Firar hâlindeki gerçek ve şiirin hakikati

Tarih boyunca gerçeğin peşinde koşturularak geçen upuzun ve darmadağınık süreçlerden sonra artık, gerçek kavramının oldukça kalabalık, eksikli, oynak, kaypak ve puslu bir kavram olduğunu biliyoruz...

Nedir “gerçek”? Ardından onca koşturulan, lastik gibi çekiştirilen, uğruna canlar yakılıp-kanlar akıtılan? Tam ele geçirdiğimizi sanırken, birdenbire başkalaşıveren? Geliniz: birlikte, biraz da biz düşelim peşine.

*

Gerçeğin imkânsızlığı

İktidarsal diller hep şunu dikte edip durmuşlardır: Gerçek tektir, mutlaktır, değişmezdir. Üstelik, tinsel anlamda gerçeğin peşine düşenler de uyarılmışlardır hep: Gerçek, ilahidir ve erişilmezdir; erişilse bile elde edilemez olandır. Ama yine de “gerçek”, kafamızdan içeriye akıtılır: Gerçek, önce doğrudan Tanrı'nın, giderek de Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olduğunu öne süren buyurganın söylediği, gösterdiği ve sınırladığı şeydir. Dikte edilen böyle bir gerçeğe itirazda, hele bilimsel temelli itirazda bulunulduğunda doğan fark, inanç ile bilim arasındaki: Galileo’nun yuvarlak dünyası ile Kilise'nin tepsi gibi düz dünyası arasındaki farktır. Gerçeği belirleme yetkisi ve gerçeği temsil etme tekeli yalnızca egemenliğe ait kılındığından can alıcı bir fark daha doğar: uzun işkencelerden sonra itirazcıdan geriye kalan beden artığı, odun yığınlarının tepesine mıhlanır: gerçek, titreşen alev yalımlarından ibarettir artık. Neyse ki, dumanların arasından da bir fark belirir: İfade edilmiş düşünce, madde olarak saf enerjiden ibaret olduğu için yakılamaz; yakılan bedenin külleri uçuşup kaybolup-gider ama düşünce, inanç ile bilim arasında doğan farklılaşmanın yarığından sızarak tüm dünyayı dolaşmaya koyulur: Dünyanın bütün köşelerindeki irili-ufaklı iktidarların ürettiği “gerçek”lerin her birisi, artık ikircimli, sallantılı ve sorunlu hâle gelmeye başlar. Ama yine de, cehaletin yüksek yaygınlık taşıdığı, inancın belirleyici olduğu toplumlarda ya da aynı toplumun farklı kesimlerinde gerçeklerin: inanç renklerine, algı biçimlenişlerine, verilen ideolojik dozun derecelerine... göre farklılaştıkları ve çoğullaştıkları görülür.

Ne var ki, sözü bu çerçevede tutarsak, “insan” ile “gerçek” ilişkisinin köklerini ıskalamış oluruz: Sanırım, insan ile gerçeğin birbirlerini bildikleri ve tamamladıkları birliktelik dönemi yaşanmıştır ve bu hatıra, insanın Doğa’nın sıradan bir parçası olduğu ilksel dünyaya aittir. Sonrasında ise öncelikle, “gerçek” denilenin, görünür gerçek olduğunu akılda tutmalı; insan tekilinin görünür gerçek ile ilişkisinin tamamen sorunlu bir alanda kurulduğunu da belirtmeliyiz. Sorun çocuklukla birlikte başlar. Jean Piaget, varlıklarla kurulan ilişkilerden doğan verilerin encamından söz eder; bu veriler, “Onda [çocukta] bir fotoğraf levhasının üstündeki gibi iz bırakmaz. Bunlar ‘özümlenirler,’ yani üstünde uygulandıkları canlı tarafından yeniden biçimlendirilir ve kendi özü içine yerleştirilirler.” Kuşkusuz bu “biçimlendirme” ve “yerleştirme,” sonradan eklenen yeni verileri de, önceden mevcut ve zaten gerçek ile farklılaşmış hâlde bulunanların kuyruklarına takılmaya zorlar. Goethe, yetişkinler için de vaktiyle uyarmıştır: “İlk izlenim sorunu tuhaf bir şeydir. O hep hakikatle yalanın yüksek derecede bir karışımıdır.” Lektorsky ise, önemli eklemelerde bulunur: “Nesne, bilince, ancak bilincin onu bildiği şekilde görünür.” “Algının, yani nesnel bilginin ortaya çıkışı, yalnızca duyumsal izlenimlere ya da gerçekliğin nesnel karakteristiklerini yeniden üretmeyen başka yansı çeşitlerine dayanılarak anlaşılamaz.”

