Grisélidis Réal: yazar, şair, fahişe, uyuşturucu satıcısı, mahpus, anne, âşık, ressam

"Jean Genet’yle aynı kan grubundan olan Réal’in edebiyatı, fahişelik yapan kız kardeşlerine, tüm o yalnızlıktan kaybolmuş, ölüme terk edilmiş, çok fazla sevgi vermiş ancak hiç almamış dostlara, Eleni Varikas’ın ifadesiyle 'dünyanın kırıntıları, döküntüleri olan ayaktakımına' övgü niteliğindedir."

07 Nisan 2022 18:30

Yıllar önce bir kadın arkadaşım, yazar Duygu Asena’yla ilk karşılaşmasını anlatırken: “Onu ne zaman bir televizyon programında, gazete ya da bir dergide görsem, öncelikle dikkatimi çeken, saldırgan, köşeye sıkıştıran muhatabı karşısında, söylemek istediklerini sakin bir ses tonuyla, neredeyse hiç öfkelenmeden ifade etmesiydi. Başka başka zamanlarda da bu tavrının hiç değişmediğini gördüm. Bu benim önce ona, sonra feminizme yakınlaşmama neden oldu” demişti. Ayrıca dirayetini ve inadını karşılıklı atışmalara feda etmeyip sadece kendi meselesini –derdini– ortaya koymaya çalışmasından da söz etmişti. Hep sakin, hep kendi meselesine odaklı…

Asena’daki bu sükûneti ben fark edememiştim, tıpkı Kanadalı yazar Nancy Huston’un, ölümünden 17 yıl sonra Grisélidis Réal için yazdığı Reine du réel. Lettre à Grisélidis Réal (“Gerçeğin Kraliçesi. Grisélidis Réal’e Mektup”) adlı eserine ilişkin kendi aymazlığından bahsettiği gibi:

“Uzun süre ondan nefret ettim. Erkeklerin ondan istediği her şeye razı geldiğini söylüyorduk. Hiç sorunsuz onların fantezilerini gerçekleştiriyordu. Cömert bir fahişeydi o, onu seven beyleri anlayan ve onları asla yargılamayan, ne olursa olsun her şeylerini gülümsemeyle kabul eden.”

Oysa “hikâye” hiç de öyle değildi. İsviçreli yazar, fahişe, uyuşturucu satıcısı, mahpus, yazar, anne, âşık, ressam, şair Grisélidis Réal, penceresi şehrin gece manzarasına açılan, yumuşak renklerin hâkim olduğu bir odada, şık çalışma masasının rahatlatıcı sarı-turuncu ışığı altında, gam kasavetten uzak tasvir edilemezdi elbette. Yazdıklarını yaşayan, seks işçiliğini –onun zamanındaki ifadesiyle fahişeliği– edebi eserinin nesnesi haline getiren Réal için “hikâye” gerçekten de öyle değildi. 11 Ağustos 1929’da, burjuva ve kültürlü bir çevrede, öğretmen bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu Mısır’da ve dokuz yaşında babasını yitirdiği Yunanistan’da geçti. Babasının ölümü üzerine iki kız kardeşi ve annesiyle birlikte Lozan’a geri döndü ve isyan ettiği, çok katı bir eğitim aldı. Katı ilkeleri, bastırılmış cinselliğiyle, diğer iki kızı gibi, Grisélidis’in mahremiyetini de ihlal eden annesiyse bir diğer isyan nedeniydi:

“O zamanlar doğum kontrol hapı yoktu. Hayatımın erkeğini, büyük aşkımı ararken kendimi defalarca hamile buldum, üstelik bunu isteyerek yapmadım. Üç ayrı babadan dört çocuğum oldu… Evliliğim cinsel açıdan da yürümedi, çünkü orada da sıkıntılar vardı. Aslında bütün bunlar bir tür kompleks, bir düğüm oluşturuyordu... Bu düğümün merkezindesin, durumları çözemiyorsun, tutsaksın. Sonra kaçıyorsun, isyan ediyorsun ve risk alıyorsun. Ne pahasına olursa olsun mutlu olmak istiyorsun, ama bunun herkes için aynı şekilde yürümediğini gördüğünde isyanda, meydan okumada mutlu olmaya çalışıyorsun.”

