İntihar Üzerine Notlar

Simon Critchley'nin İntihar Üzerine Notlar kitabı bu ay Pharmakon Yayınları etiketiyle okurla buluşuyor. Utku Özmakas'ın çevirdiği kitaptan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz...

03 Kasım 2016 13:54

I.

Bu kitap, bir intihar notu değil.

Edouard Levé, 2007’de İntihar* kitabının elyazmasını yayıncısına teslim ettikten on gün sonra dairesinde ilmeği boynuna geçirmişti. Kırk iki yaşındaydı. Jean Améry, İntihar Üstüne isimli kitabını 1976’da yayımlattıktan iki yıl sonra aşırı dozda uyku hapı alarak hayatına son vermişti. Altmış beş yaşındaydı. 1960 yılında Albert Camus, intihar sorununu ele aldığı ve bu sorunu çözdüğünü düşündüğü Sisifos Söyleni* kitabının yayımlanmasından yaklaşık on sekiz yıl sonra bir araba kazasında vefat etti. Rivayet o ki, araba kazasında ölmenin bütün ölümler arasında en saçması olduğunu söylemişti bir zamanlar. Cebinde kullanılmamış bir tren bileti bulunmasıysa ölümünü iyice saçma hale getiriyor. O da kırk altı yaşındaydı.

Daha sayfaları çevirmeye başlamadan okuru hayal kırıklığına uğratma riskini göze alarak söyleyeyim: Kendimi öldürmeye niyetim yok… en azından şimdilik. Öte yandan intihara karşı olduğunu; birinin hayatına son vermesinin sorumsuzca ve bencilce, hatta utanç verici ve korkakça olduğunu; insanın ne olursa olsun yaşama dört elle sarılması gerektiğini bağıra çağıra ilan edenler korosuna katılmaya da niyetim yok. Bana kalırsa intihar ne hukuki ne de ahlaki açıdan suç olarak değerlendirilebilir. Meseleyi böyle ele almamak gerekir. Buradaki amacım, basit bir biçimde bu olguyu, öncesi ve sonrasıyla intihar eyleminin kendisinin ne olduğunu anlamaya çalışmaktan ibaret. Bu eylemi, kendini boşluğa bırakanların yahut da bunun eşiğine kadar gelenlerin gözünden ele almak istiyorum. Kendimizi boşluğun kucağına bırakabilme kapasitesi taşıyor olmamızın, bizi insan kılan şeylerden biri olduğu bile düşünülebilir hatta. İntiharı inceden inceye, dikkatli bir şekilde, kestirme hükümlere varmadan ya da –yaşam veya ölüm hakkı gibi– ahlaki ilkeler koymadan ve mümkünse az biraz da mesafeli durarak ele almak istiyorum. İntiharın yüzüne uzun uzadıya gözümüzü dikip bakmak zorundayız; onu ölçüp biçip etraflıca düşünmek zorundayız; niteliklerinin, hasletlerinin, kalıtımsal karakter özelliklerinin, marifet ve kurnazlıklarının neler olduğunu yoklamalı, yüzünde oluşan kırışıklıkları tek tek incelemeliyiz. Belki de yakından baktığımızda gördüğümüz şey, bize geri dönüp ters ters bakan kendi çarpık yansımamızdır.

İntihar Üzerine Notlar, Simon Critchley, Çeviri: Utku Özmakas, Pharmakon YayınlarıHiç şüphe yok ki, verdiği yanıtı bir kenara bırakırsak, Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’ndeki sorusu yerli yerinde bir soruydu. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığına karar vermeliyiz; yanıtlanması gereken temel felsefi sorunun şu olduğunu kabul etmeliyiz: Yaşamalı mı, yoksa ölmeli miyim? Olmak ya da olmamak? Birazdan değineceğimiz üzere, intihar hakkındaki düşüncelerimizi ve yargılarımızı şekillendirmeye devam eden hukuki ve ahlaki çerçeve, hayatın Tanrı’nın bir armağanı olduğunu söyleyen Hıristiyan metafiziğinin esiridir. Bu nedenle, Kutsal Kitap’ın hiçbir yerinde açıkça yasaklanmış olmamasına karşın, bir insanın kendi canına kıyması yanlıştır (tabii aslına bakılırsa İsa’nın çarmıha gerilmesi de bir tür intihar eylemi olarak yorumlanabilir). Hıristiyan teologları, kendi canına kast eden kişinin, Tanrı’dan başka kimseye ait olamayacak olan bireysel varlığı üzerinde kontrol sahibi olduğu vehmine kapıldığını ileri sürer. Dolayısıyla, bu teologlar için intihar bir günahtır.

