Hasan Âli Yücel biyogromanına dair akla ilk düşenler...

"Bu kitabın her sayfasından bize gülümseyen, sürpriz yapan, nice düşünce tomurcukları var. Tanıl Bora bu kitabı öyle bir vukufla ve tutkuyla kaleme almış ki, insan zaman makinesine binip o döneme vardığı ve gizli gizli bir tür Türkiye tutanağı tuttuğu zehabına kapılabiliyor."

04 Şubat 2021 18:17

 

Uzak sayılan bir eski zamanda yapılmış bir haritaya dönüp o haritada üzerinde durulmaya, düşünülmeye değer noktalar saptamak ek bir güç sarfiyatını da beraberinde getirir. Güncelliğini tamamlamış eski defterlerin solgun yaprakları arasında hareket eden mini toz zerreciklerine aldırmayıp defterleri karıştırmak cesaret, sabır ve azim ister. “O toz bulutçuklarına rağmen, canlı bir kalemden, dolgun bir mürekkeple, o günlere dair yazılmış çok yönlü bir tahkiye ile karşı karşıya olduğunuzu görürseniz ne yaparsınız? O görülen nedir? Tam da görülmek istenen midir?” türü suallerle arkadaş olur, onların açtığı patikaları usul usul takip edersiniz. Sonra anlarsınız ki, merak ve keşif duygusunun geçmişin uyuyan/uyuklayan defterlerine el sürmesi bile başlı başına bir meziyet ve maharettir. Zira o defterlere ulaşmak bile nice iz sürmeler gerektirmiştir.

Tanıl Bora’nın Hasan Âli Yücel biyografisi tam da o durgun, tozlu defterlere el atıp silkelemek için ve içindeki gizli-açık manaları yoğurup yorumlayarak, büyük bir sınavın içinden çıkararak geliyor karşımıza.

O sınav tam olarak nedir?

Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ve onların ardıllarının bir tür kendi tarzlarındaki idealizmleriyle kalkıştıkları, hatta cüret ettikleri hamlelerin dar, siyah-beyaz renk aksına hapsedilmeden, geniş bir renk skalası içinde ele alınışının sırrı ve sınavı olduğunu fısıldıyor bize Bora, bu kitabın. Bu idealizmin maarif sahasındaki öncü ismi Hasan Âli Yücel etrafında geniş bir dönem romanı gibi şekillenen, örgülenen kitabın içine dalınca bir daha da çıkmak istemiyorsunuz ister istemez. Oysa ne tuhaf! Kemalist takipçilerinin bile bir hayal ve sis bulutu ardında bıraktıkları bir dönem, bir portredir sözü edilen; ve biz bu sancılı ve sarsıcı dönemi, bir tür ‘zamanının bir kahramanı’nın çok açılı bir okumasını görmekteyiz bu biyogromanda.

Her şeyden evvel cevval, akışkan bir karakteri alıp yakalamak, onu kendi özgül ağırlığı içinde, akışkanlığı içinde yer yer dondurup resmetmek zor, çok zor bir iş. Hüner gerektirir, hünerli eller gerektirir.

Tanıl Bora, elbette bilinir, memleketin düşünce dünyasına dair nice eserlere can verdi. Bizim kendimizi daha iyi anlamamıza giden yolda karılan harcın müstesna karıcılarındandır o. Yeni tarzı bizleri şaşırtsa da, onun düşünceyi bir başka bağlamda işlemedeki maharetini yeni bir vadide test edişine saydık bunu ve tutup seyre daldık. “İyi ki test ettik, seyre daldık” diyoruz, diyebilmekteyiz kitabı okuduktan sonra.

Hasan Âli Yücel’in adeta bir roman-biyografi içinde yeniden can bulması, bu ilgiyi devşirmesi tesadüf değil, çünkü Yücel dönemin bütün çelişkilerinin, meziyetlerinin, dostluk ve düşmanlıklarının bir tür bileşkesi. Onda var olana duyulan yakınlık veya uzaklık ile, o dönemde bir tür negatif ölçümle, “ne nedir, kim kimdir ve ne neyi temsil etmektedir”i bulmak mümkün. Bugünün Türkiye'sine giden yolun şifrelerini, anti-komünist histeriyi, dünya klasiklerinin zihinlere yansımasının sonuçlarını, üstelik II. Dünya Savaşı’nın netameli günleri içinde hummalı bir eğitim seferberliğinin bugüne vuran yankılarını vb. pek çok unsuru bu kitap aracılığıyla sezinleyebiliyoruz, dahası, serimleyebiliyoruz.