“Hikâye” belki de bu suçluluk ve isyan arasında şekillendi, ve Pasolini’nin, babayla kurulan ilişkinin, ancak babayı temsil eden Devlet’le kurulduğunda verimli olabileceğini, çünkü çocuğu bir tür canlı “sorun” olmaya zorladığını, bu durumun da şiire, düşünceye, ideolojiye, sonuç olarak da hayat kaynağına yol açtığını söylediğine benzer biçimde, bir romanın yolunu açtı: Le noir est une couleur (“Siyah Bir Renktir”). Grisélidis’in yukarıda ifade ettiği gibi, 1952’de, yirmi yaşındaki ilk evliliğinden bir oğlu, 1955’te başka bir adamdan bir kızı, 1956’da yine başka bir ilişkisinden bir oğlu, son olarak tiyatro ve müzik adamı César Gattegno’dan ise bir oğlu olmuştu. Otobiyografik romanı “Siyah Bir Renktir”de anlattığı, şizofren, siyah Amerikalı sevgilisi ve çocuklarının ikisiyle Almanya’ya giderken aklında ressam olarak hayatını kazanmak vardı:

“Ve işte gidiyorsun. Bavullar tıka basa doldu. Büyük oyuncak ayılar kendilerine yer bulamadı. Beni gerçekten inciten tek şey bu oldu, o iki büyük tüylü canavarı... üzgün bir şekilde dolaba yaslanmış halde bırakmak… Plaklarım, piyanom, el yazmalarım, kitaplarım, oraya buraya saçılmış ve hiç bulamadığım şiirlerim umurumda değildi. Çılgın bir sevinçle her şeyden vazgeçiyordum: kasvetli ve sessiz küçük bir hayat, ressamlarla modellik, her günkü sinsi sefalet.”

Altmışlı yılların Almanya’sında, siyahların çoğunluğu oluşturduğu Amerikan ordusundan askerlerle dolup taşan bir Almanya’da kendini şizofren, şiddete meyilli, para kazanmayan bu siyah Amerikalıyla Münih’te baş başa bulduğunda ve günün birinde adam ona, “Karnını doyurup çocuklarına bakmak istiyorsan para kazanmalısın, gençsin, güzelsin, kendini pazarlayabilirsin” dediğinde “hikâye” çoktan başlamıştı işte. Yakışıklı, siyah bir Amerikalıyla romantik bir hayat yaşama hayali paramparça oldu ve bütün göçebe ruhlar gibi, mantığı tamamen ortadan kaldıran tutkunun sürüklediği, dizginsiz bir özgürlüğün hayalini kuran o, aşkın şeytani yüzünü çabucak keşfetti. Kırılgandı Grisélidis ve henüz gerçek bir yetişkin değildi:

“Başlangıçta dehşet vericiydi. Sonsuza dek kayboldum dedim kendi kendime, insanların gözlerinin içine bakamıyordum”.

Oysa “Siyah Bir Renktir”in ilk cümlesi “Siyahları her zaman sevdim” diye başlıyordu. “Gizemin rengi siyah, her şeyin gölgesine yazılıdır… Siyahlar ışıktır… Terle parıldayan bu sıcak humus ormanına giriyorum, dansların uğultusunda kayboluyorum.” Genç kadın bir süre sonra Amerikan askerlerine esrar sattığı için hapsedildi. İki çocuğu kendisinden alınıp dinî eğitim veren bir yetimhaneye yerleştirildi. Hapishane günlüğü Suis-je encore vivante? (“Hâlâ Hayatta mıyım?”) o günlerin eseridir.

Réal, sefil gerçekliğe, sınırlı gündelik hayata, parasızlığa, siyah Amerikalı sevgilisi Bil’in şiddetine, korkuya, polisle saklambaç oyununa rağmen tutkularını sonuna kadar yaşamaya kararlıydı. Hapishane günlerinde eşcinsel, hırsız, yalancı, öfkeli, alkolik başka bir Kuzey Afrikalıya âşık oldu. Mémoires de l’inachevé’de (“Bitmemiş Hatıralar”) bu “hikâyenin” de yatışmadığı anlaşılır:

“Her yerim yara bere içinde, saçlarımın yarısı yolundu, kesiklerin iyileşmesi uzun sürecek. Tenimde yumruklarınla ​​yaptığın büyük siyah, mavi ve sarı su topları var. Yine de seninle kalıyorum Hassine Ahmed… Hem acının hem de sevginin geldiği bedenine yapışmış ağlayarak ve titreyerek yanında kalıyorum.”