On dokuzuncu yüzyıldan itibaren bu teolojik söylem, intiharın bir günah değil de, çeşitli şekillerde tedavi edilmesi gereken ruhsal bir bozukluk olduğunu söyleyen psikiyatrinin doğuşuyla birlikte tahtından olmuştur. Günümüzde intihara yaklaşımımız halen büyük ölçüde psikiyatrinin söylemi tarafından belirlenmektedir: İnsanı intihara sürükleyen bir depresyondan, ilaç –diyelim ki, Lityum– ile psikoterapinin bir araya gelmesiyle en iyi şekilde tedavi edilebilecek bir hastalık olarak söz etmeye dünden hazırız (dahası, bu yaklaşım pek de yanlış değildir). Gelgelelim, intihara yönelik zımnî ahlaki hükümlerimizin, bütün gücüyle ve özüne zerre kadar halel gelmeden Hıristiyan teolojisinden günümüze ulaştığını görebiliriz. Batı’nın, Tanrı’nın yerini toplum ya da devletin aldığı, intiharın bir suç olmaktan çıktığı son yarım yüzyılı düşünüldüğünde dahi, bu eylem halen –mahcup bir yanıt talep eden– bir tür kusur ya da başarısızlık olarak görülmektedir. İntiharın üzücü ya da yanlış olduğunu düşünebiliriz; ancak çoğu zaman nedeninden bihaberizdir. Üstelik, intihar karşısında içi boş birkaç klişeden başka ne diyebileceğimizi bile bilmiyoruz.

İntihara dair dürüstçe konuşabileceğimiz bir dilden yoksunuz; çünkü hem son derece rahatsız edici bulduğumuzdan hem de korkunç şekilde insanın elini ayağına dolaştırdığından bu konu üzerine kafa yormanın güç olduğunu düşünürüz. Birileri, bir dost, bir aile üyesi, hatta kendimizle özdeşleştirdiğimiz bir ünlü –(herhangi bir zaman diliminde benzer bir etki yaratan hikâyeleriyle özdeşlik kurabileceğimizden şüphe duysam da) Robin Williams ve Philip Seymour Hoffman’ın yakın zamanlardaki ölümlerine verilen karmaşık tepkileri düşünün– hayatına son verdiğinde, alışılageldiği üzere iki şekilde tepki veririz. Ya usulca aptallık ettiklerini, bencilce ve sorumsuzca davrandıklarını düşünürüz ya da eylemlerinin kontrolleri dışında kalan bazı etmenlerin (ağır depresyon, kronik bağımlılık vb.) bir sonucu olduğuna karar veririz. Yani, eğer kendilerini hür iradeleriyle öldürdülerse içten içe onları suçlarız; ama eylemlerinin depresyon gibi dizginlenemeyecek davranışsal etmenlerin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söylediğimizdeyse hür irade kavramı masadan kalkar, özgürlüklerini rafa kaldırmış oluruz.

Bu eğilimin aksine, intiharı –ahlaki bir sitemle ya da sessiz bir kınamayla karşılanmaması gereken– özgür bir edim olarak düşünmeye müsaade eden bir alan açmak istiyorum. İntiharı anlamak gerekir ve bu konuda çok daha olgun davranmaya, affedici olmaya ve derinlikli şekilde düşünmeye cidden ihtiyacımız var. İntihara ilişkin bütün tartışmalarda hemen her zaman öfke gereğinden fazla yer kaplıyor. İntihar edenlerin ardında bıraktıkları eşleri, aileleri ve dostları, bu eylemi tartışma çabalarında illa ki anlaşılır bir öfkeden dem vuruyorlar. Gelgelelim, buna cesaret etmek zorundayız. İntiharı konuşmak zorundayız.

