“Havada tehdit kokusu vardı.”

İstanbullu yazar, yayıncı ve gazeteci Yervant Odyan’ın 1919’da sürgünden döndükten sonra tefrika halinde yayımladığı Lanetli Yıllar, Aras Yayıncılık ve Kor Kitap ortaklığıyla önümüzdeki hafta yayımlanıyor. Sürgün zulmünü Odyan’ın kendine has üslubu ve bakış açısıyla yansıtan bu eserin “Cihan Harbinin Çıkışı” adlı ilk bölümünü Tadımlık olarak yayımlıyoruz. 

18 Nisan 2022 00:02

İstanbullu bir yazar, yayıncı ve gazeteci olan, Hagop Baronyanla birlikte Ermenicenin en ünlü hiciv yazarlarından biri olarak tanınan ve soykırımın türlü aşamalarını bizzat, hem de üç buçuk yıl gibi uzun bir süre boyunca, tüm şiddetiyle yaşayan Yervant Odyan’ın 1919da sürgünden döndükten sonra tefrika halinde yayımladığı Lanetli Yıllar, Aras Yayıncılık ve Kor Kitap ortaklığıyla önümüzdeki hafta yayımlanıyor. Sürgün zulmünü Odyanın kendine has üslubu ve bakış açısıyla yansıtan bu çalışma, sunuş yazısında Krikor Beledianın da belirttiği üzere soykırım hatıratı yazınının çok önemli bir parçası. Lanetli Yıllar’ın “Cihan Harbinin Çıkışı” adlı ilk bölümünü Tadımlık olarak yayımlıyoruz. 

***

Cihan Harbi’nin Çıkışı

1914 Haziran’ında bir sabah gazeteyi açtığımda, Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Hohenberg düşesine Saraybosna’da bir suikast düzenlendiğini ve ikisinin de hayatını kaybettiğini okudum. Suikastın faili Princip adında bir Sırp delikanlıydı. O anda, haber bu denli sarsıcı olmasına rağmen, bu suikastın yakın zamanda doğuracağı korkunç sonuçlar henüz sezilemiyordu.

Gerçekten de bu suikast, kişisel olarak gerçekleştirilmiş anarşik bir eylem değildi. Bu tartışmasız şekilde siyasi bir cinayetti ve uzunca bir ön çalışmayla hazırlanmış büyük bir komplonun parçasıydı. Art arda ulaşan ayrıntılar, bu suikastın Avrupa ve özellikle Avusturya için ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

Temmuz başlarında gazeteler Avusturya’nın askeri faaliyetlerinin hissedilir bir şekilde arttığını ve bütün ülkede Sırbistan’a karşı kuvvetli bir husumet ve öfkenin hüküm sürdüğünü duyurmaya başlamışlardı bile. Ayın sonlarında, Avrupa’nın tamamını kapsayacak büyük ve umumi bir harbin dehşeti tüm dünyanın üzerinde dolaşıyor ve Avusturya, Sırbistan’a on sekiz saat süreli bir ültimatom veriyordu. Şartları Sırbistan açısından kabul edilemez olan bu ültimatom, Avusturya ile Sırbistan arasında bir savaşı kaçınılmaz hale getiriyordu. Nitekim Temmuz sonlarında sınırlarda ilk toplar ateşleniyordu. Savaş, resmi olarak 15 Temmuz’da[1] ilan edildi. Aynı tarihlerde Rus manevralarına dair haberler de yayılmaya başlamıştı. Vaziyet ciddileşmişti.

Cihan Harbi kaçınılmaz görünse de umutlar tükenmiş değildi. Büyük Devletlerin hükümetleri ortak bir anlaşma zemini oluşturabilmek veyahut hiç olmadı öyle yaptıklarına insanları inandırmak adına görüşmelerde bulunuyorlardı. Az çok belli olan şey ise Almanya ve Rusya’nın savaş istedikleriydi. İngiltere son ana kadar barış için olağanüstü şekilde gayret gösterip korkunç bir yangını engellemeye çalışsa da tüm bunlar nafileydi. 2 Ağustos Pazar günü, gazeteler savaş ilan edildiğini duyurdu. Aynı sabah İstanbul duvarlarına büyük harflerle şu ilanların yapıştırıldığını gördük:

Seferberlik var, asker olan silah altına. Seferberliğin birinci günü, Temmuz’un 21. Pazarertesi günü.[2]

Daha sonra sürgün günlerimde öğrendiğime göre, bu bildiri aynı gün taşrada, Anadolu’dan Suriye’ye kadar, vilayet merkezlerinden en ücra nahiyelere kadar her yere yapıştırılmıştı. Bu basılı kâğıtlar, mühürlü zarflarla, gizli tutulması ve ancak merkezden emir gelmesi durumunda açılması konusunda katı emirlerle aylar öncesinden her tarafa, tüm muhtarlara gönderilmişti.

