Allanıp pullanıp birer tüketim malzemesine dönüştürülen canlıların, çocuklarına “sermayeleriymiş gibi davrananların” hikâyeleridir Ch'oe Yun ve Yoko Tawada'nın kaleme aldıkları...
15 Kasım 2018 13:40
Her şey böyle başladı.
Başlangıcı değil, sonu buymuş gibi.
1953 yılında, Seul’da doğan, Güney Kore’nin en saygın edebiyat ödüllerine layık görülen Ch’oe Yun, kimseye ait olmak değil, deniz gibi, rüzgâr gibi özgür olmak isteyen ve 17 yaşında evden kaçan Yi Jina’nın, namıdiğer Jini’nin hikâyesini anlatır Manken’de.
Jini bir yaz günü, henüz üç aylıkken, bir reklam ajansı tarafından keşfedilir. Böylece “başkalarının tarlalarında çalıştıkları köyden ayrılıp Seul’a taşınmış olan genç çiftin hayatları en küçük kızları sayesinde düzlüğe çıkmaya” başlar. Ne ki, kısa bir süre sonra Jini’nin babası ölür. Jini, bundan böyle, erkek kardeşi Köpekbalığı, kız kardeşi Denizyıldızı, annesi Deniz Yosunu ve menajeri Denizkulağı’yla beraber sürdürür yaşamını.
Manken, Jini’nin evden kaçışıyla açılır. Zaman düz bir seyre sahip değildir Ch’oe Yun’un romanında. İleri geri gidip gelir, “bu arada” ve “bundan sonra” yaşananlar, Jini’nin yanı sıra, Köpekbalığı’nın, Denizyıldızı’nın, Deniz Yosunu’nun, Denizkulağı’nın ve yaşamı bir şekilde Jini’yle örtüşen Akrepbalığı’nın gözünden anlatılır.
Köpekbalığı “bir Jini uzmanıdır.” “Jini’ye televizyonda göründüğü ya da kameraya alındığı her dakika için ödenecek miktar”a, “vücudundaki her kıvrımın bedeline sadece Köpekbalığı karar verir. Yıllardır tek yaptığı iş bu”dur. Jini’nin “tüm bedeni Köpekbalığı’nın tekelinde” olsa da Denizyıldızı “uzun pazarlıklardan sonra Jini’nin ellerini, boynunu ve saçlarını kapsayacak şekilde” hissesini arttırmış, “bu yolla güzel para kazanmıştır.”
Şimdi, Jini’nin yokluğu, Köpekbalığı için “dünyanın ışığını” söndürmüştür. “Ama bu karanlık dünyadan nefret etmiyor”dur yine de.
Hep Jini’nin gölgesinde kalan ve “arkasına baktığında da usulca peşinden geldiğini gördüğü” tek şeyin kendi gölgesi olduğunu fark eden Denizyıldızı ön plana çıkamamanın küskünlüğüyle büyür. Birkaç ay boyunca Jini’den haber almayı bekledikten, hatta bunun için çabaladıktan sonra, korktuğunun aksine, Jini’nin yokluğuyla hiçbirinin açlıktan ölmediğini fark eder ve Jini’nin bulunmamasının hepsi için daha iyi olacağını düşünmeye başlar. “Hayatta kalmak için bazen unutmak gerektiği”ne inananlardandır Denizyıldızı. Jini’nin peşine düşmesi için bir sebebi olmadığı gibi onun gerçekte kim olduğundan da haberi yoktur.
Jini’nin annesi Deniz Yosunu, kızının hayatta olup olmadığını öğrenmek için telefon açmak yerine, “tüm insanlığın huzur bulması için dua eden,” bunun için “sürekli dağlara çıkan” bir kadındır. Beş çocuğundan ikisini kaybetmiş, geriye Jini, Köpekbalığı ve Denizyıldızı kalmıştır. Gelgelelim, kadının talihsizlikleri son bulmamıştır. Cehaletinin, gençliğinin ve tecrübesizliğinin sebep olduğu acılarla, gelecek, şimdi ve geçmiş birbirlerinin yaralarını sarsın, birbirlerini teselli etsin diye yakarır dağlarda.
Menajer Denizkulağı, Jini’yle sekiz yıl önce tanışır, Jini’yi “bugün olduğu kişi yapması” ise altı yılını alır. Denizkulağı’yla tanışmadan önce Jini, “ilkokula giden, biraz tembel ve okulu pek sevmeyen bir kız, beceriksiz ve cahil bir anne babanın en küçük çocuğu”dur.
Her ne kadar bugünkü Jini’yi o yaptıysa, Jini de bugünkü Denizkulağı’nı yapmıştır. “Jini sayesinde annelik sevgisini” öğrenmiş, yalnızlığını dindirmiştir. Tüm mutluluklarının kaynağıdır Jini. Oysa, Jini’ye duyduğu sevgiye rağmen, “kendi derdine gömülmüş” ve o da kaçırmıştır Jini’nin hayatını kökten değiştiren, ondan sesini alan olayı. Tıpkı Deniz Yosunu gibi Denizkulağı da bundan böyle geçmişin telafi edilemez pişmanlığına mahkûmdur.