Hayatta kalanların öfkesinin yanı sıra intihara ilişkin tepkimizde de çelişkili gibi görünen bir şeyler vardır. Bir yandan, intiharın dehşeti bizi suskunlaştırıp dilimizden eder, bir dostumuz canına kıydığında kendimizi şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuş halde buluruz. Hiçbir manası ve muhatabı olmayan homurdanmalar kalır elimizde: “Bunu nasıl yapabildi?”, “Karısı bunu nasıl atlatacak? O intihar etmeden biraz önce alışveriş yapmaya gitmişti, değil mi?”, “O sırada çocuklar evde değildi, değil mi?”, “Ofiste nasıl astı ki kendini?” Gel gör ki, kafamızdan geçen tüm bu soruların bir yanıtı olsa bile, intiharın nedeni, kendimizi niçin öldürdüğümüz yine de karanlıkta kalır. Kendimizi intihar eden kişiden ayırmamızı sağlayacak bir açıklama, bir bahane ya da belki bir tür teselli mi arıyoruz? Bunu bulsak bile daha iyi hissedecek miyiz? Böyle bir şey mümkünse bile kendimizi daha iyi hissetmeli miyiz?

Kısa süre önce Paris’te başıma gelen şu hadise üzerine biraz kafa yoralım. Akşam yemeğinden ve bir iki kadeh şaraptan sonra eski bir dostum çocukluk yıllarından beri arkadaş oldukları hiç tanımadığım bir yakınının intiharından söz etmeye başladı. Mıh gibi çakıldığım koltukta, dostumun geçtiğimiz yıllarda intihar eden başka arkadaşlarının hikâyeleriyle ilişkilendirerek uzun uzadıya anlattığı intihar hikâyesini dinledim. Duygularının kabarmaya başladığını hissettim ve paniğe kapıldım. Son zamanlarda depresyon belasıyla boğuştuğunu biliyordum. Gözle görülür şekilde mutsuzdu. Saygısızca ya da küstahça bir görüntü sergilemek istemediğim için can kulağıyla dinledim anlattıklarını. Gerçekten yardım etmek istiyordum; ama kendimi aptalca soruları ya da incir çekirdeğini doldurmayacak lakırdıları ardı ardına sıralarken buldum: “En azından artık huzurlu” filan gibi bir şeyler geveledim. Eğer intihara olan mesafemiz, intihara meyilli oluşumuz diye bir şey varsa kaderimiz kelimenin tam manasıyla kendi ellerimizdedir. Bu kader, neredeyse hemen her zaman taşımak için fazla ağırdır ve sözcükler de bizi yarı yolda bırakır. İntihara aynı anda hem çok yakın hem de çok uzak olmamız bizi dilimizden eder. Veyahut da hemencecik sohbetin konusu değiştiriveririz, “Ee, Paul bugünlerde n’apıyorsun?”

Öte yandan, intihar mevzusu tuhaf bir şekilde çenemizin düşmesine yol açar. İnsanlar, sosyal ortamlarda sık sık ne üzerine çalıştığımı, ne yazdığımı sorarlar; çünkü ekseriyetle konuşacak başka konu bulamazlar. Eğer “sofist Gorgias ile Euripidesçi tragedya arasındaki bağlantı”yı ya da “belleğin uzamsal teknolojileri”ni veya “Heidegger’in metafiziğin tamamlanıp aşılmasını nasıl kavradığı”nı diye yanıt verirsem, genelde nazik bir “Aa, gerçekten mi? Ne kadar ilginç!” yanıtıyla karşı karşıya kalırım. Bunu genellikle sıkıntılı bir duraksama izler. Gelgelelim, intihar üzerine bir risale yazdığımı söylediğimde evvela bir tereddüt yaşanır, sonra da baraj kapakları açılıp bir yığın heyecanlı hikâye, kanı ve fikir üzerime boca edilir. İnsanlar, aslında kurtulabilecek pek çok yitik yaşamın hikâyesiyle dolup taşar ve anlatmaya başlar. Dostlarının depresyonun dondurucu cehennemine nasıl girdiğinden ve belki de kendi cehennemlerinden söz ederler. Gayet mutlu mesut bir edayla, kahramanca ve iyi ölümler hakkında; bazen de çok daha şen şakrak bir biçimde, makûs ölümler hakkında nutuk çekerler: Komik, gülünç ölümler düşük perdeden, sahte gülüşleri çağırır. Ekseriyetle üstü kapalı bir şekilde kendi ölüm korkularından ve kendi sonlarına dair düşüncelerinden, hatta kimileyin de nasıl intihara kalkıştıklarından söz ederler.