Ahali bu gizli ve mühürlü zarfların içeriğini bilmese de varlığından haberdardı ve bu yüzden pek çok yerde Ermeniler, zarfların içinde bir kıyım emri olduğunu düşünüp dehşete kapılıyorlardı. Ama mesele sadece bu değildi. Cihan Harbi’nin ilanından haftalar önce seferberlik için verilmiş olan bu gizli emir, İttihatçı hükümetin Almanlara zaten satılmış olduğunu ve onların yanında savaşacaklarını gösteriyordu.

Gelelim bizim hikâyemize... O Ağustos’un tarihi ikinci pazar gününden[3] itibaren İstanbul’un çehresi birdenbire değişti, gündelik hayat bozuldu ve her tarafta genel bir kargaşa, panik havası hüküm sürmeye başladı. Herkes beklenmedik ve bilinmeyen belaların korkusunu hissetmeye başlamıştı. Bunun ilk göstergesi de açlık ve yiyecekten yoksun kalma korkusu oldu.

Herkes fırınların önüne, bakkal dükkânlarına koştu, maddi imkânları ölçüsünde erzak depolamak istedi. O pazar günü, birkaç aylık erzak depolayanlar oldu. Genel kanı savaşın iki-üç ay ancak süreceği üzerineydi. Buna rağmen endişeler giderek artıyordu.

Pazartesi sabahı Pera’da, Cadde-i Kebir’de[4] ilginç bir manzara göze çarpıyordu. Bütün bankalar kapılarını kapatmıştı. Kadınlı erkekli bir kalabalık kapıların önüne toplanmış bağrışıyor ve paralarını istiyordu. Her yanı heyecan, telaş ve ümitsizlik sarmıştı.

“Paranı alabildin mi?”
“Hayır, sen?”
“Ben de alamadım. Elime bir numara verdiler, sıramı bekliyorum.”
“Ahbaplarımdan birinin 100 lirası varmış, 10 lira vermişler.”
“Daha ne istiyor ki? Şanslıymış o... Yalnızca yüzde beşini verecekler deniyor.”
“Böyle rezalet olur mu?”

İşte bu halde herkes kendi derdine yanıyordu. Kahvehanelerdeki konuşmalar da iç açıcı değildi:

“Şehirde üç günlük un varmış...”
“Bütün yollar kapalı.”
“Beş gündür Avrupa’dan posta gelmedi.”
“Geleceği de yok.”
“Her şey pahalanacak.”
“Birkaç okka patates almalı.”

Yiyecekle ilgili bu endişelere bir de askere alınma meselesi ekleniyordu. Duvarlara yapıştırılan resmi ilanlardan başka, tellallar gün boyu sokak sokak dolaşarak kırk beş yaşın altında olanları, şubelerine giderek kaydolmaya çağırıyordu. Bu tellallar, askerlik yaşında olan İstanbullular ve aileleri için tam bir kâbus haline gelmişti. Günün her saatinde, hatta geceleri bile birdenbire davulun feci sesi etrafta yankılanıyordu. Tellalın söylediklerini duymak için herkes korku içinde pencerelere üşüşüyordu.

İşte yavaş yavaş tanıdıklar, dostlar, heybeleri omuzlarında, askere gidiyorlardı. Doğrusu, başlangıçta kimileri bedel[5] ödeyerek kimileri de dolambaçlı yollardan, geçici de olsa bu beladan kurtulmayı becermişlerdi.

Ağustos ayı içinde bir pazar günü, Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye kadar Levon Şatıryan’a eşlik ettim, otuz altı yaşındaydı ve askere gidiyordu. Pek çok tanıdık Ermeni genç toplanmıştı oraya. Manzara hüzünlü olmaktan ziyade neşeliydi.