Bir dalış kulübünün ufak tefek işlerinden sorumlu olan ve bir denizbilim laboratuvarında çalışan Akrepbalığı, bu dalış kulübünde Pembe Anemon’la tanışır. Evlilikle son bulan dört yıllık bir beraberlikleri olur. Evlenmeden bir gün önce birlikte dalarlar ve kendilerine doğru gelen, “neredeyse şeffaf, denizin renginden ayırmanın olanaksız gibi göründüğü mavilikte bir mayo giyen” “gizemli bir tanrıçaya,” dosdoğru Akrepbalığı’na doğru alçalan “küçük bir tanrıça”ya benzer bir kadın görürler. Bir reklam çekimi için denizin derinliklerinde süzülen Jini’dir bu kadın. Bir dakikadan uzun değildir onu gördükleri an. Ne ki, Akrepbalığı’nın hayatını damgalamıştır bir kere, denizin getirdiği bu “küçük tanrıça”yı unutması mümkün değildir. Yine de ertesi gün evlenir Pembe Anemon’la ve evlendikleri gece deniz alır götürür Pembe Anemon’u. Bundan sonra Akrepbalığı her şeyi bırakacak ve yaşamını “küçük tanrıça”sını bulmaya adayacaktır.
Bir anda karar verip çıkar Jini evden o gün, kaçtığı gün. “O âna kadar yaşadığı hayata sessiz bir kederle dönüp bakar. Bilmeden kusur işlemiş biri gibi.” Giderken neden üzüldüğünü bile tam anlayamaz aslında. “Kendini her zaman bitmek bilmez işlerin içinde bulmuş ve bu yüzden mutluluk ya da mutsuzluk gibi şeyleri düşünecek zamanı hiç olmamış” biridir Jini. “Yiyemeyeceği şeyler, yapamayacağı şeyler uzun uzun listelenmiş” biri. “Yoğun, anlamsız rutini gıkını çıkarmadan yerine getiren” biri. Dokuz, on yaşındayken “sırf güzel ve narin bir şeyi yok etmenin, savunmasız bir şeye kötülük yapmanın hazzını duymak” için boğazına eller yapışmış biri. “Sömürüyle beslenen bu hayata son vermek” için boğazına eller yapışmış biri. Bu yüzden artık konuşamayan ve sesi geri gelmeyince kendisini beden diliyle ifade etmeye başlayan biri. Dünyadaki hiçbir şeyin hiçbir zaman kendisine ait olmadığı biri. Çevresindeki insanlarla “belli bir mimik, yüzün belli bir kısmı veya ayağın biçimi ya da tırnaklar” dışında bir şey paylaşmamış biri. Yine de “bir zamanlar basit mutlulukları dileyebilen” Jini de birilerini özlemiştir muhakkak. “Güneş kumsalı aydınlatmadan hemen önce, dünya uyanmadan önce, çıplak ayakla kumların üzerinde kol kola yürümek istediği biri mutlaka olmuştur” Jini’nin de. “Ama her dilek gerçekleşmez” işte. Evden kaçtığından beri “gözlerini ancak istediği zaman açan, keyfine göre yatan, yürüyen, oturan, kalbinin atışını hissetmek için koşarken takılıp düşen” biridir Jini. Kendi gibi daha niceleri olan biri. Yerini onun “mimiklerini, ifadelerini, yürüyüşünü, gülüşünü taklit etmeye başlayan” Denizyıldızı’na bırakan biri. “Bedeni tüm ailenin her zaman suyundan beslendiği bir meyve” olan biri. Yine de “geçmişinden kurtulmayı başaran” biri. Deniz gibi, rüzgâr gibi biri…
Geri dönmeliyim, hedefim başlangıç çizgisi.
Acılar orada, başladıkları yerde bitecek.
1960 yılında Tokyo’da dünyaya gelen, sayısız ödüle layık bulunan, eserlerini hem Almanca hem Japonca kaleme alan Yoko Tawada, Bir Kutup Ayısının Anıları’nda üç kuşak kutup ayısının yaşamlarını anlatır.
“Yaşam istencim esasen pençelerimin ucunda ve dilimde toplanmış haldeydi” diye yazar bir kutup ayısı günlüğünün ilk sayfasına. Sahne kariyerine veda etmeye mecbur kaldıktan sonra “toplantıların ve konferansların yanı sıra resmi davetlere icabet etmek, sirkin resmî konukları ile ilgilenmek ve iş yemeklerine katılmak zorunda” olan bu kutup ayısı, hatırlayamadığı bazı şeyleri yazarak geri getirmek, onları yeniden yaratmak için sarılır kâğıda ve kaleme. Kapıcının önerisiyle günlük yerine otobiyografiye yönelir ve sahneye veda etmesinin ardından başlayan süreci “Normalde beni vururlardı ama şans eseri büro elemanı olarak idari işleri geçirdiler. Bir büro görevi için yeteneğim olduğunu hiç düşünmemiştim. Ama personel bölümü, yararlarına kullanabildikleri ve istismar edebildikleri sürece görevlilerin yetilerini küçümsemezdi” diye özetler. Yazılarını eski hayranlarından biri olan ve bir edebiyat dergisi çıkaran “Denizaslanı” dedikleri bir adama göstermeye karar verir. “Hayatı yazdığı cümlelerle değişen” bu kutup ayısı, sansürü, sürgünü ve ırkçılığı tadar. Biri kız, biri oğlan iki çocuğu olur. Kızın adı Toska’dır.
