İki devrimin romanı: Sönmüş Hayaller

"Devrim deyince aklımıza eski düzenin yıkılıp yerine yeni düzenin geçtiği sayılı günler geliyor. Ama devrimleri devrim yapan bu birkaç gün değil. Bir düzenin ortadan kalkıp yerini yeni bir düzene bırakması doğal olarak zamana yayılan bir süreç. Eski düzenin tüm kalıntılarının ortadan kalkması, yeni düzenin tüm kurumlarıyla tesis edilmesi uzun olduğu kadar zikzaklı, gelgitli bir süreç aynı zamanda. Aynı bu romanda gördüğümüz gibi…"

20 Mayıs 2021 18:30

Balzac uzun 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca ekonomik ve toplumsal hayattaki altüst oluşun romancısı. Marx’tan Hobsbawm ve Harman’a kadar birçok sosyal bilimcinin aristokrasinin yıkılışını ve burjuvazinin güçlenmesini anlatırken sık sık referans verdiği bir yazar. Gerçekten de ekonomik ve toplumsal yaşam üzerindeki belirleyici etkisi hâlâ devam eden 19. yüzyıldaki değişimin nasıl muazzam bir şey olduğunu gözünde canlandırmak isteyen herkesin okuması gereken biri Balzac.

Türkiye’de de 1951’de Milli Eğitim Bakanlığı yayınları tarafından, Yaşar Nabi Nayır’ın tercümesi ile yayımlanmış. Bugün de bazı yayınevleri yeni baskılarını yapıyorlar.

Balzac’ın üç ciltlik Sönmüş Hayaller romanı 1838-48 arasında yayınlanır. İnsanlık Komedyası’ndaki diğer kitapları gibi dönemin Fransa’sındaki toplumsal dönüşümü, tam da dönüşümü simgeleyen karakterler üzerinden anlatır. Öyle ki, çoğu romanında arka planda anlatılan toplumsal doku, romanın başkarakterleri ve onların başlarından geçen olaylardan daha ilginçtir.

Sönmüş Hayaller’in iki kahramanı var: Biri şair Lucien Chardon, diğeri matbaacı ve mucit David Séchard. Yaratıcılığın zirve yaptığı dönemin iki temsilcisi. Matbaacı ve mucit David Séchard Sanayi Devrimi ruhunu yansıtıyor. Şair Lucien Chardon ise daha önce aristokrasinin çevresindeki alanda var olabilirken, artık orta sınıflara doğru yayılmaya başlayan sanatın ve edebiyatın bir simgesi. 1800’lerin ilk yarısını tanımlayan yaratıcılık olgusunun iki yüzü, sanayi ve sanat olarak bu romana damgasını vuruyor. Zaten hem şairin hem de matbaacının dramlarının konu edildiği üçüncü cildin adı Bir Yaratıcının Çektikleri. Bu iki karakter özelinde feodaliteden kapitalizme geçiş dönemindeki yaratıcıların karşı karşıya kaldığı muazzam imkânları ve zorlukları izliyoruz.

Roman değişen toplumsal yapıda, sanatta ve sanayide yaratıcı bireylerin aristokratların sahip olduğu toplumsal prestije, servete ve tabii o servetle satın alınabilen gösterişli hayata ve lükse sahip olma mücadelesini anlatıyor. Bu mücadele, kralcılık ve liberalizm, aristokrasi ve burjuvazi, taşra ve Paris, dürüstlük ve açıkgözlülük, idealizm ve çıkarcılık, cömertlik ve paragözlük, eski ve yeni, dürüst gazetecilik ve kalemşorluk karşıtlıkları üzerinden gelişiyor. Roman ayrıca o dönemde kapitalist rekabetin yıkıcılığı, matbaacılık ve kâğıtçılığın gelişimi, gazetecilik ahlakı konuları için de muazzam bir kaynak. Matbaacılık, yayıncılık ve gazetecilik Balzac’ın kendi yaptığı işler arasında. Bu nedenle işlerin içyüzünü çok iyi biliyor ve o müthiş kalemiyle dönen dolapları ve yozlaşmayı çok iyi aktarıyor.

