"Hayatımda hiç böyle birini görmemiştim."

Ahmet Altan'ın 2021 Femina Yabancı Roman Ödülü'nü kazanan ve kasımda Everest tarafından yayımlanacak olan romanından kısa bir bölüm.

25 Ekim 2021 11:40

– Siz neyle ilgilenirsiniz?

– Antropoloji, dedi.

Öyle beklenmedik bir cevaptı ki şaşkınlıktan ağzım açık bakakalmıştım ona. Tam da beklediği tepkiyi vermiş olmalıyım ki hayatımda duyduğum en neşeli kahkahayı attı. Kahkahasının içinde birçok ses birden duyuluyordu: Sabah kuşları, kristal parçaları, taşların üstünden sekerek akan berrak bir su, Noel ağaçlarına asılan minik çıngıraklar, elele koşan küçük kızlar.

– Bayılıyorum bu kelimeye, dedi. Bunu söylediğimde erkeklerin yüzünü görmek kadar eğlenceli bir şey yok bence. Bu kelimeyi sırf bu yüzden icat ettiklerini düşünüyorum bazen.

Durup gene gülüyordu.

– Sana takıldığım için alınmıyorsun değil mi?

– Hayır, dedim, alınmıyorum.

“Hoşuma gidiyor” diyecektim ama sustum.

– İsmin ne?

– Fazıl.

– Güzel bir isim.

– Sizin isminiz Hayat galiba, demin garson söylerken duydum.

– Aslında Nurhayat ama çocukluğumdan beri herkes Hayat der.

O sırada garson rakılarla mezeleri getirdi, Hayat Hanım tabakları masaya özenle kendisi yerleştirdi.

Tabakları yerleştirirken ben de ona bakıyordum. Olgun bir ışık vardı yüzünde, güzellik denemeyecek ama güzellikten daha çekici, içinde aldırmazlığın, alaycılığın, nerdeyse bütün insanlığı kucaklıyormuş gibi görünen küçümseyici bir şefkatin bulunduğu, insanı hem çeken hem de mesafesini koruması konusunda uyaran bir ışık.

– Neye bakıyorsun, dedi.

Yüzümün kızardığını hissettim, gözlerimi kaçırıp “dalmışım” dedim. Rakılara su koydu. “Hadi,” dedi, “buranın mezeleri güzeldir. Ama sakın karnını çok doyurma, balığa yer kalsın.”

Mezeler gerçekten çok lezzetliydi, çoktandır içki içmediğim için rakı hafiften başımı döndürmeye başlamıştı. Ona bakarken, bal rengi tuvaletiyle oynarkenki hali gözlerimin önünde belirip kayboluyordu.

Balıklar gelene kadar küçük sorular sorarak bütün hikayemi öğrenmişti, galiba her şeyi anlatmıştım. Bunun nasıl olduğunu anlamamıştım, aslında kendimden böyle söz etmeyi sevmezdim. Anlattıklarımı dinledikten sonra çok sakin, doğal bir biçimde uzanıp yanağımı şefkatle okşamıştı. Susmuştuk bir süre. Sessizliği de neşesi gibi doğal ve etkileyiciydi, dokunduğu yerdeki acıyı dindiren bir şifacının eli gibi onun sessizliğinde de karşısındakinin acısını dindiren bir şey vardı ya da bana öyle gelmişti.

Garson balıkları getirdiğinde “ben belgesel seyrederim sadece” dedi, bunun da “antropoloji” gibi bir şaka olduğunu sanmıştım ama ciddiydi.

– Niye, dedim.

– Çok eğlenceli ve çok şaşırtıcı, dedi. Milyarlarca insan on iki burcun içine sığıyor, binlerce yıllık bir tecrübeyle kendi cinslerinin sadece on iki burca sığacak kadar özelliği olduğuna karar vermişler… Ama sadece böceklerin üç yüz bin türü var, hepsi birbirinden farklı… Balıklar öyle… Kuşların yaptıklarına inanamazsın… Uzay ise çok esrarengiz ve ürkütücü, tek bir noktada, minicik bir noktada on bin galaksi olduğunu keşfettiler. Bunlar eğlenceli değil mi?

Konuşurken yüzündeki o alaycı ve sevecen gülümseme hiç eksilmiyordu, sanki Tanrı bütün evreni Hayat Hanım’ı eğlendirmek için yaratmıştı, o da bu eğlencenin hakkını veriyordu.

Shakespeare’i ve “to be or not to be”yi duymuştu.

– Bu mu, dedi, insanlığın sırrı… Ölümle hayat arasında bir tercih yapmak mı?

– O söz daha ziyade bir kararsızlığı ifade ediyor bence, dedim.

– Kararsızlık mı? Benim gördüğüm insanlar çok kararlı.

– Hangi konuda kararlılar?

– Israrla aptalca kararlar vermek konusunda kararlılar… Tarih belgesellerini seyrederken aynı aptallığın sürekli tekrarlandığını görürsün.

– Nasıl aptalca kararlar?

– Sanki sorumu duymamış gibi, “Hadi balığını ye, dedi, soğutacaksın… Bir rakı daha içelim mi?”

– Olur, dedim.

Garsona iki rakı daha söyledi.

Kesinlikle bir insanın bulabileceği en eğlenceli yemek arkadaşıydı, parlak ve sürükleyici bir anlatımı vardı, kendisi de dahil herkesi ve her şeyi küçümseyen edası anlatımına ayrı bir çekicilik katıyordu, çeşit çeşit konular ateş böcekleri gibi masanın üstünde dönüp duruyordu.

Edebiyatla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Faulkner’i, Proust’u, Henry James’i hiç duymamıştı ama Hanibal’ı Kartaca’da yenen generalin Scipion olduğunu, Jül Sezar’ın savaşlarda kırmızı bir harmaniye giydiğini, yer kabuğunun sürekli kımıldayan bir ateş denizinin üzerinde yüzdüğünü, bazı kurbağaların kışın cam gibi donup, o haldeyken düşmeleri halinde porselen tabak gibi kırılıp yazın yeniden canlandıklarını, leoparların babunlarla dövüştüğünü, termitlerin her akşam yuvalarındaki çöpü dışarıya taşıdıklarını ve bunun için çöpçü birlikleri olduğunu, karıncaların kurdukları yeraltı şehirlerinde tarım yaptıklarını, alet kullanan kuşlar olduğunu, yunusların sığ sularda kuyruklarıyla kuma vurup balıkları korkuttuklarını ve korkuyla dışarıya fırlayan zavallıları havada yakaladıklarını, aslanların ortalama on yıl yaşadıklarını, bazı cins örümceklerin balık avladığını, kaplan böceklerinin dişilerinin ırzına geçtiğini, yıldızların kendi kendilerine patlayıp yok olduklarını, uzayın hiç durmadan genişlediğini ve bunlara benzer birçok şeyi biliyordu.

Zihni en ucuz eşyalarla en değerli antikaların yan yana durduğu o tuhaf ve karışık dükkanlar gibiydi. Bütün bu bilgilerden çıkardığı sonuç, görebildiğim kadarıyla, hayata karşı neşeli bir aldırmazlık, eğlenceli bir küçümsemeydi. İnsanlardan ve hayattan öyle bir tavırla söz ediyordu ki sanki hayat onun için pazardan alınmış bir oyuncaktı, onunla oynayabilir, eğlenebilir, kırılmasından ya da kaybolmasından korkmayabilirdi.

Hayatımda hiç böyle birini görmemiştim.