Dünya mı fuarın aynasıydı yoksa fuar mı dünyanın, işte, onu tam olarak saptamak mümkün değildi...
19 Ekim 2017 14:58
Yayıncılık sektörünün en büyük uluslararası buluşması Frankfurt Kitap Fuarı, 10-14 Ekim tarihleri arasında, son birkaç yıldır giderek olağanlaşan güvenlik önlemleri altında dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilere kapılarını açtı. Bundan birkaç gün önce şehir, fuarın onur konuğu Fransa’nın şerefine, sanatçı Patrice Warrener’ın görkemli bir işiyle, bir ışık yerleştirmesiyle aydınlatıldı. Warrener, Lyon ve Frankfurt belediyelerinin işbirliğiyle tarihi Römer Meydanı’ndaki belediye binasını ahenkli bir biçimde renkten renge giren kırmızılar, morlar, yeşiller, maviler ve sarılarla bezemişti. Fuar için buraya akın edenler, diğer turistlerle birlikte meydanda bu ışık cümbüşünü izleyip fotoğraflar, videolar çekerken pek de cazip olduğu iddia edilemeyecek olan Frankfurt rengârenk parlıyordu... Kitap fuarının kahverengi-gri tonlarındaki bu köhne şehri parlattığı su götürmezdi ama meydandaki renkler, altı bin watt’luk projektörlerden yansıyordu. İronik bir tarafı olduğu da söylenebilirdi durumun, zira biraz ötedeki metro çıkışı civarındaki duvarların üzerinde, çağdaş sanat alanlarından Schirn Kunsthalle’nin reklam amaçlı olarak Saatchi & Saatchi ortaklığıyla gerçekleştirdiği proje kapsamında meydanda olup bitenlere tezat teşkil eden şu gibi sloganlar yer alıyordu: “Römer’de fotoğraf çekmek sanat değildir.” “Yukarıya bakmak sanat değildir.”
Frankfurt Belediye Başkanı Peter Feldmann’ın sanat anlayışı, Saatchi’nin anlayışından geniş olmalıydı, çünkü fuar etkinlikleri arasında anılan bu görkemli yerleştirmenin açılışını yaptığı sırada şu sözleri söylüyordu: “Her ne kadar kimileri, içinde bulunduğumuz bu dönemi Avrupa adına karanlık günlermiş gibi yansıtsa da bu ortak çalışmayla dostluk, bağlılık ve dayanışma adına önemli bir adım atılmıştır ve sanatın ışığı en karanlık köşeleri bile aydınlatacaktır.”1 Fuarın açılış töreninde bir araya gelen Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Makron’un mesajları da benzer çizgideydi: İki lider, fuarın açılış töreninde kültür ve edebiyatın insanları birleştirme gücünden dem vuruyor, Fransa ve Almanya’nın işbirliğinin önemini vurguluyordu. Deutsche Welle’ye verdiği demeçte Merkel, “Yazarlar fikirlerin yaratıcıları, köprülerin kurucuları olabilir,” diyordu. İşte yine burada, bu havası soğuk ama son birkaç yıldır eskisi kadar dondurucu olmayan Avrupa şehrindeydik bizler de; kitap hayallerinin peşinde, yeni eğilimleri keşfetmek üzere; gerçi dünya, Warrener’ın, gözlerinizi dikmiş baktığımız sırada nasıl olup da öyle usulca değiştiğini bir türlü anlamadığınız ışıkları gibi biz bakarken çehresini biraz değiştirmişti, ışık farklıydı şimdi; hâliyle fuar da, öne çıkan kitapları da farklı olacaktı.
Çarşamba sabahı, fuar alanında yarım saatte bir gerçekleşen görüşmelerin birinden diğerine koştururken ortalık, şehrin göbeğindeki Römer Meydanı’nın akşam parıltısından yoksun göründü gözüme. Koridorlardaki kalabalık birkaç yıl öncesindeki kadar yoğun ve coşkulu değildi; son yıllarda, telif satışına odaklı bu uluslararası buluşmaya katılan hak sahiplerinin sayısı azalmıştı; yurt dışından, özellikle Amerika’dan gelenlerin çoğu da artık eskisi gibi pazar değil cumartesi, hatta cuma akşamı ülkesine dönmeyi seçiyordu. Çarşamba gününün görece sakin havası, perşembe günü yerini her zamanki hararetli kalabalığa bıraktı ama ilk izlenim önemliydi: Fuarın ilk günü, önceki senelere kıyasla daha sönüktü sanki.
