"21 yazarın bilimkurgu öykülerini bir araya getiren İlk isimli tematik derlemenin editörü Burak Albayrak ile bu türe yıllarını veren İsmail Yamanol ve Onur Güzeldiyar’la Türkiye'de bilimkurguyu konuştuk."
01 Nisan 2021 17:16
Bir kısmı Türkçe bilimkurgu yazınına yıllardır eser veren, bir kısmı da türe yabancı ama edebiyatta tecrübeli 21 yazar, İthaki Yayınları’nın Pangea Kitaplığı’ndan çıkan İlk isimli kolektif bilimkurgu seçkisi için bir araya geldi: Afşin Kum, Arzu Uçar, Aşkın Güngör, Burak Albayrak, Cem Akaş, Çağrı Mert Bakırcı, Feyza Hepçilingirler, Fuat Sevimay, İsmail Yamanol, Kadire Bozkurt, Mehmet Berk Yaltırık, Murat S. Dural, Müfit Özdeş, Onur Çalı, Onur Güzeldiyar, Öznur Babur, Pınar Duman, Selim Bektaş, Selim Erdoğan, Tuğrul Sultanzade, Volkan Yalçın. Derlemede yer alan tüm yazarlar telif gelirlerini, erken yaşta kaybettiğimiz bilim insanı Özgen Berkol Doğan’ın adını yaşatmak amacıyla kurulan Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’ne bağışlamış.
Seçkinin bir diğer özelliği tematik bir öykü derlemesi olması. ‘Başlangıç’ teması ekseninde kurgulanan bu öyküler, türle yeni tanışan, ona aşina olan ya da spekülatif kurgu konusunda uzman olan okura başka dünyalar vaat ediyor.
Kitabın hem editörü hem de yazarlarından biri olan Burak Albayrak ve bilimkurguya yıllarını veren İsmail Yamanol ile Onur Güzeldiyar’la İlk derlemesini konuştuk.
Bilimkurgu yazmak ve bu işin editörlüğünü yapmak ayrı bir uzmanlık alanı. Siz bilimkurguya nasıl başladınız?
Benim bilimkurguyla daha doğrusu spekülatif kurguyla tanışıklığım bir hayli eski. Sanırım 10-11 yaşlarında Jules Verne’in eserlerini okuyarak tanıştım bilimkurguyla. Daha sonra spekülatif kurgunun diğer türlerini de okumaya başladım. FRP oyunları ve video oyunları da bilimkurguyla olan tanışıklığımı pekiştirdi.
İlk, 21 bilimkurgu yazarının öyküsünü yer veren bir seçki. Böyle bir projenin editörü olarak sizin hikâyeniz ne?
10 yılı aşkın bir süredir yayıncılık yapıyorum ve yaklaşık 8 senedir bilimkurgu, fantastik ve korku türlerinin amiral gemisi olan İthaki Yayınları bünyesinde çalışıyorum. 2019’un üçüncü çeyreğinde İthaki Yayınları şemsiyesi altında Pangea Kitaplığı adını verdiğim, yerli spekülatif kurgu eserleri bir araya topladığım bir seriye başladım. Pangea Kitaplığı’nda bir öykü kitabı yayımlama hayalim de vardı elbette. Bu etiketle yayımlanan ilk öykü kitabı bir öykü seçkisi, adı da İlk oldu. Ben de aklımdaki bir öyküyü kaleme alarak hem kitabın editörü hem de yazarlarından biri oldum.
Bülent Somay kitabın önsözünde “Haksız çıktığım, en azından geleceği doğru dürüst göremediğim için sevindiğim konuların en önde geleni, 1980’lerin sonlarından beri bilimkurgu hakkında yaptığım kara kehanetlerin son yıllarda tepetaklak olmasıdır” diyor. Size de pek çok dosya geliyor; siz bu dosyaları okudukça bilimkurgunun geleceğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Edebiyatın sinema üzerindeki etkisi son yıllarda tersine dönmeye başladı. Günümüzde sinemanın edebiyat üzerindeki etkisi çok güçlü, bilimkurgu türünde eserleri son yıllarda ekranlarda çok sık görmeye başladık. Bu etki yazar adaylarına da yansımış olacak ki pek bir şey okumadan, izlediklerinin etkisiyle dosyalarını yayınevine göndermeye başladılar. Birçoğunu ne yazık ki yayımlamaya uygun bulmuyoruz ama elbette içlerinden çok güçlü eserler de çıkıyor. Zaten Pangea Kitaplığı gibi bir seri oluşturabilmemiz de bunun göstergelerinden biri.