Genel kargaşa, yiyecek satanların gidiş gelişi, bağırış çağırışları ve aynı şekilde askeri malzeme satanların kalabalığı, bu geniş alana bir nevi panayır görünümü vermişti. Dostlar neşeli yüzlerle yan yana geliyorlardı.

“Vay, sen de mi buradasın?”
“Tabii, otuzlukların içindeyim.”
“Sırtındaki heybeyi kaça aldın?”
“Yirmi beş kuruşa.”
“Kazıklamışlar seni, ben on sekiz kuruşa aldım, hem de daha büyük.”
“Bizi nereye götürecekler?”
“Bilmiyorum.”

İşte sohbetler böyle neşeyle, umursamazlıkla sürüp gidiyordu.

Biraz ötede, yanlarında herhangi bir yük taşımayan daha yaşlılar da görülüyordu.

“Bu ne böyle? Yanına bir şey almamışsın.”
“Ben kırklıkların içindeyim.”
“O zaman niye geldin?”“Dostları görmeye.”
“Birkaç güne senin de sıran gelir.”
“Oğlumu alıp gelmek için davulu bekliyorum.”
“Sadece ben değilim ya. Zengini fakiri, hepsi burada.”

Kuşkusuz bu kalabalığın içinde üzgünler, düşünceliler, henüz yarım saat önce yaşlı gözlerle ayrıldıkları sevgilileri akıllarında olan gençler de vardı. Ama çevrelerinde hüküm süren kargaşa ve heyecan onları da etkiliyor ve sonunda onlar da konuşmalara katılıyordu. O sıralar askere gitmek pek de fena bir şeymiş gibi görülmüyordu, zira herkes savaşın çok kısa süreceğini sanıyordu. Ayrıca Türkiye henüz savaşa girmemişti ve İttihatçıların, Balkan Harbi’nden henüz bir mağlubiyetle çıkmışken başka bir maceraya atılacak kadar çılgınlaşabilecekleri tahmin edilmiyordu. Askere gidenler birkaç ay talim yaptıktan sonra geri döneceklerini düşünüyordu. Hatta bu yüzden, bedel ödeme imkânı olanların çoğu askere gitmeyi tercih etti. “O elli lirayı ben yerim daha iyi!” diye düşünüyorlardı.

Hükümet resmi olarak tarafsızlığını ilan etmişti. Seferberliğe gelince, tarafsızlık kararını uygulayabilmek için kısmi silah altına alma kararı aldığını söylüyordu. O günlerde Posta Nazırı Vosgan Efendi’ye sokakta rastladım. Sohbet elbette günün yakıcı meseleleri etrafında döndü. Vosgan Efendi’yi çok kötümser gördüm.

“Bu adamlar Almanlarla birleşecek ve savaşacaklar” diyordu.

“Ama bu tam bir aptallık!” dedim.“Aptallık ya da değil, gerçek bu...”

“Peki bunun sonucu ne olacak?”

“Onlar için çok kötü, zira sonunda Almanya’nın yenileceğine kuşku yok.”

Nitekim her Ermeni gibi Vosgan Efendi de aynı şeyi düşünüyordu. “Yalnız” diye ekledi, “bizim için çok tehlikeli bir dönem olacak. Dilerim bu iş uzun sürmez.”

Hükümet sözde tarafsızlığını göstermek için sürekli birtakım tedbirler alıyordu. Böylece, savaşın başlamasından kısa süre sonra Boğazlar kapatıldı. Askeri idare emriyle gece saat 10’dan sonra kahvehanelerin, çayhanelerin, birahanelerin ve bu tarz eğlence yerlerinin kapatılmasına karar verildi, gazetelere sansür getirildi. Tarihini tam olarak hatırlamıyorum ama aynı günlerde, Fransız Sefareti’nde bulunan bir Ermeni’nin benimle mutlaka görüşmek istediği haberini getirdiler. Merak içinde sefarete gittim ve karşımda Torkom’u buldum. Piyer Loti’yle düelloya girişen Ermeni asıllı Bulgar subay. Resmini yayımlayıp onu övdüğümüz için Jamanak[6]  bir hafta kapatma cezası almış, yazıişleri müdürü Hrant Samuel de Sinop’a sürgün edilmekten Patrik Zaven’in müdahalesiyle kıl payı kurtulmuştu.