“Sabır isteyen ziraat öküzün, başıboş hayat kuşun işi, diye geçiriyordu içinden matbaacı. Ben öküz olurum, Lucien kartal olsun.” (s. 56, I)

Romanın ilk cildinin adı İki Şair. Bu cilt taşrada (Angoulême’de) aristokrasi ve orta sınıflar arasındaki gerilim üzerine oturuyor. Kentlerin sınıflara göre mahallelere ayrılması başlamış durumda. Avrupa’da birçok kentte olduğu gibi burada da kentin yukarısında aristokrasi ve hükümetin bulunduğu mahalle, aşağısında ise üretimin, ticaretin ve paranın hâkim olduğu mahalle (Houmeau) yer alıyor. Roman 1820’lerde baba Séchard’la başlıyor. Okuma yazması olmayan bu kurnaz ve paragöz matbaa sahibi oğlu David’i okutup Paris’e gönderir. David, Diderot’ların matbaasında baş mürettipliğe kadar yükselir. Dönüşünde babası oğlunu kazıklayarak matbaayı ona satar. Kahramanımız yakışıklı şair Lucien Chardon bir eczacının, yani para kazanmak için çalışmak zorunda olan meslek sahibi birinin oğlu. Gerçi annesi soylu bir aileden geliyor ama halktan birisiyle evlendiği için de Rubempré unvanını kullanma hakkını kaybetmiş. Lucien annesinin kökenini kullanarak taşra aristokrasisine girmeye çalışıyor ve kentin ileri gelen kadınlarından olan Madame de Bargeton ile tanışmayı başarıyor. Kısa sürede gönlünü çaldığı Madame de Bargeton ile Paris’e gidiyor.

“İki saatten beridir Lucien'in gözleri önünde her şey parayla halloluyordu. Kitapçılarda ve gazetede olduğu gibi tiyatroda da sanattan ve şöhretten söz eden yoktu. Para adı verilen bu metronomun vuruşları kafasını ve kalbini dövüyordu.” (s. 320, II)

Romanın ikinci cildi Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te. İlk ciltteki taşra hayatının sakinliği, sıradanlığı, basitliği, mütevazılığından sonra Paris hayatı bambaşka. O kadar ki, taşranın kudretli şahsiyeti Madame de Bargeton, oyunun çok büyük oynandığı Paris’te artık zavallı bir taşralı kadın oluyor. Yükselmek için para ve ilişkilerin önemli olduğu Paris’te yetenekli Lucien aradığı şöhreti ve parayı bulamıyor. Taşranın büyük şairi Paris’in ayak oyunlarına, dümenlerine, alaverelerine ayak uyduramıyor. Yükselişi kadar düşüşü de hızlı ve muhteşem oluyor. Parasını, ümitlerini ve hatta onurunu da kaybetmiş olarak taşraya geri dönüyor. Bu anlamda roman adeta vaktiyle köyden indim şehre temalı Yeşilçam filmlerinin 1820’lerde Fransa’da geçen hali gibi. Bir farkla: Gazetecilik, edebiyat ve tiyatro çevrelerine ilişkin detaylar o kadar ilginç ki, bu toplumsal, siyasi ve ekonomik kesit Lucien’in hırslarının, gönül ilişkilerinin ve başarısızlıklarının önüne geçiyor. Okur şair Lucien ve hayal kırıklıkları kadar dönemin Paris’ine de yakından tanık oluyor.

“Bu güçlü­ğe karşın Fransız kâğıtçılığına edebiyatımızın da sahip olduğu ayrıcalığı sağlayacağıma ve onu tıpkı İngilizlerin demiri, yağı ya da adi çömlekçiliği tekel haline getirmesi gibi ülkemizin tekeline alacağıma eminim. Kâğıtçılığın Jacquard’ı olacağım.” (s. 551, III) 