Bilimkurgu öykülerinde ütopik düşünceler, olmayacak hayal gücü öğeleri beklerken, bu kitabı okurken bana hepsi olabilecek gerçeklik gibi geldi. Artık geldiğimiz noktada bilimkurgu dediğimiz tür yaşadığımız ve yaşayacağımız gerçeklik mi oldu, ne dersiniz?
Eski çağlarda yaşayan insanların yalnızca hayal edebildiği birçok şeyi günlük hayatta deneyimliyoruz. Görüntülü konuşmalar, VR gözlükler, 3D yazıcılar artık hayatımızın bir parçası haline geldi. Hatta video oyunu ya da telefon bağımlılığı adını verdiğimiz sorunlarımız bile mevcut. Ay’a gittik, Mars’ta su arıyoruz, hatta geçen hafta televizyonlarda asteroit madenciliğini tartıştık. Bu gelişmelerin birçoğu hızla yaşandığı ve hayatımıza entegre olduğu için durumun pek de farkında değiliz sanırım. Kim bilir, belki uzay çağında yaşadığımızı fark etmemiz için mutlaka uçan otomobiller gerekiyordur; onu kullanmamız için de sanırım önümüzde birkaç 10 yıl var.
Kitapta sizin yazdığınız ‘Orbit’ isimli öykü de var. Sanal alemin içinde kendini kaybetmiş, tek derdi takipçi ve buna bağlı olarak para kazanmak olan, insanlığını gittikçe yitirenlerin hikâyesi bu. Orbit’le amacınız bu dönemden yola çıkıp okuyucuyu gelecekteki haliyle yüzleştirmek miydi?
Spekülatif kurgunun bir derdi olması gerektiğini düşünüyorum. Bugüne, günümüzün bir sıkıntısına ayna tuttuğu sürece çok daha güçlü hale gelen bir tür bilimkurgu. Orbit’te anlattığım kişiler aramızda yaşıyor ve onlarla her gün karşılaşıyoruz. Başkarakterin adını da bilhassa Mehmet Şahin olarak belirledim. Türkiye’de en yaygın kullanılan isim ve soy isimlerin bir kombinasyonu Mehmet Şahin. Aslında amacım okuru gelecekteki halinden çok şu andaki haliyle yüzleştirmek. Like tutkunu olup gökdelen tepesinde selfie çekerken hayatını kaybedenlerin, trenin altında kalanların, en basitinden kendini küçük düşürüp rezil edenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla.
Kitaptan elde edilecek gelir bildiğim kadarıyla Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’ne bağışlanacak…
Evet. İlk için yola çıktığımızda projenin yalnızca kâr amacı gütmemesini bilhassa istedik. Türkiye’de bilimkurgu alanında tartışma ve tanışma alanı açan en önemli mekânlardan biri de Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi olduğundan, kitabın yazarları olarak telif gelirini kütüphaneye bağışlamayı uygun gördük. Okuru edebiyatla bir araya getirmek kadar edebiyatla tanışabileceği alanları da büyütmek yayıncıların görevlerinden biri olmalı.
Bilimkurgunun hayatınızdaki yeri farklı, bilimkurgu tutkunusunuz desem yanlış olmaz sanırım. Bu tutku sizde nasıl başladı?
Biraz klişe belki ama bilimkurgu tutkumun kökeni çocukluğuma dek uzanıyor. Her şey Baskan Yayınları’nın kurgu-bilim dizisiyle başladı. (O zamanki adı böyleydi, bilimkurgu değil, kurgu-bilim.) Özellikle de dizideki Isaac Asimov romanlarının üzerimde kalıcı izler bıraktığı bir dönemdi. O kitaplardan aldığım tadın arayışıyla bilinmeyen sulara yelken açmakta gecikmedim tabii. Yeni yazarlarla, yeni eserlerle tanıştım; hayal gücü yüksek dünyalara doğru hiç bitmeyecek bir serüvene atıldım. Vakti zamanında çoğu kişinin ‘kaçış edebiyatı’ olarak tanımladığı ve burun kıvırdığı bilimkurgu, bugün değişen ve gelişen dünyanın en önemli katalizörlerinden biri haline büründü. Artık geleceği okurken bilimkurgu perspektifine her zamankinden daha fazla gereksinim duyuluyor. Eğer geleceği inşa etmeyi düşünüyorsak, geçmişin bilimkurgusuna eğilmemiz kaçınılmaz bir gerekliliğe dönüştü. Çünkü gelecek, geçmişin bilimkurgusunda yazılı.