Arkadaşı Ruşen Kam’a, müzik âlemi jargonuna vâkıf bir biçimde, “Üstat, bir Hüseyin göstersene” diyen, ardından da 18. yüzyıla ait bir yürük semaiyi bariton sesiyle kusursuzca okuyan, hayat neşesine sahip bir Hasan Âli Yücel’dir sözü edilen. Hemen her şeyi, hatta milliyetçiliğini bile şiir formuna dökmekten hoşlanan ve “Nasıl kana bakılır koca Türk diyarında? / Ecdadımız eritmiş ulusları bağrında” diyen, Tanıl Bora’nın deyişiyle “Kan ve soya dayalı biyolojik ırkçılığı reddeden, fakat etno-kültürel, etno-dinsel ve etno-tarihsel temelde ırkçılığı yeniden üreten bir hamaset”i zevkle ve gönül huzuruyla sahiplenen, Türkiye’de üretilmiş portakalı bile, “Türk portakal” usulü bir tür yerlilik, millilik kalıbına dökmekten hoşlanan bir Hasan Âli Yücel’dir sözü edilen.

Kitapta çok sayıda tanıklıkla kişiliği teşrih masasına yatırılan Hasan Âli Yücel dostlarına da, kendisine uzak düşmüşlere de sihirli diyalog değneğini uzatır. Nurettin Topçu’nun öğretmen olarak sürüldüğü yerden alınıp İstanbul’a tayinini sağlaması, onunla bunu yüz yüze görüşerek yapması esnek karakterinin küçük bir dışavurumudur. Necip Fazıl ile başlangıçtaki yakınlıkları da sabittir. Birlikte çalıştığı insanlarla ilişki kurma biçimi o günün koşullarında sıra dışı bile bulunabilir. Herkesle konuşan, olayları yerinde inceleyen, farklı düşünceleri dinlemeye açık bir Hasan Âli Yücel’dir Bora’nın karşımıza getirdiği/çıkardığı. Mesela bir öğretmen hakkında şikâyet vardır. Ta bakanlığa çağrılır. İtham edildiği şeyleri bizzat Yücel yüzüne okur. Öğretmen geri adım atmaz, kendisini savunur, eğilip bükülmez ve çıkar gider ardından. Hasan Âli Yücel peşi sıra yetkilileri çağırıp bu öğretmenin tok sözlü olduğunu ve işinin yapılmasını ister/sağlar. William Blake, Baca Temizleyicileri şiirinde, “Herkes işini yaparsa gerek kalmaz ki / kötülükten korkmaya” mısraları ile seslenir hani... Sanki Hasan Âli Yücel bu mısraların içinde dolanıp durur da, işini yapma gayretinin kötülüğe gerek bırakmayacağını ümit eder. Ümit etmesine eder de…

Köy Enstitüleri etrafında koparılan vaveyla, kitabın hüzün dokunuşlarının en çok hissedildiği yerler. Her türden fantastik, temeli belaltı imaları içeren, tümüyle belaltı çalışan, ürkütücü, bilenmiş, sistemli saldırı/kötülük korosu karşısında giderek yalnızlaşan bir Hasan Âli Yücel... Milli Şef’in önce ve ardı sıra partisinin neredeyse topyekûn yalnızlaştırdığı, yaptıkları giderek anlaşılmamaya, dahası, kötüye yorulan bir Yücel vardır artık karşımızda. Yaptıklarının kendi bireysel terazisinde değerlendirilmesi ayrı bir şeydir, bunların toptan bir cinnete imkân verecek şekilde sağcılarca ve mukaddesatçılarca çarpıtılarak şeytanlaştırılması ayrı bir şey... Yalnızlığının gölgesinde kala kala yapayalnızlaşır Hasan Âli Yücel. Edip Cansever’in o şiirinde, “Her gün biraz daha yalnız Robespierre ve Fransa biraz uğultulu” haline yakın bir yalnızlık belki Yücel’inki. Kitapta o dönemin kaotik Türkiye'sinin belli belirsiz uğultusu da işitilir. Şiirin bir başka yerindeki, “Her yalnızlık biraz ihtilâl” deyişine uzak bir mizaca yaslanan Yücel mistikliğe, bir tür gençliğe, Mevleviliğe döner. Sınırlı bir kalıp içinde hareket etse de, çok da mecburiyet eksenine oturtmadan yapar bunu. Onun ikbal yılları bittikten sonraki yalnızlığının yankısı kitabın sayfalarından taşar ve belki de Yücel ile ilgili en çok işittiğimiz şeye dönüşür: Hüzün. Belki de hüzünlü çaresizlik... Çünkü o yalnızlığını ve sessizliğini içli bir sese dönüştürerek bizlere gösterme ümidi ile çırpındı durdu. Mesela Tonguç’un ardından yazdıkları aslında kendisinin ardından söyleneceklere yönelik bir ön okuyuş, ön dokunuştur.