Bizim maceraperest arkadaşı görünce, “Ne işin var burada?” diye sordum.

“Bulgar ordusunu terk ettim ve kaçtım” dedi.

“Neden?”

“Çünkü o adiler, Almanya ve Türkiye’yle birleşecekler. Ben de onlarla yan yana Fransa ve İngiltere’ye karşı savaşmak istemiyorum.”

“Şimdi aklında ne var?”

“Rusya’ya geçeceğim ve Rus ordusuna katılacağım.”

Daha sonra Torkom başından geçenleri anlattı. Yeni bir askeri görevle Dedeağaç’a gönderildiği esnada kaçmış ve Edirne’den trenle İstanbul’a gelmişti.

“Eğer polisler burada olduğunu duyarsa seni tutuklayabilirler” diye uyardım.

“Şüphesiz, tam da bu sebeple buraya, Fransız Sefareti’ne sığındım. Ama maalesef daha uzun süre kalıp bu misafirperverliği suiistimal edemem. Rusya’ya doğru yola çıkmayı başarıncaya kadar kendime kalacak bir yer bulmam ve buradan ayrılmam gerekiyor. Sadece Türk polisi değil, Bulgar hükümeti de mutlaka beni takip ediyor ve İstanbul’a sığındığımı biliyordur. Bana güvenli bir yer bulman gerek.”

“Ama neresi? Senin gibi tehlikeli bir adamı yanında saklamaya kim cesaret eder?”

Uzun uzun tartıştıktan sonra hiç olmazsa o gece onu bir otele yerleştirmeye ve ertesi gün daha uygun bir yer bulmaya karar verdik. Sohbet esnasında, Torkom maddi olarak da çok güç durumda bulunduğunu, cebinde sadece birkaç frank olduğunu, kendini hiç olmazsa Odessa’ya atmak için en az bin franga ihtiyacı olduğunu söyledi. “Oraya bir ulaşırsam, başımın çaresine bakabilirim” dedi.

Tek bir çantası vardı. Çantayı bir çocuğa taşıtıp Savoy Otel’e gittim. Az sonra Torkom da geldi. Şimdi iş bin frangı bulmaya kalmıştı. Shakespeare’in dediği gibi, “İşte bütün mesele bu.”

“Zenginler vermeli. Ben millet için kendini feda etmiş bir adamım. Milletin onurunu yüksek tutmak için Paris’e kadar gittim, en becerikli düellocuyla kapıştım ve tam kalbimden yaralandım.”

Torkom gömleğini açtı ve şimdi iyileşmiş olan yaranın izini gösterdi.

“Bugüne bugün milletin şerefiyim” dedi yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle. “Bu kadarcık fedakârlığı benden esirgememeliler.”

“Haklısın” dedim, “ama zenginlerimiz o kadar korkak ki, adını duyduklarında sadece sana para vermekten çekinmeyecekler, geceleri uykuları bile kaçacak.”

“Ne yapacağız öyleyse?”

Torkom gibi birine değer verecek ve aynı zamanda da bin frangı karşılayabilecek durumda kim olabilir diye düşünüyordum. Aklıma Zohrab geldi.

“Belki ondan alabiliriz” dedim.

“Evet!” diye haykırdı Torkom. “Hem Zohrab beni iyi tanır, vicdanlı biridir. Yarın sabah erkenden gel, birlikte gidelim.”

Böylece ondan ayrıldım ve ertesi sabah erkenden yanına döndüm. Torkom hummaya tutulmuş gibiydi. Polisin, onun İstanbul’da olduğunu öğrendiğini ve kovuşturmaya başladığını haber almıştı. Aceleyle üstünü başını giydi. Çantasından deri kılıfının içinde büyük bir revolver çıkarıp beline taktı, cebine de daha küçük bir browning yerleştirdi. “Eğer sokakta tutuklamaya kalkarlarsa karşı koyacağım ve gerekirse ateş açacağım.”