1999’da bilimkurgu kulübünü kurmuşsunuz. Türkiye’de bilimkurgunun gelişimi sizce nasıl? Türk bilimkurgusu için gelecekten umutlu musunuz?
Bilimkurgu edebiyatımızın geleceğinden umutluyum. Bilimkurgu bir zamanlar bu ülke insanına yakıştırılan bir şey değildi. Okurun genelinde hep bir eğretilik algısı vardı. Neyse ki bu algı büyük oranda kırıldı. Gördüler ki bizim insanımız da gayet iyi bilimkurgu yazabiliyor. Günümüzde üretim arttığı gibi, bu üretimlere olan talep de artıyor. Eskiye nazaran kitap raflarının zenginleşmeye başladığı bir gerçek. Öykü antolojileri, orada burada sıkça görülmeye başlanan romanlar bunun en güzel ispatı. Daha da iyi olacak. Bir gün bu ülkeden de Hugo Ödülü kazanan yazarlar çıkacak. Çünkü neden olmasın?
Size bu projenin teklifi nasıl geldi? Yazımı ne kadar sürdü, sizi zorladı mı?
Bilimkurgu Kulübü ve İthaki Yayınları’nın ortaklığı epey eskiye dayanıyor. ‘Yeryüzü Müzesi’ bu ortaklığın en önemli meyvelerinden biriydi ve ben de bir öyküyle katkıda bulunma şansı yakalamıştım. İlk seçkisi için bir öykü daha kaleme almam yönündeki teklif editörümüz Burak Albayrak’tan geldi. Aslında projenin içinde değil de arkasında, mutfağında kalmayı düşünüyordum ama gelen teklifle beraber planlarım değişiverdi. Seçki için kaleme aldığım ‘İlk Görev’, adına ‘İlk Üçleme’ dediğim, aynı evrende geçen öykü dizisinin ikinci kısası. Dizinin ilk öyküsü ‘İlk Temas’ ise ‘Yeryüzü Müzesi’nde okurla buluşmuştu ve epeyce ilgi çekmişti. Okuru bu kez aynı evrenin farklı bir zaman dilimine götürüyor ve döngüyü tamamlamaya biraz daha yaklaştırıyorum. Öykü yazmak genel kanının aksine, hiç de kolay bir uğraş değil. Düşlerinizi belli bir kurgu bütünlüğü içinde ve sınırlı sözcük sayısıyla aktarabilmek epeyce meziyet istiyor.
Öyküde enerji tulumbasıyla paralel evrenden enerji çekilmesi, nano gemilerle uygarlıklar arasında seyahat, solucan deliklerinin ulaşım aracı haline gelmesi gibi kavramlar yer alıyor. Böyle bir ortamda yaşamak nasıl olurdu, hayal ettiniz mi?
Her şeyden önce, böyle bir dünyada yaşamak öykümü bilimkurgu olmaktan çıkarırdı. Daha fazlasını hayal etmek zorunda kalırdım ki, bu da kuşkusuz keyifli olurdu. Öykülerimde bilimkurgu edebiyatının usta isimlerine atıflar yapmayı seviyorum. ‘Enerji Tulumbası’ da Isaac Asimov’un ‘İşte Tanrılar’ romanına bir atıftı ve uygarlık olarak artan enerji ihtiyacımıza cevap veren kurgusal bir teknolojiydi. Çünkü gelişen, çoğalan bir uygarlık için enerji yaşamsaldır. Hatta Kardashev Cetveli’ne göre, bir uygarlığın enerji kaynaklarına hâkimiyeti onun gelişmişlik seviyesini belirler. Çünkü bir uygarlık ne kadar gelişirse enerji ihtiyacı da o oranda artar. Uygarlıkça varlığınızı sürdürebilmenizin, yeni alanlara dağılabilmenizin anahtarı burada yatar. Tabii iş sadece enerji temini ile bitmiyor. Uzayın devasa mesafelerini aşabilmek için radikal ulaşım teknolojilerine de ihtiyaç var. Öykümde bu ihtiyacı da solucan delikleri ve nano-robotlar sayesinde giderme yolunu seçtim. Günümüzün imkânsızlıklarıyla yüzleşmekten ve onları kurgusal anlamda da olsa nasıl saf dışı bırakabileceğimize kafa yormaktan hoşlanıyorum. Bu hem hayal gücünüzü keskinleştiriyor hem de sorun çözme yeteneğinizi güçlendiriyor.
