İnternet: bir reklam distopyasına doğru

"Ball'a göre teknoloji kodamanları kodlar, algoritmalar, yapay zekâlar falan derken karşısında kalakaldığımız ve onlara teslim olduğumuz bir distopyanın peşindeler. Buna karşılık Ball kendi misyonunu, bütün bu kurgunun arkasındaki sade işleyişi ortaya çıkartmak olarak özetliyor."

29 Temmuz 2021 16:30

 

“Sistemleri salt işlevsel olarak kavramak yetersiz kalır; bizim bu sistemlerin tarihi ve sonuçları üzerine de düşünebilmemiz gerekir.”
James Bridle, Yeni Karanlık Çağ

The Guardian, The Washington Post gibi gazetelere katkı sunan James Ball, ülkemizde örneği az bulunan teknoloji muhabirlerinden. Yeni çıkan “son teknoloji” akıllı telefon ya da tabletlerin tanıtımını yapmaktan daha fazlasını ifade eden teknoloji muhabirliği, Ball’u Wikileaks ve Snowden olaylarının neredeyse göbeğine yerleştirmiş. Bu olaylara dair yaptığı haberlerle çeşitli ödüller almış. Sonrasında da teknoloji dininin günlük vahiylerini yazıya dökmekle yetinmek yerine, bu işi tarihselleştiren ve bu gidişin insanlığı nereye doğru götüreceğini kestirmeye çalışan, eleştirel bir gazetecilik tarzını devam ettirmiş.

Ball’un Timaş Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan Sistem: Dünyayı Ele Geçiren İnternet Aslında Kimin Elinde isimli kitabı da (kitabın ismi her ne kadar ilk bakışta güven vermese de) bu eleştirel tavrın ön planda olduğu, sektörün önemli isimleriyle yapılan görüşmelerle beslenmiş, iyi bir gazetecilik kitabı. Sonda söylememiz gerekeni başta söylersek, kitabın isminin yaydığı hafif komplocu havanın aksine, Ball internetin bazı karanlık odakların değil, günümüzde isimlerini hepimizin bildiği birtakım internet zenginlerinin elinde olduğunu söylüyor. Ama burada birilerinin interneti ele geçirip onu sonsuza kadar kendisine saklayabileceği bir ortamdan söz etmiyor tabii. Aksine, hem şirketler hem de ülkeler arasındaki, internet üzerinde kontrol mücadelesinin günden güne nasıl daha da sertleştiğinin ve gelecekte bu mücadelenin nasıl daha merkezî bir konuma geleceğinin hikâyesini anlatıyor.

Kablolar

Ball büyük platformların internet ortamını nasıl domine ettiğinin, insanların ürettiği verileri nasıl kullandığının çok konuşulduğunun, ancak internet servis sağlayıcıların internetteki rolünün pek de önemsenmediğinin altını çiziyor: “Bugün internetin temelinde gezegendeki tüm kıtaları birbirine bağlayan, toplam 1,2 milyon kilometre uzunluğunda bir kablo bağlantısı var.” (s. 55) Üstelik bu kabloların sahipleri tıpkı platformlarda olduğu gibi tekelleşmiş durumdalar ve gelişmiş bir şekilde şifrelenmeyen bütün verilere ânında erişim imkânına sahipler. Ancak veri güvenliğiyle ilgili tartışmalarda servis sağlayıcılar platformlar kadar ciddiye alınmıyor.

ABD’de Comcast, Türkiye’de Türk Telekom gibi internet sağlayıcılar altyapının büyük bir kısmını elinde tutuyor ve kullanıcıları kendilerine bir nevi mahkûm ediyor. Ball’un aktardığına göre Comcast abone başına 50 dolarlık bir faturalandırma yaparken, abone başına internet servisinin kendisine maliyeti ise 5 dolar. (s. 62) Türk Telekom’un da benzer bir mantıkla çalıştığını anlamak için işin uzmanı olmaya gerek yok sanırım. Dünyanın en yavaş internet servislerinden birine en pahalı bedeli ödeyenler olarak bu işi çok daha fazla ciddiye almamız gerekiyor.