Coşkun bir ırmak gibi yaşadı denebilir Yücel için. Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek’te, “Yaşamak küçültücü bir tecrübedir” diye yazar, hani bilgece bir iç çekişle. Başkaları için kolaylıkla söylenebilir bu ama Hasan Âli Yücel’in hayat şeridinin bu küçültücülüğe bir reddiye olduğunu, her türden küçültücü tezvirata rağmen kendisi kalmaya çabaladığını görmekteyiz, görebilmekteyiz.

Kader ve dava arkadaşı Tonguç ilke düzeyinde daha tok görünebilir. İlke varsa o da ilke etrafında görünür. Oysa Yücel ilkeyi hayatın davranışlarına lehimlemiştir. Kendisini savunusu karşısındakini batırarak kendisini yukarı çekmeye dayalı olmadığı için bu ilke meselesi söz düzeyinde pek ortaya dökülmez. Çünkü onun pragmatizmi, Tanpınar’ın erken tespitiyle mücerretten uzaklığı, vıcık vıcık bir oportünizmden ziyade, sözlerin karşılıklı biçimde görücüye çıktığı bir zeminde, bir tür el enselere cevaz veren bir meydanda cereyan eder. Nitekim Kâzım Karabekir’in meclis başkanlığına seçilişindeki tek muhalif oyun ona ait olması, onun gerektiğinde sürüden ayrılmaya hazır bir yönü olduğunu da göstermiyor mu bize?

Onca engele, şayiaya rağmen her şeyden evvel kendisine küsmemesi, çalışkanlığına halel getirmemesi dikkate değer. Çaresizliği hissetse de çalışmaya, yazmaya, üretmeye devam eder. Her zamanki adanmışlığı, yaptığı işe inanmışlığından ileri gelir Yücel’in. Geri kalmış bir ülkede köklü ve kapsamlı bir eğitim hamlesine girişmesi takdire şayandır her şeyden evvel. Bugün baktığımızda eleştirilecek pek çok yön bulmak mümkündür; hatta Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek’ine sığınmak, oradaki dikkate değer görüşlere tutunmak da... Fakat Hasan Âli Yücel’in yaptığı yakın inceleme teftişinden kurtarıldığında, genel mahiyette o dönem için düşünülmesi ve uygulanması zor hamle/lerdir, hakkını teslim etmeliyiz.

Ona karşı olanlar külyutmazlar familyasından oldukları iddiasındaydılar: Her şeyden evvel böyle bir atılıma girişiyorsunuz ve onlar size diyorlar ki, “hayır, siz Kuzeyin, SSCB’nin uygulamalarını bize yutturmaya çalışıyorsunuz. Durun, yutturamazsınız!” Yutmadıkları bir yana, yuttukları asıl şeyin aslında derin bir hınç ve o hınçtan dökülen düşünme karşıtlığı olduğu yıllar içinde kara kara etrafa saçılarak ortaya çıktı. Ne gam onlar için! Onlar külyutmazlar ve hep varlar. Halbuki karşı olmayı serin serin yürüten daha küçük damarcıklar da vardı. Onların sesi gür olmaya yetmedi. Kitapta Köy Enstitüleri’nin her türden kötülüğün sebebi gösterildiği o netameli dönemde onu savunanların nerede olduğu özel olarak işlenmediği için bir hayıflanma ile yetiniyoruz.

Tanıl Bora her şeyden evvel hakkaniyetli ve şefkatli bir kalem. Eleştirdiği Yücel olsun veya bir başkası olsun, başka pek çok biyografide görülen o tarafgirlikle malul aksaklıktan uzak duruyor; güya’lar seremonisi oluşturmuyor, onun kolay ve küçültücü notlarından şemsiye yapıp üstüne tutmuyor. Bu büyük bir meziyet. Harold Bloom, Shakespeare dışındaki her yazarın, çok yetenekli dahi olsa, herhangi bir yazıda eğilimlerini kolayca belli edeceğini yazar. Bora bu tür bir sınavda, “evet-hayır”, “iyi-kötü” gibi şematik ve düşünce köreltici, kirletici, çabuk taraf tutucu eğilimlere karşı dirayetli bir duruş sergiliyor, serinkanlı bir kalem geçidi sunuyor bizlere.