“Evren her olasılığı içinde barındırıyor”
Bir gün bilmediğimiz uygarlıklar hakkında bilgi sahibi olabileceğimizi, uzak diye bir kavramın olmayacağını düşünmemiz için sizce ne kadar daha vakit geçmeli?
Bir zamanlar Ay’a ayak basmayı bırakın, Dünya’nın kütle çekimini aşmanın bile imkânsız olduğunu düşünen geniş kitleler vardı. Ne oldu? Yanıldılar. Bilimkurgunun bana öğrettiği en önemli şeylerden birisi de peşin hükümlü olunmaması gerekliliğidir. Çünkü zamanın sizi haksız çıkarmak gibi kötü bir huyu var. Dolayısıyla dünya dışı uygarlıklar konusuna da bu açıdan yaklaşıyorum ve kendimizi yok etmemeyi başarırsak günün birinde o meşhur ilk teması yaşayacağımızı düşünüyorum. Ne zaman ve ne şekilde olacağını kestirmek güç, ama hayalini kurmak için önümüzde bir engel de yok. Belki cılız bir sinyalle, belki de uzaylıların gelişmiş makineleriyle… Bilemiyorum. Bildiğim tek şey, günün birinde bunun mutlaka yaşanacağı. Çünkü evren öylesine büyük ki, her türlü olasılığı da içinde barındırıyor.
“Bilimsel düşüncenin öğrettiği bir şey varsa, asla pes etmemek ve vazgeçmemek gerektiğidir” diyorsunuz. Bir bilimkurgu yazarı olarak bilimsel düşünmenin neresindeyiz sizce?
Bilimin bilimkurguyla ilişkisine doğru açıdan yaklaşabilmek ve ikisi arasındaki bağlantıyı kesin şekilde kavrayabilmek önemli. Çünkü bilimkurgu, bilimin hayal gücüdür. Yerçekiminden kurtulmanın mümkün olamayacağı söylenen bir çağda Jules Verne Ay’a yolculuğu, yapay zekânın ciddiye bile alınmadığı bir dönemde Isaac Asimov kendi değer yargılarına sahip karmaşık robotları, güvenlik kamerasının dahi olmadığı bir zamanda George Orwell insanların her an gözetim altında yaşadığı bir geleceği, sanal gerçeklik terimini bilen insan bulmanın bile zor olduğu bir zamanda William Gibson hacker’ları, radyo yayınlarının ancak 10-20 millik mesafelerle sınırlı olduğu bir dönemde Arthur C. Clarke yörüngeye yerleştirilecek uydular ile tüm dünyaya yayın yapılabileceğini hayal ediyordu. Ve bunlar basit birkaç örnekten ibaret. Çünkü bilimkurgunun sonsuz evreninde neyle karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz. Çoğu insan bilimkurguyu çılgınca buluyor. İşin ilginç tarafı, bilimkurgu gerçekten de çılgıncadır. Önemli olan içinde bulunduğumuz koşulların katı duvarlarını aşıp ardına bakabilmek. Bugün hepimiz çılgınca şeyler hayal eden bu koca çılgınlara çok şey borçluyuz. Kısacası bilim ile bilimkurgunun birbirini biçimlendirip dönüştürmesi, evren var olduğu sürece devam edecek. Ray Bradbury’nin şu güzel ve anlamlı sözünü aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor: “Hayal edebildiğin her şey kurgu, başarabildiğin her şey ise bilimdir. Bütün insanlık tarihi başlı başına bilimkurgudur.”
Bilimkurgu yazarı olmak isteyenler ne yapmalı, nelere dikkat etmeli? Bu işin iyisi olmak için bir sır var mı?
Bilimkurgunun önde gelen isimlerine bakarsanız, hepsinin de bilimkurgu edebiyatına kısa öyküler yazarak başladığını görürsünüz. Bu nedenle başarılı ve ölümsüz bilimkurgu yapıtları ortaya koyabilmek için kısa öykücülüğün önemi çok büyük. Bir bilimkurgu yapıtı okuru yadırgatabilmeli, onu kendi gerçekliğinden koparabilmeli; insana, hayata, dünyaya ve evrene bakış açısında köklü değişimler, dönüşümler yaratabilmeli. Bir öykü kaleme alırken bilimsel tutarlılığa özen göstermeye, okurun içindeki keşif duygusunu ve hayal gücünü uyardığından emin olmaya dikkat edilmeli ve tabii bunu yaparken düzgün ve doyurucu bir dil kullanmak da bilhassa önemli. Sonuçta yazmak bir süreç, emek ve durmaksızın devam eden bir pratik işi. Dile hâkim olabilmek, sözcükleri eğip bükebilmek, okura yeni anlamlar kazandırabilmek zorundasınız. Başta yazdıklarınızdan hoşlanmamanız, hatta kendinizi yetersiz hissetmeniz gayet doğal. Bunları bahane ederek vazgeçmek kendi adınıza büyük bir kayba yol açabilir. Yapmanız gereken tek şey yazmak, yazmak, yazmak... Bıkıp usanmadan yazmak...