Bu servis sağlayıcılar son yıllarda, “internet üzerindeki tüm trafiğin ve tüm veri paketlerinin kim tarafından gönderildiğine veya nereye gönderildiğine bakılmaksızın aynı şekilde ele alınmasını gerektiren” ağ tarafsızlığı ilkesini aşındırmaya yönelik faaliyetleriyle öne çıkıyor. Gönderene ve veri çeşidine göre farklı faturalandırma yapmak isteyen bu şirketlerin amacı hem içerik sağlayıcılardan hem de tüketicilerden daha fazla para kazanmak. Bunun için de lobi faaliyetlerine oldukça önem veriyorlar: “Opensecrets veritabanına göre telekomünikasyon şirketleri Kongre’deki lobicilik faaliyetleri için senede toplam 92 milyon dolar harcarken (Comcast bu alanda 15 milyon dolarla birinci sırada), Silikon Vadisi devleri 77 milyon dolar harcıyor (bu miktarın neredeyse 22 milyon doları Google’ın ana şirketi Alphabet’e ait).” (s. 79)

Gerek platformların gerekse servis sağlayıcıların oluşturduğu bu tekelci yapı uzun bir süredir ABD’nin göstermelik soruşturmaları dışında bir yaptırımla karşılaşmıyor. Ball’a göre bunun nedeni, bu tekellerin çok büyük bir kısmını barındıran ABD’nin bu teknoloji tekellerini bir yumuşak güç (soft power) olarak addetmesi: “Eğer ABD kendi stratejik faydası için bu şirketlerin dünya çapında bir ölçeğe ulaşmalarına izin veriyorsa, bu durumda onları denetim altına almak ABD’nin çıkarlarıyla çatışabilir.” (s. 254)” Facebook’un 67, Amazon’un 91, Google’ın ise 214 şirket satın alımı gerçekleştirmesi bu iddiayı güçlendiriyor.

Tiktok’la birlikte Batı dünyasına sıkı bir giriş yapan, Grindr ve Reddit gibi yaygın uygulamalardan hisse alan ve elindeki devlet gücünü kullanarak dünyanın en kalabalık uygulamalarını (Wechat, QZone, Weibo) yaratan Çin’in bu alandaki iddialı büyümesi de ABD’nin tekel karşıtı önlemler almasını zorlaştıran diğer bir etmen olarak görülüyor.

İnovasyon

Diğer bir bölümde Ball yukarıda aktardığımız şirket satın almalarının işleyişini ve internete yatırım yapan start-up’ların kaderini masaya yatırıyor: “İnternette genelgeçer bir kanun vardır: Yaptığınız işte hemen ilk günden kâr etmeye çalışmazsınız. Öncelikle büyümeye odaklanmalı –geniş bir ölçeğe yayılmanın ve kısa sürede çok sayıda kullanıcıya ulaşmanın beraberinde getireceği faydalardan istifade etmeli– ve para kazanma işini ikinci plana atmalısınız. Yani şirketinizi kurduktan sonra ilk birkaç yıl boyunca devam edebilmek için daha fazla yatırıma, dolayısıyla uzman yatırımcılara ihtiyacınız olacak.” (s. 127)

Bu aslında birçok parlak büyüme hikâyesinden aşina olduğumuz bir durum. Ancak eskinin beş parasız ama dahi hippilerinin cin gibi fikirlerle zengin olma hikâyeleri biraz geride kaldı. Artık cebinde bir miktar sermayesi olanın çok daha önde olduğu, herkesin prezantabl, zeki ama sorumluluk sahibi rollerine bürünüpstart-up kuluçka merkezlerine koştuğu, springlerde, hackathonlarda ter döktükten sonra network kovalamak için sıkıcı buluşmalarda sabır sınadığı bir dönemdeyiz. Çünkü herkesin fikri var ve inovasyon alanı oldukça daraldı. Türkiye’ye baktığımızda da klasikleşen bir hikâye görüyoruz: Yurtdışında zaten tutmuş bir uygulamayı kopyala-yapıştır şeklinde “yerli ve millileştiren”, sonrasında bunu tekrar yurtdışındaki büyük şirketlere satan bir girişimcilik döngüsü.

Aslında bu döngü neo-liberal bir mit olan inovasyonu tam da önleyen bir işlev görüyor. Günün sonunda çılgın fikirlerle kurulan şirketlerin kaderini bu üç-beş dahi girişimci değil, melek yatırımcılar ve risk sermayesi yöneticileri belirliyor. Risk sermayesi yöneticisi John Borthwick, Ball’a şöyle söylüyor: “İnanılmaz yenilikler ortaya çıkıyor ama bir bakıyorsunuz, bu kodamanlar gelip onları satın almış bile. Bu durum inovasyon döngüsüne çomak sokuyor. Eskiden ne zaman bir siteye girsem sürekli yeni olasılıklarla, yaratıcılıkla karşılaşır ve hep yeni şeyler denerdim ama şimdi bu yeniliklerle karşılaşmak çok zor.” (s. 139) Kendi iddialarını kendi işleyişiyle mezara gönderen bu sistemi Ball ise şöyle tanımlıyor: “Risk sermayesi görebileceğiniz en büyük kapalı cemaat olabilir – bir neslin teknoloji zenginleri bir sonraki neslin zenginlerini seçiyor, onları hem kendi paralarıyla hem de köklü, saygın yatırımcıların paralarıyla destekliyorlar.” (s. 140)