Bu ruh halindeki biriyle yolda yürümek hoş bir şey değildi. Yine de ne çıkarsa bahtıma diyerek boyun eğmek zorunda kaldım. Zohrab’ın bürosunun bulunduğu Galata’daki Lacivert Han’a kadar gidecektik. Ama Torkom ondan evvel Rus Sefareti’ne uğramamızı istedi. Cadde-i Kebir’den tehlikesizce geçtik. Sefarete girince dostum orada birkaç görevliyle görüştü. Daha sonra yolumuza devam edip Lacivert Han’a vardık. Zohrab orada değildi. Bizi oğlu ve bir kâtip karşıladı. O sırada Aram Andonyan da orada bulunuyordu. Zohrab Efendi’yle görüşmek istediğimizi söyledik.

“Babam biraz önce buradaydı, nereye gitti bilmiyorum. Bekleyin, birkaç yere telefon edeyim, eğer ulaşabilirsem burada onu beklediğinizi söylerim” dedi oğlu.

Aram Andonyan’la beraber Zohrab’ın odasına girdi, bizse dışarıda, bekleme salonunda kaldık. Biraz sonra geri gelip babasıyla görüşme imkânı bulamadığını söyledi. “Eğer isterseniz bekleyin, belki de gelir” dedi.

Bir saat kadar bekledik. Bir ara Aram Andonyan beni bir kenara çekti: “Boş yere beklemeyin, Zohrab’ın geleceği yok. Oğlu konuştu, Torkom’un geldiğini, onu görmek istediğini söyleyerek büroya uğramamasını tembihledi. Zohrab da Torkom’u bir an önce bürodan uzaklaştırmaya bakmasını öğütledi.”

En nihayet öğleye doğru, kâtip, “Artık bu saatten sonra Zohrab Efendi gelmez, İstanbul’a geçmiş olmalı, zira bugün mahkemede önemli bir işi vardı. Mahkemeden sonra da doğruca vapura gider” dedi. Gerçekten de o dönem Zohrab, Büyükada’da oturuyordu. Umutlarımız tükenmiş halde dışarı çıktık.

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Torkom.

“Gerçekten bilmiyorum.”

“Ama Zohrab’ı mutlaka görmemiz gerek.”

“Ne yazık ki adada oturuyor, yoksa hiç olmazsa akşama görmeye çalışırdık.”

“O zaman yarın sabah Büyükada’ya, doğruca evine gidelim.”

Mecburen, “Gidelim” dedim.

Ertesi gün pazardı ve Zohrab’ı mutlaka evinde bulabilecektik.

Köprünün üstündeki Adalar iskelesinde buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Aynı gün Pera’da polislerin, Torkom diye, ona az çok benzeyen Sarkis Minasyan’ı tutukladıklarını duydum.

Pazar sabahı ada vapuruna gittim ama Torkom gelmedi. Büyükada’ya, Zohrab’ın evinin bulunduğu Nizam’a tek başıma gittim. Torkom’un gelmemesinden içten içe memnundum, zira Aram Andonyan’dan onun varlığının Zohrab’ı rahatsız edeceğini duymuştum. Şimdi Zohrab’la tek başıma görüşebilir ve rahatça her şeyi açıklayabilirdim.

Tesadüf, o sırada iskeleye yaklaşan Zohrab’ı gördüm. Yola beraber devam ettik. Torkom’un gelişini ve beklentisini anlattığımda birden heyecanlandı. “Aman!” diye haykırdı. “Sakın beni görmeye gelmesin! Ona de ki, maalesef şu sıra istediği parayı verebilecek durumda değilim. Eğer küçük bir meblağ olsaydı memnuniyetle... Söyle, ne olursa olsun, hemen Bolis’ten[7] uzaklaşsın, eğer yakalanırsa işi zor. Şimdi burada hava tümden değişmiş durumda...”

Zohrab’ı sakinleştirdim ve Torkom’un onu rahatsız etmemesi için elimden geleni yapacağımı söyledim. Daha sonra günlük meselelerden konuştuk. O güne dek Zohrab’ı hiç bu kadar karamsar görmemiştim.

“Korkunç günler yaşıyoruz. Bu Türkler büsbütün değiştiler, özellikle bize karşı.”

“Ne olacağından korkuyorsunuz?” diye sordum.

Çok endişeli bir sesle, “Hepimizi kırımdan geçireceklerinden korkuyorum” dedi. “Bu umumi harp onlar için bir daha asla ele geçiremeyecekleri bir fırsat.”