Romanın Mucidin Acıları adını taşıyan üçüncü cildi Lucien’in kız kardeşi Eve ile kadim dostu David etrafında örülmüş. Eve ve David evli. İyilik, dürüstlük, çalışkanlık, saflık timsali bu çift zaten parasal zorluk çekerken bu zorlukların üzerine bir de Lucien’in aldığı borçlar ve David’in imzasını taklit ederek imzaladığı senetler ekleniyor ve matbaaları iflas tehdidi altına giriyor. Matbaa işlerini Eve yürütürken David yeni bir kâğıt üretim tekniği üzerinde çalışıyor. Sanayi Devrimi döneminin tipik bir mucidi olarak David meraklı, yaratıcı ruhlu, tek başına çalışan bir teknisyen; iyi bir eğitim almış olmasına rağmen bilim insanı değil. İnatla, ısrarla, sabırla, deneme yanılma ile matbaasının bir köşesinde farklı malzemeleri kullanarak deneylerini sürdürüyor. Kentteki diğer matbaanın sahibi Cointet biraderler Angoulême piyasasında tekel olmak için David’in matbaasını ele geçirmek istiyorlar. Eğer David kâğıt üretim maliyetini düşürecek yeni bir yöntem keşfederse bu onların sonu olacak. Bu yüzden David’i iflas ettirmek, matbaasını ucuza kapatmak ve eğer başarılı olursa yeni kâğıt teknolojisinin patentine de sahip olmak istiyorlar. Bunun için türlü hileler ve ayak oyunları yapıyor, David’in adamlarını ve avukatını ayartıyorlar. Kapitalizmin bu erken aşamasında aslında ezici bir piyasa gücüne sahip büyük firmalar pek ortaya çıkmamıştır, piyasa daha rekabetçi bir yapıya sahiptir. Ama büyüme, tekelleşme arzusu kapitalizme içkindir. Bu yüzden burada da anlatıldığı gibi kapitalizmin erken dönemlerinde bile rakiplerini saf dışı etmek adeta oyunun kuralı. Üstelik büyümek için her yol mubah; piyasa dışı, hatta etik dışı yöntemler bile. Balzac, Cointet biraderlerin uyguladıkları bu hile, adam satın alma, evrakta sahtecilik, bilgi hırsızlığı, nüfuz kullanma gibi yöntemleri romanda ayrıntılarıyla anlatıyor. Asli fonksiyonu adil rekabet ortamını sağlamak olan hukuk ve bankacılığın rekabeti ortadan kaldırmakta ne büyük maharetle kullanılabileceğini görüyoruz. Kapitalizm ve adil rekabet hukukun üstünlüğünü ve dürüst bankacılığı gerektirse de, uygulamada bu ilkelerin en başından beri nasıl fütursuzca çiğnenmiş olduğunu, ayrıntıların uzun uzun anlatıldığı roman sayesinde gayet iyi anlıyoruz. Ve aradan geçen 200 yıla rağmen bazı şeylerin nasıl da hiç değişmediğine şaşıyoruz.

“Şair, kralcı ve hükümet yanlısı gazetelerde hiç düşünmediği bir kıskançlıkla, paylaşılacak bir pasta karşısında bütün insanlarda ortaya çıkan türden ve onları bir avı paylaşamayan köpeklere benzeten bir kıskançlıkla karşılaşıyordu. Bu yazarlar birbirlerini iktidarın gözünden düşürmek için gizli oyunlara girişiyor, birbirlerini gevşek olmakla suçlu­yorlardı; bir rakipten kurtulmak için en alçakça dalavereleri icat ediyorlardı.” (s. 480, II)

Hobsbawm’ın Devrim Çağı: 1789-1848 kitabı Fransa’da ve İngiltere’de neredeyse eş zamanlı olarak meydana gelen çifte devrim üzerine kurgulanmıştır. Aynı anda meydana gelen demokratik devrim ve Sanayi Devrimi bu iki ülkeden kısa süre içinde tüm Avrupa’ya yayılır ve Avrupa’yı dünyanın hâkimiyetine taşır. Bu iki devrim birbirini tamamlar, birbirini gerektirir.

Ben Balzac’ın bu romanını bu ikili devrimin romanı olarak okudum. Şair Lucien etrafındaki anlatılar Fransız Devrimini, teknisyen-mucit David etrafındaki anlatılar ise Sanayi Devrimini anlatıyor.