Reklamcılar

Ball’a göre bugün interneti elinde tutanlar reklamcılar. Google bir arama motoru, e-posta servisi ya da video ağı YouTube’un sahibi gibi görünse de, Facebook ve Instagram sosyalleşmemize yardım etmek için can atıyor gibi davransa da, bütün bunların esas faaliyeti reklamcılık. Öyle ki, Google’ın ana şirketi Alphabet’in 2018’in son üç ayında elde ettiği 39,9 milyar dolarlık gelirin 32,6 milyar doları, Facebook’un aynı dönem elde ettiği 16,9 milyar dolarlık gelirin 16,6 milyar doları sadece reklam gelirlerinden oluşuyor.

Üstelik bu reklamcılık ağı sadece bu şirketlerin kendi sitelerindeki kullanıcı faaliyetlerini kapsamıyor. Özellikle DoubleClick’i bünyesine katmasının ardından, Google internetin tümünde reklam yayınlayan en büyük reklam ağlarından biri haline geliyor. (s. 177) Bu da reklamcılığın internetin yapısını ve işleyişini doğrudan belirlediği bir yapıyı ortaya çıkartıyor. Bir internet sitesine girdiğimizde bize gösterilen reklamlar aslında çok önceden belirli bir şekilde karşımıza çıkmıyor. Bu sitenin çerezler marifetiyle bizden topladığı veriler, bizim siteye girişimizle birlikte reklam ağları ve reklamverenler arasında bir açık artırmaya çıkmış oluyor. Doğrudan bizi hedefleyen ve bunun için en çok parayı veren reklamverenin reklamı bu saliselik açık artırmanın galibi oluyor ve bizi yakalıyor.

Ball’a göre bu işleyiş, köklü gazeteler başta olmak üzere kaliteli içerikler üreten internet siteleri için bir dezavantaj yaratıyor: “Örneğin (reklam ağlarının) düzenli New York Times okuyucularını hedef almak isteyen müşterileri varsa, artık New York Times’a ücret ödeyerek bir reklam yeri satın almak yerine, siz internette gezinirken peşinize takılır ve New York Times’dan daha ucuz bir siteyi ziyaret edene kadar beklerler. Bu reklam ağları (...) saçma sapan listelerden birini okurken, size bu listelerin olduğu siteden ulaşabilirler. (...) Facebook ve Google gibi reklam ağları artık yüksek kaliteli reklamları düşük kaliteli sitelere de yerleştirebiliyor.” (s. 180-18)

Bu durum biraz eskinin Hürriyet okur profilini hedefleyip eskinin Posta’sına reklam vermeye benziyor. Konvansiyonel medya buna izin vermese de internette her şey mümkün! Ball’a göre bu işleyiş kaliteli içerik ve nitelikli haber üreten kurumlara zarar verirken, SEO odaklı çalışan içerik çiftliklerine para akıtıyor. Medyanın dünya çapında içerisine girdiği gelir modeli krizinin ufak bir sorumlusu da bu işleyiştir diyebiliriz. Bunun yanı sıra kitapta yer alan bir araştırmaya göre, hedef odaklı reklamcılığın gelişimi sözü edilen reklam ağlarının gelirlerini beş kat artırırken, yayıncıların reklam gelirlerinin ise sadece yüzde sekiz oranında artmasını sağlıyor. Yani interneti ele geçiren reklamcılar ne olursa olsun en büyük lokmayı sadece kendilerinin kazandığı bir sistem kuruyorlar.

Ball sonuç bölümünde bu kitabın ortaya çıkmasını sağlayan soruyu şöyle aktarıyor: “İnternet aslında nasıl çalışır ve ondan kimler faydalanır?” Ona göre teknoloji kodamanları bu işlerin oldukça karmaşık, kafa karıştırıcı ve teknik olduğuna inanmamızı istiyorlar. Kodlar, algoritmalar, yapay zekâlar falan derken karşısında kalakaldığımız ve onlara teslim olduğumuz bir distopyanın peşindeler. Buna karşılık kendi misyonunu ise bütün bu kurgunun arkasındaki sade işleyişi ortaya çıkartmak olarak özetliyor. Sistem: Dünyayı Ele Geçiren İnternet Aslında Kimin Elinde, Ball’un bu uğurda ürettiği nitelikli bir araştırma.