On yıllık yayıncı geçmişimle bu muazzam buluşma için on yıllardır yollara düşen kıdemli fuar katılımcılarına kıyasla genç sayılsam da daha şatafatlı, daha şaşaalı günleri ben de anımsıyordum elbette. Stephenie Meyer’in Alacakaranlık serisiyle bayrağını taşıdığı vampir temalı aşk romanı türevlerinin en beklenmedik, edebî kataloglarda bile baş gösterdiği, tarihî figürlerden kitap kahramanlarına her hikâyenin vampir versiyonunun sattığı zamanları, ardından gelen zombi “salgınlarını,” onu izleyen ve daha kısa ömürlü olsa da hatırı sayılır satış adetlerine ulaşan melek temalı kitapları, teknolojik gerilimleri ve İskandinav polisiyelerinin dünyayı şiddetle kasıp kavurduğu günleri, Gri’nin Elli Tonu’nun ardından ortalığı darmaduman eden Erotika rüzgarlarıyla erotik gerilimlerden erotik yemek kitaplarına kadar uzanan çılgınlığı, İngiltere’den çıkıp şimdi şimdi Kuzey ülkelerini esir alan ve kahramanın bir hastalık, bir yakının kaybı veya taciz gibi meselelerle boğuşmasını anlatan “sefalet” anlatılarının bağırlara basılmasını, yeni teknolojileri ilan ederken matbu kitabın ölümüne dair savrulan coşkulu kehanetleri anımsıyordum. Matbu kitap ölmemişti ama, hatta bu yıl fuar gazetelerinde okuduğum haberlere bakılırsa dünya genelinde e-kitap satışları gerilemişti; vampirler, zombiler, melekler ve sado-mazoşistlerin tantanası2 ise nihayet dinmişti. Yeni seslere ait çıkış romanlarının da sayıca azalmış olduğu göze çarpıyordu; birkaç sene önce sektör, ticarî kitapların açtığı alanların daralmasıyla da birlikte “yaşayan yazarla bir deneyim vaadi olarak kitap” fikrinden uzaklaşıp “kadri bilinmemiş kıymetlere” dönerek çağdaş klasiklerin güvenli sularına dümen kırmıştı ve geçen haftaki fuarın listeleri, bu eğilimi halen, az çok yansıtıyordu. Margaret Atwood’un beyaz cama da uyarlanan romanı Damızlık Kızın Öyküsü ya da Orwell’in 1984’ü gibi dehşetli gelecek tasavvurlarına dayalı distopyalar yeniden gündemde, hatta listelerdeydi ve distopik metinler, bunun da etkisiyle kataloglarda ön plandaydı. Son dört beş yıldır özellikle revaçta olan kurmaca-dışı metinler, insanın ya da insanlığın kaydettiği yola dairdi ve her yerdeydi: beyinden, bağırsaktan ya da avcı-toplayıcı geçmişten yola çıkan yazarların “insanın-bu-alemdeki-akıl-almaz-ve-çoğu-zaman-hatalı-varlığı”na odaklı metinlerinin gördüğü ilgi, kataloglarda yer alan yeni başlıklara bakılırsa raflara inecek olanları halen belirlemekteydi.
Hakikat-sonrası çağın, “sahte haber” gerçekliğinin iktidarında kurmaca dışı kitapların yükselmesi ancak çelişkilerle örülü distopik metinlere yaraşırdı, gelin görün ki dünya, iyiden iyiye baskıcı rejimlere, kutuplaşma atmosferine ve şiddet söylem ve eylemlerine teslim olmuş vaziyette, distopik metinlerin karanlığı ile uyum içindeydi. Kitaplar, yalnızca okur tercihlerini, arz ve talep dengelerini değil, dünyanın hâlini de yansıtıyordu.
Bu atmosferde şaşkınlık uyandırmayan, Alman Kitap Ödülü’nün Suhrkamp’ın Die Hauptstadt’ına (Başkent) verilmesiydi. Brüksel’de geçen roman, Almanya’nın gözdesi krimi janrına özgü suç temalarını ele alıyor ve -tıpkı Merkel ve Makron gibi- Avrupa Birliği’nin önemini vurguluyordu. Margaret Atwood’un Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Barış Ödülü’nü alması keza kimseyi şaşırtmadı; devir alenen Atwood’un devriydi. Öte yandan Instagram şairi Rupi Kaur’un satışı milyonları bulan ve telefon ekranından başını kaldırmayan bir kuşağı kağıtla haşır neşir olmaya zorlayan Süt ve Bal’ının gördüğü ilgi ya da tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş kaset teknolojisini kullanan genç yetişkinleri konu alan ve ancak 2009 yılında yayımlanmış olmasına rağmen bu yılki Netflix uyarlamasıyla satış grafiği yükselen Ölmek İçin On Üç Sebep gibi başlıklar3 matbu kitabın ölmediğini kanıtlamakla kalmıyor, genel beklentileri de altüst ediyordu. Giderek daha tuhaf bir yere dönüşen dünyanın şimdiki hâl ve durumu, beklentiler söz konusu olduğunda öngörüleri yaya bırakıyordu.