Devrim deyince aklımıza eski düzenin yıkılıp yerine yeni düzenin geçtiği sayılı günler geliyor. Ama devrimleri devrim yapan bu birkaç gün değil. Bir düzenin ortadan kalkıp yerini yeni bir düzene bırakması doğal olarak zamana yayılan bir süreç. Eski düzenin tüm kalıntılarının ortadan kalkması, yeni düzenin tüm kurumlarıyla tesis edilmesi uzun olduğu kadar zikzaklı, gelgitli bir süreç aynı zamanda. Aynı bu romanda gördüğümüz gibi…

Roman Fransız Devrimi’nden yaklaşık 40 yıl sonraki bir dönemi anlatıyor. Fransız Devriminin zaten kaotik bir süreç olduğu biliyoruz. Eski düzenin (ancient regime) yıkıldı derken kendini restore edebilmiş olduğunu da biliyoruz. Romanda taşralı bir şairin ikbalinin bile liberaller ile monarşistler arasındaki tüm şiddetiyle devam eden siyasi mücadelede doğru (kazanan) tarafı seçmesinden geçtiğini görüyoruz.

Üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen anlıyoruz ki insanlar Fransız Devriminin eşitlik hedefine ulaşamamış. Sanayi ve demokrasi devrimlerinin erdemleri olan yetenek, beceri, çalışkanlık gibi nitelikler zenginliğin ve gücün belirleyicileri olamamış. Doğuştan soylu bir aileye doğmak önemini korumuş. Elbette buna rağmen soylu olmayan ama yeteneği olan kişiler (buluş peşindeki David, kalemi kuvvetli Lucien veya zeki ve çıkarcı avukat Petit-Claud gibi) bu yeteneklerinin kendilerini üne ve paraya kavuşturacağı hayalini de kurabiliyorlar. Çifte devrimlerden önce bu hayalleri kurabilmek mümkün değildi.

“Ateşli bir liberal ve Houmeau çocuğu olan Petit-Claud, yukarı kentin baskısı altında ezilen aşağı kent muhalefetinin gizli örgütçüsü, ruhu ve kurucusu haline gelmişti.”  (s. 654, III) 

Aradan geçen 200 yılda işlerin biraz daha değişmiş olmasını, kapitalizmin biraz daha kurumsallaşmış olmasını bekliyoruz. Ama “başarı”, yüksek gelir ve hızla yükselme imkânını sağlayan esas unsur nasıl o gün aristokrat bir aileye doğmuş olmak ise, bugün de zengin bir aileye doğmuş olmak. İnsanlar bugün de eşit doğmuyorlar. Kapıları açan, iddia edildiği gibi yetenek ve çalışkanlık olmuyor. Başarının siyasi tarafgirlikle değil, liyakatla belirlenmesini ne kadar istersek isteyelim, o zamanlarda da işler bugün olduğu gibi yürüyor. Lucien’in zengin olmak için ideallerinin tersine kralcıların yanını seçmesine, soylulara yaranmaya çalışmasına şaşırmıyoruz.

Romanda matbaacılık ve kâğıt üretim tekniklerinin gelişimi merkezî bir rol oynuyor. Aynen matbaanın dönemin Avrupa’sında oynadığı kritik rol gibi. Sanayi Devrimi sonrasında okuma yazma oranının yükselmesi de geniş bir okur kitlesi yaratmıştı. Bunun yanı sıra toplumsal değişim gazete ve kitaba ilginin muazzam ölçüde artmasına da neden olmuştu. Öte yandan hem matbaacılığın hem de kâğıt teknolojisinin gelişimi ile daha kaliteli ve ucuz kâğıt üretmek ve baskı yapmak mümkün hale gelmiş, gazete ve kitap basımında patlama yaşanmıştı. Birinci ciltteki kâğıt üretiminin tarihçesi, girdileri, makineleşme, Çin’in bu alandaki teknolojik üstünlüğü, toplumsal değişim dinamiklerinin mevcut kâğıt üretim teknolojisinde değişimi zorunlu kılması konularında sayfalarca süren anlatımlar, matbaacılık ve kâğıdın dönem için taşıdığı önemi bize hatırlatıyor.