O günden sonra da Zohrab’la ne zaman konuşma fırsatı yakalasam onu hep aynı ruh hali içinde buldum. “Bizi katledecekler” diye tekrarlayıp duruyordu ve bu fikir onda bir takıntı haline gelmişti.

Pazartesi günü adadan İstanbul’a dönüp Jamanak’ın yazıişlerine gittiğimde, Torkom’un beni aramak üzere oraya geldiğini söylediler. Öğleye doğru telefonda görüştük.

“Rus sefaretindeyim. Öğleden sonra Rus gemisiyle Odessa’ya gideceğim, beni görmeye gemiye gel!” dedi.

“Para işini ne yaptın?” diye sordum.

“Hallettim” diye cevapladı.

Bu haber beni çok sevindirdi çünkü dostumun bu müşkül vaziyetten kurtulmasını samimiyetle arzu ediyordum. Telefonda, “Beni görmeye mutlaka gemiye gel!” diye tekrarladı. Gideceğime söz verdim ama son anda tereddüt ettim ve gitmedim. Tedbirli hareket etmekte çok da haklıymışım. Zira daha sonra duyduğuma göre polis geminin çevresini gözetim altında tutuyormuş. Aylar sonra, Torkom’un Petersburg Bulgar sefiri Radko Dimitrief’in ordusunda Galiçya sınırında savaştığını, hatta kahramanlıklar gösterip yaralandığını ve rütbesinin yükseltildiğini duyduk. Daha sonra ise Kafkasya’ya geçmiş, Ermeni kuvvetlerine katılmış ve Van’ın alınmasına katkı sağlayanlardan biri olmuş.

Cihan Harbi’nin ilk sonuçlarından biri kapitülasyonların kaldırılması oldu. Bu durum bilhassa İttihatçılar tarafından düzenlenen coşkulu halk gösterilerine vesile oldu. Hemen aynı tarihlerde Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemileri İngiliz donanmasının takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’na sığınmayı başardılar. Bir gün sonra bu iki zırhlının Türk hükümeti tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına katıldığı resmen duyuruldu. Tüm bunlar, Türkiye’nin savaşa Almanya’nın yanında girmeye hazırlandığını hissettiriyordu. Ama pek çok kişi böyle bir ihtimale hâlâ inanmıyor ve İttihatçıların böyle bir aptallık yapmaktan son anda vazgeçeceğini zannediyorlardı.

Eylül’de Çanakkale Boğazı ticaret gemilerine de kapatıldı. Türkler arasında Ermeni düşmanlığı baş göstermeye başlamıştı bile. Avrupa gazetelerinde Rus çarının bir emirnameyle Kafkas Ermenilerine bağımsızlık vaat ettiği haberinin yayımlanması da bu düşmanlığı körüklüyordu. Savaşın patlak verdiği günlerde Van’da bulunan Şark Vilayetleri Islahat Müfettişi Bay Hoff da yanındaki heyetle birlikte İstanbul’a dönmüştü.

18/31 Ekim’de gazeteler, “Osmanlı donanmasının küçük bir kısmının Karadeniz’de tatbikat yaptığı esnada, daha önce bu harekatı takip edip rahatsızlık veren Rus donanmasının nihayet düşmanlık etmeye başladığını ve Osmanlı donanmasına saldırdığını” bildirdi. Çarpışma esnasında Osmanlı donanması 5.000 tonluk Pirot adlı mayın gemisini batırmış, Rus torpido gemilerinden birine ağır hasar vermiş ve kömür yüklü bir gemiyi de ele geçirmişti. Daha sonra, Gayret-i Milliye adlı torpido gemisi tarafından atılan bir torpil, 1.100 tonluk Kubanets adlı torpido gambotunu batırmış, Muavenet-i Milliye adlı torpido gemisi tarafından atılan bir torpilse başka bir Rus sahil güvenlik gemisine ağır hasar vermişti, vesaire.

Gazeteler, denizdeki çarpışmaların “bahriyemiz lehine” devam ettiğini duyurmaktaydı. Hükümet ise Rus donanmasının bahriyemizin küçük bir kısmına yönelik bu düşmanca hareketini en sert şekilde protesto edecekti. Hemen ertesi gün Rus sefiri ile konsolosu, bir gün sonra da Fransız ve İngiliz sefirleri İstanbul’u terk ederek ülkelerine döndü. Böylece Enver ve Talat amaçlarına ulaşarak, Türkiye’yi tükenmiş ve harap bir halde çıkacağı bir maceraya sürüklediler.