Öyleyse intihar bizi hem tuhaf bir ketumluk hem de alışılmadık bir gevezelik halinde yakalar: Hem sözcüklerimizi yitiririz hem de sözcüklerle dolup taşarız. Ne var ki, gün gibi ortadaki bu çelişki hiç de meselenin esasına ilişkin değildir. Konu intihar olunca, bizi kuşatan bir engellemeyle, düşünceye ket vuran bir geri çekilmeyle; muazzam bir toplumsal, ruhsal ve varoluşsal tıkanmayla karşı karşıyayız. Ya bir intiharın son saniyelerinin nahoş, mahrem ve kirli detaylarına dair umarsız bir merakın kollarında kıvranıyoruz ya da her fırsat bulduğumuzda müstehcen intihar hikâyelerinin peşine düşüyoruz. Veyahut da ürkütücü görünümünden ötürü hiçbir suretle intiharın semtine bile uğramıyoruz. Bunun yerine, sanki bir korku filmi izliyormuş gibi, ellerimizle yüzümüzü kapatıp parmaklarımızın arasından kaçamak bakışlar atıyoruz. Her halükârda bir şeyler saklıyor; bir şeyleri engelliyor; sessizliğimizle yahut bitmek bilmeyen gevezeliğimiz ya da daha doğrusu öfkemizle bir şeylerin üzerini örtüyoruz.

Bir insan öyle hiç düşünmeden veya sırf mecburiyetten canına kıymaz. David Hume’un intihar üzerine kaleme aldığı, vefatından sonra yayımlanan parlak ve kısa yazısında dediği gibi, “Yaşamaya değer olduğu sürece hiç kimsenin hayatına son vereceğine inanmıyorum.” Buradaki “yaşamaya değer olduğu sürece” şartı bir an olsun duraksamamıza yol açar. Bir hayat hangi koşullar altında yaşanmaya değerdir ya da değildir? Hume’un vurguladığı husus, hayat bir külfet haline geldiğinde daha fazla sırtlanamayacağıdır; bu durumda ona son vermek de gayet meşrudur. Sorun, bu duruma ne kadar tahammül edebileceğimize dairdir. Tahammül sınırlarımız, Jean Améry’den ödünç aldığım iki basit aracın, duygudaşlık ile içebakışın kılavuzluğunda derinlikli bir biçimde ve rikkatle ele alınmalıdır.