“Ne zaman gazetelerin güçlü insanlar hakkında sürekli yayın yaptıklarını görürsen bil ki arkasında reddedilmiş bir çı­kar, yararlandırılmak istenmeyen hizmetler vardır.” (s. 460, II)

İkinci ciltte anlatılan yayıncılık ve gazeteciliğin kokuşmuşluğu da okur için hem tanıdık hem de şaşırtıcı olabilir. Yayınevlerinin bastığı her kitap, gazetelerin yayınladığı her yazı, başka herhangi bir kritere göre değil, sadece ticari ve siyasi çıkarlara göre belirleniyor. Gazetelerin bu işlevi hiç yabancı olduğumuz bir şey değil ama 200 sene önce de böyle olduğunu görmek insanı sarsıyor. Sayfaları hiç açılmadan, kafadan yazılan kitap tanıtımları, bedava bilet karşılığında yazılan tiyatro eleştirileri, yazarların ve gazetelerin gönderilen biletleri ve kitapları satması, gazetelerin olumlu eleştiri yazması için tiyatroların mecburen yaptıkları gazete abonelikleri, tiyatrolarda parayla tutulmuş alkışçılar ve ıslıkçılar… Böylece birbirinin sırtından geçinen, birbirlerini pohpohlayarak kamuoyunu şekillendiren bir zevat… Hem gazetecilikten hem matbaacılıktan hem hakkında yazı yazılan oyunlardan ve yazarlardan hem de ikinci elde satılan biletlerden ve kitaplardan gelen paralarla katlanan ve normal düzeyleri çok çok aşan gelirler…

Zaman değişiyor, araçlar değişiyor ama medyanın önemi değişmiyor. Sanayi Devrimi sırasında yayıncılığın özellikle de gazetelerin siyasi görüşleri ve tüketim kalıplarını biçimlendirmekte oynadığı rolü daha sonra radyo, televizyon, bugün de sosyal medya oynuyor. Özgür, bağımsız ve etik yayıncılığın taşıdığı yaşamsal önemi çok güzel anlatan başka romanlar da vardır. Ama Taşralı bir Büyük Adam Paris’te kesinlikle bunlardan birisi ve sorunun kökenlerini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

“Zenginler borçlan yüzünden asla hapse atılmaz. Tarih konu­sunda pek bilgili görünmüyorsunuz. İki tarih vardır: öğrettik­leri yalanla dolu resmi tarih, ad usum delphini, veliahta özel tarih; bir de gizli tarih, olayların gerçek nedenlerini barındıran tarih, utançla dolu tarih.” (s. 681, III)

Peki, 200 yıl önce yazılmış bir romanı niye okuyalım bugün? Sönmüş Hayaller edebiyat öğrencileri dışındakiler açısından niye cazip olsun?

Çünkü bugünkü dünyanın toplumsal ve ekonomik temelleri o zaman atıldı. Bugün ekonomik krizden iklim krizine, pandemiden yozlaşmaya, karşı karşıya olduğumuz ama çözemediğimiz ne kadar sorun varsa, hepsinin başlangıç noktası o dönemlerde atıldı; o yüzden. Bugünkü problemler şu ya da bu ülkede olmamıza, şu ya da bu iktidar tarafından yönetilmemize indirgenemez. Bunlar ancak problemlerin şiddetini, yani niceliğini etkileyebilir, niteliğini değil. Problemleri çözebilmek için onların yapısal niteliklerinin farkına varmamız gerekiyor. 200 yıl önceye gittiğimizde gördüğümüz yapısal nitelikler esas neyi değiştirmemiz gerektiğini daha iyi anlamamızı sağlıyor.

 

GİRİŞ RESMİ:


Balzac'ın Louis Boulanger tarafından yapılan portresi (solda). Adrien-Moreau tarafından üçüncü cilt için yapılan kapak resminde Eve ve David tasvir edilmiş (sağda).