Bundan birkaç gün sonra Çanakkale bombardımanı başladı ve Kafkas sınır boylarında ilk top mermileri ateşlendi. Türk basınının kiralık kalemlerinin çığırtkanlıkları ve zorla tertiplenmiş gösterilerin aksine Türkiye’nin Cihan Harbi’ne girmesi hiç de coşku yaratmamıştı. Bilakis halkı, özellikle de askerlik yaşında olanları endişeye sevk etmişti.

1/14 Kasım’da, her zamanki gibi İttihatçılar tarafından tertiplenmiş bir miting toplandı ve “Cihat” ilan edildi. Daha sonra da tüm Türk zanaatkârların, leblebicilerin, hamalların, arabacıların, kasapların vesaire katıldığı büyük bir kortej, davul zurnayla, kulakları sağır eden bir patırtıyla sokak sokak dolaştı. Ön saflarında vahşi suratlı ve acayip kıyafetli birtakım adamların kılıçlarını havada sallayarak yürüdüğü bu karmaşık güruh, Fransız, Rus ve İngiliz sefarethanelerinin önünde düşmanca gösteriler yapmak için köprüden geçip Pera’ya yöneldi.

Göstericiler bu kadarla da yetinmediler, akşama doğru Tokatlıyan kafesine saldırarak camlarını kırdılar, mobilyaları ve diğer mutfak eşyalarını parça parça ettiler, orada bulunan birkaç Hıristiyan müşteriyi de sopalarla dövdüler. Cihat ilanı, bu vahşi eylemle son buldu.

İlerleyen günlerde, aynı güruh, polis ve askerlerin de desteğiyle, Kalatarya’da[8] bulunan görkemli Rus anıtını yıktılar. Cihat ilanı, onu takip eden olaylar ve Türklerin hemen her gün değişik şekillerde tekrarlanan Hıristiyan aleyhtarı gösterileri, İstanbullularda ve bilhassa da kendilerine yönelik özel bir nefretin uç vermeye başladığı Ermenilerde endişe yaratıyordu.

Aralık ayı sonlarında Türk ordusu Kafkas sınırında başarılar elde etti. Bir gün Ardahan’ın zapt edildiğini duyduk, bu bizi hem şaşırttı hem de ümitsizliğe düşürdü. Bu zafer şaşalı bir şekilde kutlandı. Polisin emriyle tüm dükkânlar, mağazalar, hatta gazete büroları bayraklarla donatıldı. Ama kısa bir süre sonra, 1915 Şubat’ında Çanakkale’deki bombardıman şiddetlendi, bu durum Türklerin coşkusunun üzerinde soğuk bir duş etkisi yaptı. Hatta bir ara Boğaz’ın dayanamayacağı ve İngiliz savaş gemilerinin bir günde Marmara’ya çıkacağı söylendi. Dehşet verici haberler her gün ağızdan ağıza dolaşıyordu.

“Duydunuz mu, hükümet İstanbul’u terk etmeye hazırlanıyormuş.”
“İstanbul askeri idareye bırakılacakmış.”
“Düyun-u Umimiye İdaresi defterleri nakletmek için sandıklar hazırlatıyormuş.”
“İmparatorluk hazinesini boşaltıyorlarmış.”
“Bir tren Haydarpaşa’da harekete hazır vaziyette bekliyormuş.”

Haberlerin çoğu kurgu olmasına rağmen buna inananlar da mevcuttu. Savaş haberleri konusunda Wolff Ajansı’nın resmi açıklamalarıyla yetinmek zorundaydık. İstanbul’a artık Fransız, İtalyan veya İngiliz gazeteleri giremiyordu. Kimi zaman dolaylı yollardan Paris’te basılmış birkaç gazete elimize geçtiğinde yutarcasına okuyorduk. Ancak Batı Cephesi’nde önemli çarpışmalar yaşanmadığını biliyorduk. Her şey ağır ağır ilerliyordu ve artık hiç kimse savaşın birkaç ayda biteceğine inanmıyordu. Lord Kitchener bu savaşın beş ila yedi yıl kadar süreceğini söylemişti.