Mémoires de l’inachevé’deki bu lirik-müstehcen şiddetin yanında, üslubunun hiperrealist, düşçü, yıkıcı, yapısökümcü tuhaf karışımını aslında neredeyse bütün eserlerinde görmek mümkündü: İki dünya birbiriyle çatışır, düzenin ve başına buyrukluğun dünyası, küçük-burjuvaların ve ne kadar yok sayılsalar da gerçek kamusallar olan seks işçilerinin, siyahların, aşağılananların dünyası…

Grisélidis Réal 1963’ün sonunda Münih’ten döndü. Cenevre’de iki üç yıl yazarak yaşamasını sağlayan bir burs sayesinde ilk kitabını yazmaya başladı. Ancak bu sürenin bitiminde, çocuklarının bakımı onu tekrar seks işçiliğine dönmek zorunda bıraktı. 1970’lerde, Fransa’da, varlığını alt üst eden ve onu yeni bir ideoloji talep etmeye iten olaylar başladı. ‘74’te bir yayıncı bulmak için Paris’e gittiğinde fahişelerin isyanı patlak verdi. Haziran 1975’te 500 seks işçisi kadınla Montparnasse Saint-Bernard Kilisesi’ni işgal edip haklarının tanınmasını talep etti. Bu işgali her şeye rağmen bir mücadeleye, insan onuru adına, toplumsal ikiyüzlülüğe karşı bir mücadeleye çevirdi.

1973 yılından 1977’ye kadar yaşadığı Paris’te, “Fahişelerin Devrimi”nin liderlerinden biri, bir aktivist oldu. 1982’de “Fahişeleri Savunma Derneği’nin kurucularından biriydi. Bir kadının ancak bir pezevenk tarafından mecbur bırakıldığı için fahişelik yaptığı iddiasını reddederek, fahişeliğin bir seçim, bir karar olabileceğini ifade etti. Réal seks işçiliğine kimsenin kabul etmeye yanaşmadığı insani ve değerli bir boyut kazandırmak isteyen, istisnai bir kadındı. 1976’da yayımlanan Carnet de bal d’une courtisane’ın (“Bir Fahişenin Balo Kartı”) önsözünde şöyle yazıyordu:

“Fuhuş bir sanattır, bir hümanizmdir ve bir bilimdir (…) Bize karşı çıkan bu ahlaki tutucular ne derlerse desinler, şefkat, zarafet, zor kazanılmış ruh ve beden bilgisi olan alanımızda rakipsiz olarak hüküm sürüyoruz. (…) Özgürüz ve özgür kalacağız, bedenlerimizden, zihinlerimizden özgürüz, kıçımızın teriyle kazandığımızparamızla özgür (…) Sadece gerçek fuhuş gönüllüdür (…). Sadece bireyleri fahişeliğe zorlayan şiddet ve zulüm yasaklanmalıdır ve bu adaletsizliğe tüm gücümüzle karşı çıkıyoruz”

Mesleğin zorluğunu kabul edip her türlü sömürüye karşı olduğunu da ifade etse de, bu kitap fahişeliğin ortadan kaldırılmasından yana olan ‘70’lerin feministleri tarafından şiddetle eleştirildi. Réal’in bu eleştirilere yanıtı ise: “Bizim sözümüzü elimizden alıyor, bizi çocuklaştırıyorlar... en kötü müşteriden bile daha beterler” olacaktı.

Belle de nuit – Grisélidis Réal, Self Portraits. Marie-Ève de Grave, 2016.