Çok fazla şey söyleme –ve kendimle çelişme– riskine girerek burada mevzubahis olanın içebakıştan çok daha fazlası olduğunu dile getirmeliyim. Kanımca intihar sorunu, gerçek bir akademik mesele değil; hatta muhtemelen akademik bir sorun olmanın yakınından bile geçmiyor. Çok derinine inmek istemeyeceğim sorunlardan ötürü hayatım, tıpkı şekerin sıcak bir bardak çayın içinde ağır ağır erimesi gibi, geçtiğimiz yıllar boyunca yavaş yavaş ellerimden kayıp gitti. Ömrüm boyunca ilk kez intihara dair fikirlerle, “intihar düşüncesi” gibi pek de faydalı olmayan bir adlandırma çatısı altında anabileceğimiz düşüncelerle hakiki bir şekilde boğuşurken buldum kendimi. Bu düşünceler farklı şekillerde su yüzüne çıkar. Genellikle kendine acıma, kendinden nefret etme ve intikam alma duygularının harekete geçirdiği, kendini yok etmeye dair pek çok fanteziye dönüşür. Bunları tek tek listelemeye gerek yok. Bunlar yabancısı olduğumuz, bizi afallatan duygular değildir; yolumuzda yürürken çaktırmadan gün ışığına çıkarlar. Tabii, bunu söyleyerek bu kitabın ilk tümcesinin muhtemelen pek de güvenilir olmadığını itiraf etmiş oluyorum. Durun, hemen paniklemeyin lütfen. HBO’da yayınlanan True Detective dizisinde yer alan Rust Cohle adlı karakterin dediği gibi, “Bende intihar edecek göt yok!” Veyahut da Black Box Recorder isimli pek bilinmeyen harika İngiliz müzik grubunun bir şarkısında dediği gibi, “Hayat adil değil: Ya çek ipini ya aş bunları.” İşte bu deneme, meseleyi aşma girişimidir.

Bildiğim tek yolla –yani­ yazarak– intihar sorunu üzerine ve üzerinden düşünmeye karar verdikten sonra mecramın neresi olması gerektiği sorusu kafamı kurcalamaya başladı. Herhangi bir şekilde sürüklenmemi, geçmişin insanı dibe çeken ağırlığına kapılmamı engelleyecek birkaç çıpaya ihtiyacım olduğunu; sözcüklerimin yükten arınmasını sağlamak, gereksiz yaygaralarla karmakarışık hale ve aceleye gelmesini önlemek için demirlemem gerektiğini fark ettim. Böylece kalkıp buraya, East Anglia’daki bu şirin ve mütevazı sahil kabasına geldim: Daha önce defalarca ziyaret ettiğim bu kasaba, on bir yıl önce New York’a taşınmadan önce yaşadığım yere de pek uzak değil. Kendimi bir otel odasına attım ve Kuzey Denizi’ni seyre daldım. Ucu bucağı görünmeyen gri- yeşil- kahverengi dalgalar, metni kaleme aldığım sahilin kıyılarını duyulabilir şekilde dövüyordu. Sahilin her yerini dolduran çakıl taşları kümecikler oluşturuyordu. Kesintisiz esen rüzgâra dur durak bilmeyen bir yağmur eşlik ediyordu. Büyücek martılar bir dalıp bir çıkarken, çığlıkları rüzgâra karışıyordu. Yağmur bulutları, Hollanda kıyılarından, Vlissingen yakınlarındaki bir yerden başlayıp New York’a, Flushing bölgesine kadar batıdan doğuya doğru sonsuzcasına uzanıyor ve yükünü bu sahile boşaltıyordu. Kış gündönümü yaklaşırken, güneş gökyüzüne asılmış dümdüz bir tabak gibi duruyordu. Güneş ışınları bütün yıl saklandığı yerden çıkmıştı. Karanın bittiği yerde karanlığın içindeki karanlıkla tanıştım; artık engin, uçsuz bucaksız suyla karşı karşıyaydım.

Ölmeye en çok yaklaştığımız an, belki de kaleme sarıldığımız anlardır. Yazmak, bir anlamda yaşamla vedalaşmaktır; olup bitenleri daha açık bir şekilde görebilmek maksadıyla dünyayı geçici olarak kaldırıp bir kenara koyduğumuz ve gölgesine sığındığımız bir meşgaledir. Yazarken, hayatı daha soğukkanlı bir şekilde, hem daha mesafeli hem de en ön sıradan izleyebilmek için geriye doğru bir hamle yaparız ve hayatın dışına çıkarız. Gözümüzü bir saniye ayırmadan hayata bakarız. İnsan, kaleme sarıldığında o nahoş şeyler, canımızı yakarak yaşadığımızı hissettiren hayaletler, heyulalar, pişmanlıklar ve anılar hiç yokmuş gibi davranabilir.


 

**İntihar, çev. Orçun Türkay, İstanbul: Sel, 2014.
**Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can, 1997.