeme’nin bütün bir tarihi boyunca anayasa hukukunu, statükoyu koruyacak veya siyasi liberallerin aradığı yasal değişikliği engelleyecek şekilde oluşturmasının istisnası sayılabilecek Brown kararı örneğinde olduğu gibi (s. 209 vd.) hukukun Sivil Haklar Hareketi’ne ideolojik dayanak sağladığı örnekler görülse de, kazanımların politik alanda verilen mücadeleler sonucunda sağlandığını söylemek yanlış olmaz. Kölelik yanlısı Güney’in savaşı kaybetmesi ve köleliğin kaldırılarak kanun önünde eşitliğin, doğuştan gelen hakların anayasal güvence altına alınması toplumsal yaşamda da eşitliğin sağlanmasına yetmiyor. Restoranda, trende beyazlarla aynı yerde oturamayan, kilisede aynı yerde dua edemeyen, aynı okulda eğitim alamayan, istediği kişiyle evlenemeyen siyahların ve onlarla birlikte hareket eden beyazların, insan haklarına inanan avukatların, gazetecilerin, bireylerin toplumsal alanda verdiği mücadelenin bir sonucu olarak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki anayasa hukuku anlayışı oluşabiliyor.

Reed kitabın giriş önsözünü noktalarken şöyle diyor:

“Bu kitapta ele alınan davalar yüz elli yılı aşan ABD tarihini kapsamaktadır. Bu dönüm noktası niteliğindeki davalardaki davacıların ve sanıkların çoğu, mahkemelerde yürüttükleri savaşların sadece kendileri için olmadığını, gelecek yıllarda toplumun hatlarını şekillendireceğini çok iyi biliyorlardı.” (s. 23)

Nitekim, siyahların beyazlarla aynı temel hak ve özgürlüklere sahip eşit yurttaş statüsüne kavuşması yolunda bütün hak mücadeleleri için daha önce yürütülen hukuk savaşı toplumsal bir bellek oluşturdu. Ancak insanların cinsiyeti, derisinin rengi, etnik kimliği yüzünden ayrımcılığa uğraması, şiddet görmesi yeryüzünden silinemedi, bilakis ırkçılık bugün de endişe verici şekilde insanlığın gündeminde olmaya devam ediyor. ABD’de siyahlara yönelik polis şiddetinin münferit hadiseler olmadığı herkesin malumu. 25 Mayıs 2020’de tüm dünya George Floyd’un polis şiddeti sonucu ölümünü izledi. George Floyd ölmeden önce tam on altı kez “nefes alamıyorum” dedi ama polis memuru Derek Michael Chauvin diziyle ensesine bastırmaya devam etti, Floyd ölene kadar. Binlerce insan ABD’nin her tarafında “Black Lives Matter” eylemleri ile sokaklara döküldü ve nihayetinde Chauvin, Floyd’u öldürdüğü için mahkeme tarafından suçlu bulundu. Ancak Floyd ile onu öldüren polis memuru arasında ölümünden önce geçen konuşmalar arasında, Floyd’un defalarca “beni öldürecek misin?” dediğini duyuyoruz. Floyd’un bu sorusu daha önce polisin orantısız şiddetiyle ölen siyahlar düşünüldüğünde anlamlı hale geliyor ve bunun dönemin başkanı Trump’ın dediği türden sadistçe bir münferit vak’a olmadığını, kökleri çok geçmişe dayanan ve kolay kolay silinip atılması mümkün olmayan ırkçı siyasetten beslendiğini ortaya koyuyor. Irkçılığın, ayrımcılığın egemen olduğu yerde sadece o ayrımcılığın doğrudan muhatabı ve mağduru olanlar değil, dolaylı mağdur konumundaki toplumun diğer fertleri de nefes alamıyor.