Herkes gerçekten “seçebilseydi” neyi seçebilirdi acaba? Her birey belli bir determinizmin eseridir, az ya da çok karşı konmaz eğilimlerin, koşulların ve şansın meyvesidir. Sonuç olarak özgür olan sadece irade olduğunda –bizi koşullandıran ve bizi biçimleyen şeyler dışında– insanın özgür iradesinden bahsetmek kolay değil. “Siyah Bir Renktir” bir bedenin romanıdır, Réal’in varlığının özü onun lanetli tarafında kristalleşmiş ve bu kara romana dönüşmüştür sanki. Seks işçiliği gizeminden arındırılmış, benlik bir varoluş estetiğiyle yeniden kurgulanmıştır. 1967’de bir arkadaşına yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti:

“… daha çok bir işkence bu, ruhun ve bedenin yıkımı. Her sabah, şafak vakti bitkin bir şekilde yatağıma yattığımda bir domuz sürüsünün üzerimden geçip beni çiğnediğini, ezdiğini, salyalarını akıtarak yüzüme, gözlerime, kulaklarıma, ağzıma tükürdüğünü zannediyorum. Beni neredeyse cinayete itecek bir aşağılanma ve korku duygusu. Evet, kendimi kapıp koyverirsem birini çok kolay öldürebilirim. Görüyorsun ki buna uygun değilim ve eğer çocuklarım olmasaydı yaşamak için hırsızlık yapardım, dilenmeyi tercih ederdim. Aç kalmayı, sokakta kalmayı, çöplerden yiyecek bulmayı tercih ederdim. Hapiste olmayı tercih ederim. Ama ben çocuklarıma onları yatılı okuldan alıp yanımda götüreceğime, onları mutlu edeceğime söz verdim.”

Son yıllarda Fransa’da Réal’in dili ve üslubu “Aşağılanmaya ve nefrete karşı bir direniş eylemi olarak” nitelendirilir oldu. Memleketi Cenevre’de tutulan arşivler, seks işçiliğinin saygınlığının ve profesyonelliğinin tanınması için son nefesine kadar verdiği mücadeleyi belgeliyor. Üç oğlunun, özellikle de en büyüğü Igor Schimeck’in tanıklığı, kendisine rağmen anne olan ve her şey gibi bunu da sevgi ve konformizm karşıtlığıyla üstlenen bir kadının çelişkilerine işaret ediyor. Yayıncısı Yves Pagès bu isyancı kadının edebi gelişimine dikkat çekiyor. Réal’in bir “mit”, bir “esin perisi”, bir “kraliçe” olduğundan bahsediliyor. Belki de en iyi yaptığı “mesleği” şairlikti deniyor:

“Siz ey olgun kadınlar, izin verin aksın/nefretinizin ardından gözyaşlarınız”, “Zehrinizi aldım, ta kalbimin derinliklerine/Bugünse ölüyorum, çırılçıplak ve muzafferane.”

Jean Genet’yle aynı kan grubundan olan Réal’in edebiyatı, fahişelik yapan kız kardeşlerine, tüm o yalnızlıktan kaybolmuş, ölüme terk edilmiş, çok fazla sevgi vermiş ancak hiç almamış dostlara, Eleni Varikas’ın ifadesiyle “dünyanın kırıntıları, döküntüleri olan ayaktakımına” övgü niteliğindedir. Yoksulluğa, mahpusluğa, aşağılanmaya, çocuklarının velayet mücadelesine, birbirini izleyen aşk başarısızlıklarına, sayısız kürtaja rağmen, kendisini bir kurban olarak sunmaktan çok, edebiyat yoluyla yıkıcı olduğu kadar özgür bir yaşam talep etmiştir. Vasiyeti üzerine mezar taşında: “Grisélidis Réal, yazar, ressam, fahişe” yazar.

 

KİTAPLAR:


Grisélidis Réal, Le noir est une couleur, 368 s., Éditions Balland 1974, Gallimard 2007.

Grisélidis Réal, Mémoires de l’inachevé (1954-1993), yay. haz. Yves Pagès, Paris, Verticales, 2011.

Grisélidis Réal, Suis-je encore vivante?,  Hapishane Günlüğü, Paris, Verticales, 2008.

 

GİRİŞ RESMİ:

Grisélidis Réal Cenevre Üniversitesi psikoloji bölümünde davetli olarak ders verirken.