Bu kitabın her sayfasından bize gülümseyen, sürpriz yapan, nice düşünce tomurcukları var. Bir düşünür, bir kitabın/kurgunun kalitesinin, onun kendisini yeniden okumayı bize teklif etmesinde yattığını söylemişti. Bora’nın bu kitabı sayısız okumaya açık bir tür kurgu kitabı gibi nice nice okumaya, hatta kavgaya, didişmeye, bir daha, bir daha anlamaya/anlaşılmaya davet ediyor bizi. Nâzım’ın o güzelim şiirindeki gibi, bu çağrıya ancak ve ancak “Davetleri kabulümüzdür” diyebiliriz, diyebiliyoruz.

Galiba Oğuz Atay, bir biyografi yazmanın aynı zamanda o kişinin hayatını yaşamak anlamına geldiğini de söylemişti. Tanıl Bora bu bağlamda Yücel’in hayatını da yaşadı, bu kitabı yazarken onu duyumsadı. Gürül gürül yaşayan, şen şakrak Yücel’e refakat eden Bora bir yandan da onun refakatine de tanıklık etti. Bunu kalemini en olumsuz durumları tasvir edişte bile şen ama sakin bir biçimde kullanmaktan sakınmamasından anlayabiliyoruz.

Bir tür biyogroman demiştik kitap için. Nasıl ki Dickens’ın Mister Pickwick’in Serüvenleri iç örüntüleri olsa da, esnek dokusu ile yer değiştirmeye uygun, eğilip bükülebilir nice yöne sahipse, Bora’nın bu yeni bir türe namzet, hatta türler arası kitabı da benzer bir bükümlülüğe olanak sağlayacak bir iç forma sahip. Hani Godard’a giriş, gelişme, sonuç bölümlerine karşı olup olmadığı sorulmuş da, o da buna karşı olmadığını ama sıralarını değiştirme hakkına sahip olma şartıyla onları kabul ettiğini söylemişti. Godard gibi ileri geri sarmaya, Mister Pickwick gibi pek çok yeri alt-üst edilmeye elverişli romanlar gibi, okurun elinde bir başkalaşım tasavvuruna teslim edilecek ölçüde dinamik ve güvenli bir kitap Yücel kitabı.

Kitabı adı etrafında bir söylence olsun/oluşsun diye değil, bir okur olarak dimağıma vuran rüzgârların ilk tadı ile his yoklamasına çektim. Türkçede yazılmış dört başı mamur ilk biyografi olduğuna dair oluşan kanaatimi şimdi, şimdiden ve mübalağasız kayda geçireyim istedim. Hani Kenneth Burke, Conrad’ın Zafer adlı romanını tam bir yıl yakın okumaya tabi tutmuş, onu sözcük sözcük, imge imge deşifre etmeye çalışmış. O hesap, Hasan Âli Yücel kitabı da sözcük sözcük, fikir fikir uzun zamanlar hasredilerek okunmaya yatkın. Hani Yeni Eleştiri okulu okur tepkisini “etkileyici yanılgı” kategorisine sokar, okurun konu dışı bir faktör olduğunu, metnin içinin yegâne geçerliliğe sahip oluşundan dem vurur ya, benim de yazmış bulunduklarım bir okura ait olduğu için yanılgı kategorisine sokulabilir, sokulmalıdır da. Bunu zevkle kabul de ederim, ama kitap işte orada duruyor ve herkes kendi okumasını, kendi yanılgısını test edebilsin isterim bu kitap vesilesiyle.

Tanıl Bora bu kitabı öyle bir vukufla ve tutkuyla kaleme almış ki, insan zaman makinesine binip o döneme vardığı ve gizli gizli bir tür Türkiye tutanağı tuttuğu zehabına kapılabiliyor. Öyle değilse eğer, Cumhuriyet, Mustafa Kemal, İnönü, o günün din algısı, Mevlevilik, şiir, musiki, yeni harfler, harpten sakınmalar canlı tasvirlerle nasıl karşımıza çıktı, çıkıyor peki? Veyahut Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet, Vedat Günyol, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Orhan Veli, Ataç, Necip Fazıl, Tonguç, Can Yücel, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Pertev Naili ve daha niceleri dinamik bir tarzda, eş anlı bir biçimde o vakaların, ilişkilerin içine nasıl düştü, düşürüldü, düşürülüyor peki? Peki, zaman makinesi yok. Ama ya Tanıl Bora’nın kalemi bir zaman makinesi ise eğer; ya bize daha nice böyle çok okumalık, çok düşünmelik kitaplar armağan edecek bir sihre sahipse?