Doğu Almanya’da yaşayan, bale okulunu parlak bir başarıyla bitiren Toska, nihayetinde kendini sirkte bulur ve böylece yaşamı sirkte çalışan Barbara’nınkiyle kesişir; bundan böyle birdir hikâyeleri, acıları ortaktır. Annesinin aksine anılarını kaleme alamayan Toska’nın unutulup gitmesini istemeyen Barbara, onun yaşam öyküsünü yazmaya, bu sayede onu “annesinin otobiyografisinden dışarı çıkarmaya” karar verir. Ne ki, önce “ruhunu arındırmalı,” kendi hikâyesini yazıya dökmelidir. Ancak o zaman “dişi bir ayıya yer açılacaktır.” Böylelikle Barbara’nın devlet memurluğundan sirke uzanan yolculuğu, arada patlak veren savaş, “kaderin, her insanı, her an bir caniye ya da kurbana dönüştürebileceği,” Toska’ya duyduğu aşk, “bir öpüşle zamanın durdurulabildiğini öğrendiği” Ölüm Öpücüğü adındaki gösterileri serilir önümüze. Barbara’nın insan ruhunun onun ayı bedenine azar azar sızmasını sağlayan bu öpücük, Toska için “şeker tadındadır,” “mutluluğunun doruk noktasıdır” ve bu öpücük sayesinde, Barbara’nın “ruhu öpüşlerle içine aktığı için” onun yaşam öyküsünü Toska devam ettirir. Berlin Hayvanat Bahçesi’nde “Knut ile ikiz erkek kardeşini doğurduğu esnada bile kalemine dur durak tanımaz” Toska.
Annesi Toska’nın reddettiği Knut, insanlar tarafından yetiştirilen yavru bir kutup ayısıdır. Berlin Hayvanat Bahçesi’nin göz bebeği, medyanın ilgi odağıdır. Kutup ayılarının “halkın ilgisini çekmek, insan kalbine dokunmak, ilgi ve saygı uyandırmak için sirk numaralarına gereksinimleri olmadığının” canlı kanıtıdır. Ne ki, insanların sevgisi günden güne şekil değiştirecek, Knut “her gün iki saatini kamu hizmetine ayırmak” zorunda kalacaktır, dahası “üzerinden ticaret yapıldığını, yaşamının bir parçasının gazetelere hapsedildiğini, isminin insanlar tarafından, zevkleri için kullanıldığını, bedeninin avro işaretine dönüştürüldüğünü, yüzüne sahip binlerce oyuncak hayvanın yerine kurbanlık olarak satıldığını” öğrenecektir. “Siyah yas battaniyesine bürünüp bütün acılarını tek başına çekmeyi yeğlese” de kendini elleriyle ve ayaklarıyla “dünyevi kötülüklere karşı savunmak zorunda” kalacaktır.
Tıpkı Jini gibi uzaklara yolculuk etme isteğine kapılacaktır. “Kuzey Kutbu’nun serinlemiş havasında hayaller kurmak istiyordum, önümde –dedikodu ve boş laf basılı gazete kâğıtlarından farklı olarak– lekesiz beyazlığıyla ışıldayan bir kar tarlası görmek istiyordum,” diyecektir.
Bir gün onun yanında da soğuk bir rüzgâr esecektir.
Allanıp pullanıp birer tüketim malzemesine dönüştürülen canlıların, çocuklarına “sermayeleriymiş gibi davrananların” hikâyeleridir Ch’oe Yun ve Yoko Tawada’nın kaleme aldıkları. İstismara dayalı bir dünya, özünü tüketimin oluşturduğu bir gündelik hayat portresidir çizdikleri. Manken de Bir Kutup Ayısının Anıları da katman katman örülmüş, “biricik ve yeri doldurulamaz olanın” “biricikliğini ve yeri doldurulamazlık niteliğini” yitirdiği romanlardır.
Bu iki romanın “yaşam istemi içerilerden dışarıya yönelen” kahramanları, “sizi ne kadar çok sevdiğini haykırırken zevkin doruklarına çıkan ama aslında bir parça etinizi koparmaktan başka bir şey düşünmeyen, sahteliğe bayılan insanlarla dolu,” “banka hesabının sevginin yerini tutacağı düşünülen” bir dünyada, dünyadaki en zor savaşı verirler; kendilerini mecburen içlerinde buldukları hayatlara kafa tutar, ruhun bir parça huzur bulması için savaşır, kendi içlerinde birer sığınak inşa ederek özgürlüğün peşine düşer, dünyaya çıplak varlıklarını gösterirler.