Bu seneki fuarın önceki senelerdeki gibi öne çıkan tek bir yıldızı ya da teması olduğunu söylemek güçse de, kurmaca-dışı kitaplarda bu yıl iyiden iyiye belirginleşen bir hususa dikkat çekmek şart: dünyanın siyasî atmosferi bunca gerginken, siyasetçiler tarafından ya da onlar hakkında kaleme alınmış metinler, bu yılki fuarın en çok konuşulanları oldu; Hillary Clinton’ın seçim hezimetine eğilen What Happened’i, Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasının arkasında yatanları açıklama iddiasını güden Hillbilly Elegy, Almanya’nın en popüler sol figürlerinden Gregor Gysi’nin anılarını ve mücadelesini anlattığı Ein Leben ist zu wenig’i bilhassa göz gönündeydi. Bu örnekler bir yana, bir başka siyasetçinin, Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde kaleme aldığı öykülerden oluşan Seher de uluslararası arenada büyük dikkat çekti ve kitabın temsilcisi Anatolialit, İtalyanca ve Hollandaca hakların satıldığını, Yunanistan, İngiltere ve Amerika’nın belli başlı yayınevlerinden gelen çoklu tekliflerin ise halen değerlendirildiğini duyurdu.
Sektörün en güçlü aktörlerinden Andrew Wylie, “Pazarlar” başlıklı panelde okurun bu günlerde sınırları aşma becerisine sahip metinlerin peşinde olduğunu belirtiyor, “yerel olan globaldir” diyerek kendi Orwell çağrışımıyla bir çiftdüşün örneğine imza atıyordu. Wylie’ye göre mesela, “Karl Ove Knausgaard’ın kitaplarına yansıyan, Norveç ve İsveç’te yaşama ait gündelik kaygılar, bizim Chicago’da, Lagos’da, Shangai’da ve Dubai’de deneyimlediklerimizle benzer” sayılırdı; yine de insanların aralarındaki farklar önemliydi, “farklar, okurları harekete geçiriyor, kitap satıyor, sorun çözüyordu.”4 Wylie’nin sözlerine doğrudan tezat teşkil eden ise, 14 Ekim Cumartesi günü Almanya salonlarından yaşananlar oldu: Radikal sağda yer alan yayıncı Antaois’in standındaki etkinliğe katılan AFD mensubu siyasetçi Bjorn Höcke Mit Linken Leben (Solcularla Yaşamak) adlı kitabını tanıtırken salonda “Naziler Dışarı” sloganları atılmış, okurlar birbirine girmişti. Die Partei mensubu Nico Wehnemann’ın saldırıya uğraması ve polis tarafından dışarı çıkarıldığı sırada olayı keyifle izleyen Neo-Nazilerin tüyler ürperten çağrışımlarıyla, “Sieg heil!” diye bağırması haberlere konu olurken tanınan bir sol figür olan Achim Bergman, radikal sağ kanatta yer alan Junge Freiheit gazetesinin standı önünde yumruklandığını duyurdu.5 Bu olaylar, sektör profesyonellerinin telif alım-satımına odaklı üç günün ardından hafta sonunda kitapseverlere de açılan Alman salonlarında yaşandı ve fuar direktörü Jürgen Boos’un nefret söylemini lanetlese de ifade özgürlüğünü korumakla yükümlü olduğunu belirtmesi, ifade özgürlüğünün kapsamına dair tartışmalara yol açtı. Her ne olursa olsun, ortalık karışık, insanlar gergindi. Dünya mı fuarın aynasıydı yoksa fuar mı dünyanın, işte, onu tam olarak saptamak mümkün değildi.
Bu sene benim başıma gelen en tuhaf şey, Kuzey ülkelerinden birinin büyük ajanslarından biriyle görüştüğüm sırada karşımdaki temsilcinin gözyaşlarına boğulması oldu; temsilcinin bahsettiği kitapta Stockholm’ün bütün azınlıkları toplama kamplarına gönderiliyor, geriye sadece örnek vatandaşlar olmak zorunda kalan insanlar bırakılıyordu. Temsilci, gayet doğal bir tavırla göz yaşlarını silerken, “Okuyalı aylar oldu, ama bahsederken hep aynısı geliyor başıma” dedi bana. Garip bir yüz ifadesi takınmış olmalıyım ki ayağa kalktı ve karnını sıvazlayıp seneye doğum izninde olacağı için fuara katılamayacağını, görüşemeyeceğmizi söyledi. Karşılıklı gülümsedik, bebekten bahsettik ve ben yarım saatlik görüşmenin sonunda onunla vedalaşıp uzaklaşırken eminim ki ikimiz de seneye dünyanın ne hâlde olacağını, nerelerde olacağımızı merak ettik.