Bilimkurguyla tanışmanızın özel bir hikâyesi var mı?
Sanırım bazı özel tesadüflerin sevip şanslı kıldığı insanlar dışında kalan benim gibiler için sıradan denebilecek kadar basit bir hikâye aslında. Zamyatin’in Biz romanı olmasaydı, bu bilimkurgu denilen herzenin kelimelerle nasıl böylesine büyüleyici kıvırılabileceğini anlayamazdım.
Size bu proje teklifi nasıl geldi?
Editörüm ve dostum Burak böyle bir fikri olduğunu söyleyip “Yazar mısın sen de? En tuhaf hikâye senden çıkar” demeseydi bu hikâyeyi yazmazdım.
‘Semtin Amiyane Diyalektiği’ isimli öykü bilimkurgu olmasının yanı sıra felsefi bir anlamı da var. Bir de korktuğumuz şeylerin aslında beynimizdeki birer yanılsama olabileceğine de dikkat çekiyorsunuz. Bu öyküyü yazarken neydi sizi etkileyen ve çıkış noktanız?
İki katlı bir evin ikinci katında, dünyadan azade, gerçekten olabildiğimiz kadar uzak ama hakikate fazlasıyla yakın bir akşamüstü, sevgilimle yeni bir dünya inşa etmeye başladık. Sohbetimiz ve bardaklar aynı hızla, su gibi akıp gidiyordu. Masada bulunan ufak bir defterin üstüne, kurulan dünyanın haritasını çizmeye başladım. ‘Başlangıç’ temalı bir hikâye yazılması gerektiğinden, bu adımın çok şık, çok klas durduğu üzerinde mutabık oldum kendimle. Gerçeğin nefes darlığı yaptığı, uçarı, havai, aklı bir karış havada fakat hakikatin de göbeğinde bir hayatın, korku ve yanılsama, görüntüyü kıran aynalar, değişen suratlar, sokak sokak büyüyen bir evrenin sonsuz ihtimalleri ve evet, içinde dönüp durduğumuz bu boşluğu anlamlandırmamız için elimizdeki tek silah. Belki felsefe, belki tasavvuf.
Öykünüzü okurken ister istemez bize öğretilmiş gerçeklikleri, beynin algıladığıyla yaşanmışlığın farklı olabileceğini düşündüm. Öykünüz için psikolojiyle bilimkurgunun harmanlanmış hali diyebilir miyiz?
Bence bir yazarın düşmemesi gereken yegâne yanılgı ağdalı bir algılayışa sahip olmak. Dil ve üslup üstünde titiz dururken insan üstünde cerrahi denemeler yapacak kadar ileri gitmeli yazar. Fikir hiçbir şeydir bu noktada. Herkes şahane fikirlerin peşinde ömrünü ziyan edip durmakla meşgul. Fikri ehil ve ne zaman ona davransak sotede bizi hazır bekleyen bir emanetin güveni haline getiren şey, onu açıklayabilme hünerimizle mesuldur.
Türkiye’de bilimkurgunun gelişimiyle ilgili siz ne düşünüyorsunuz?
Burada mütevazı davranamayacak kadar cüretkâr bir yayıneviyle çalışmanın güveniyle yekten şunu söyleyebilirim. İthaki, Türkiye bilimkurgu yazınının kalesi olmuş ve bunu yapılacak en nadide eserlerle taçlandırmış bir yayınevi. Bir mesele üstüne çıkarılan yayınlar, üretilmiş her nitelikli eseri literatüre kazandıran her yayın, bu hadisenin karşı konulamaz yükselişine omuz verir. Bu yüzden bilimkurgunun bir teknik olmaktan çok, üstüne sayfalarca ter dökülmüş bir hakikat olduğunu düşünüyorum.
21 bilimkurgu yazarıyla bir kitapta buluşmak size ne ifade ediyor?
Günümüzde teknoloji zaten sihir gibi bir şey. Bir araya gelip bu karşı konulmaz yükselişe verdiğim omuzdan dolayı mutluyum.
•