Rusların Avusturya sınırındaki ilerleyişi sürüyordu ve Mart ayında Przemysl’in düştüğünü duyduk. Fakat Rus ilerlemesi orada durdu. Türkler Ermenilerin hangi tarafa sempati duyduğunu biliyor, bu da onları öfkelendiriyordu. Bir gün Karagöz[9] şöyle yazdı:

“Eğer savaşın gidişatını anlamak istiyorsanız Ermenilerin yüzüne bakın. Eğer Ermenilerin yüzü gülüyorsa, demek ki Fransızlar ve Ruslar kazanıyor; yok eğer suratları asıksa, emin olun ki kazanan taraf Almanlardır.”

O sıralarda, pek inanmadığımız bir söylenti çıktı. Güya polis, Ermeni listeleri hazırlıyordu ve bu listelere göre pek çok kişi sürgün edilecekti. Birisi, “Altı bin Ermeni listeye alınmış” diye haber getiriyor, bir başkası, “Hayır, sadece iki bin kişilik bir liste varmış” diye onu düzeltiyordu. Günlerce bu listelere dair haberler aldık, ama dedim ya, pek inanmadık. Yine de tüm bu söylentiler çevremizde giderek endişe verici bir hal yaratıyordu. Havada tehdit kokusu vardı.

 

Yervant Odyan
Lanetli Yıllar: 
İstanbul'dan Der Zor'a Sürgün ve Geri Dönüş Hikâyem, 1914-1919
Ermeniceden çevirenler: Sirvart Malhasyan, Kevork Taşkıran
Aras Yayıncılık - Kor Kitap
Nisan 2022
384 s., büyük boy

 

NOTLAR: 


[1] Odyan tarihi Rumi takvime göre veriyor. 15 Temmuz 1330/28 Temmuz 1914. Osmanlı’da kullanılan Rumi ve Miladi takvimler arasındaki tarih kayması farkı, Rumi/Miladi şeklinde gösterilir. Kitap boyunca bu yöntem benimsenmiştir.

[2] 21 Temmuz 1330/3 Ağustos 1914. Buradaki seferberlik ilanı, Odyan tarafından Ermenice harflerle Türkçe olarak yazıldığından italik gösterdik. Ermenice metinde Türkçe yazılan kısımlar için kitap boyunca aynı yöntemi uyguladık.

[3] Ağustos ayının ikinci pazar günü (15 Ağustos’a en yakın pazar günü) Ermenilerin, “Üzüm Bayramı” olarak da bilinen, Meryem Ana’nın Göğe Yükseliş Yortusu olarak kutlanır.

[4] Bugün Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesi. Ermenice metinde, “şidag campa”, yani “doğru yol”.

[5] 1909’a dek Osmanlı tebaası gayrimüslimler zorunlu askerlikten bir bedel ödemek kaydıyla muaf tutuluyordu. İkinci Meşrutiyet’ten itibaren uygulanan herkes için zorunlu askerlik, imparatorluğun Ermeni tebaasını ortadan kaldırma kararından sonra ordudaki Ermeni askerler için çoğu durumda son derece yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.

[6] Jamanak (Erm. Vakit): 1908’de İstanbul’da Misak ve Sarkis Koçunyan tarafından kurulan, yayımı bugün de devam eden ve bu yönüyle Türkiye’nin halen yayımlanmakta olan en eski gazetesi unvanını elinde tutan Ermenice gazete.  

[7] Yervant Odyan, İstanbul’un Ermenice adı olan Bolis’i kullanıyor; kelimenin tam hali Gonsdantinobolis’tir (Konstantinopolis’in Ermenice söylenişi).

[8] İstanbul, Florya civarı, Şenlikköy.

[9] 1908-1968 yılları arasında yayımlanan mizah ağırlıklı Türkçe gazete.

 

GİRİŞ RESMİ:

Sürgüne gönderilmiş küçük bir Ermeni grubu Toros Dağları bölgesinde yürüyor ve bohçalarını taşıyor. Ön planda bir kadın çocuk taşıyor. Osmanlı İmparatorluğu, Kasım 1915 dolayları. Fotoğraf Armin T. Wegner tarafından çekilmiştir. [Wegner Collection, Deutsches Literaturarchiv, Marbach & United States Holocaust Memorial Museum].