Gerçeğin burkulması ve deformasyonu üzerinden gerçeğin görünür gerçek hâlinde kurulmasındaki ne’lik, bir dizi içsel ve dışsal değişkene bağlıdır. Nesnenin yalın ya da komplike yapısı, yani kendini ele verirlik ölçüsü; nesnenin bulunduğu ortamın görünürlüğe -algılanmaya elverişlilik kapasitesi; bireyin bilgi-deneyim birikimi; algı eşiğindeki yeterlilik derecesi; bireyin taşıdığı ideolojik prizmanın saptırma açısı; duyu almaçlarının o andaki elverişlilikleri,.. vb bunlardan bazılarıdır. Duyu almaçları derken, sözgelimi görme duygusunun mutlak mükemmelliğinden söz etmek olanaklı değildir; bunun için nesnenin, ortamın ve bakan gözün kurduğu uzamsal bileşkenin mükemmel olması ön-koşuldur. Göz yanılsamasını artıran ve doğrudan göz fizyonomisinden kaynaklanan bir özellik de, ışık ışınlarının retina üzerindeki etkisinde belirmektedir. Biz bakarız ama aslında göz, nesneye bakmaz; nesnenin görüntüsünü tarar. Retina, saniyenin onda biri süresinde, bir milyon parlaklık sayımı yapar ve “bir iki dakika içinde bu sayımlar, beyin kabuğundaki (korteks) nöronların toplamını aşarak birkaç milyar gibi muazzam bir sayıya ulaşacaktır.” Retinanın bu üstün çabası yine de yeterli olamaz; nesnenin beyinde oluşmakta bulunan görüntüsündeki eksiklikler, beynin elinde önceden mevcut bulunanlardan benzeşen/ benzeştirilen verilerle dolduruluverir. Bu nedenle de, yanılsamalarda en çok “göz aldanması”ndan söz edilir. Diğer yandan bir nesneyi kavramaya çalıştığımızda, nesnenin pek çok özelliğinden ancak bir bölümüne el değebiliriz. Nesneye dair elde edebildiğimiz veriler, bazen bu izlenimlerin varlığı tümüyle kucaklayamamasından, bazen de iz’lerin diğer özellikleri bile örtecek/ gölgeleyecek kadar aşırılaşıp - yığışmasından dolayı yanılsamaya açılır. Nörologların “gerçeklik maestrosu” diye adlandırdıkları talamus*, kendisine erişen bir dışsal veriyi bedenin ilgili hücresel entegrasyonlarına yönelttiğinde, dönerek kendisine geri gelen veri sayısı, altıya kadar ulaşıverir; “gerçek”, bu içsel verilerin de katılımıyla ve “elektro-manyetik dil”in içinde biçimlenerek oluşur. (Bütün bunlardan öte, hayvanların rahatlıkla duydukları çoğu sesi ve pek çok kokuyu algılayamadığımız için, bu özellikler bizim için zaten “yok”turlar.) İşte tüm bu değişkenler birleşip de algı aralığımızdan geçmekte bulunan bir veriye dönüştüğünde “görünür gerçek,” nesnenin özelliklerinin oluşturduğu gerçek ile bağlarını çoktan kopartmıştır. İş burada da bitmez; zihinsel süreçlerdeki soyutlayıcı indirgemeler; yorumlama faaliyetinin yarattığı deformasyonlar; ilgili verilerin içinde yer aldıkları anlamlandırma bağlamları; şey’lerin birbirleri üzerinden tanımlanmaları/ kavranmaları; simgelerin, eski bilgi parçalarının, çağrışımların getirip yığdığı belleksel malzemelerin, bilgi dizilerindeki boşlukların, metafor ve imgelerin süreçlere dâhil olmaları... bu kez, zaten gerçeğin taşıdığı özelliklerden farklılaşarak kurulabilmiş bulunan görünür gerçeği de kendisinden başkalaştırır. Sonuç olarak, her beynin içinde ancak kendine-özgü’lük taşıyan ama gereğinde mevcut giysilerini değiştirmeye de hazır, kendi gerçekliği bulunabilir. İş söze veya yazıya dökülmeye geldiğinde ise kavramlar, jargonlar ve dilin eğip-büküp-sınırlandıran yapısı, susku boşlukları, örnekleme ve göndermeler, tonlama ve vurgulamalar gibi ve daha pek çok etmen, gerçek olmayan bir gerçeği sergilemeye koyulurlar…

Bir deneme yazarı olarak benim 16’ncı yüzyıldan kalma büyük, büyük-büyük dedem olan pîrim Montaigne, tüm bu söz bolluğunu elinin tersiyle iter. Kısa ve öz konuşur:

Gerçek nedir?

Gerçek benim!

Gerçek,” iktidarın hizmetine koşulmuştur

Tarih boyunca gerçeğin peşinde koşturularak geçen upuzun ve darmadağınık süreçlerden sonra artık, gerçek kavramının oldukça kalabalık, eksikli, oynak, kaypak ve puslu bir kavram olduğunu biliyoruz. Yine bugün, gerçeğin “nesne” temelli değil, bağıntı temelli; bir “durum” değil, devinimler ağı içinde bir moment; “tümel” değil, tikel (göreli, parçalı ve ancak belirli özellikleri kapsayan); “tek” değil, çoğul; “sabit” değil, değişken bir yapı olduğunu söyleyebiliyoruz. Bunun böyle olduğunu bilmemiz, bizi, sunumumuzun ilk bölümünde doğan pesimist havadan kurtarabilecek nitelikte; çünkü bugün bilim ve teknoloji, hem başta görelilik olmak üzere pek çok yeni kuramı ve teknolojik olanağı masaya sürerek, hem de gerçeği, bir önceki tümcede çizmeyi denediğimiz çerçevede ele alarak, şey’ler dünyasındaki gerçeklere daha rahat erişebiliyor. Öyleyse, “gerçek”ler ile ilgili sıkıntı nerede? Doğrusu, hepimizin tamamını doğrudan ilgilendiren ve hem belirleyen, hem de alabildiğine tehdit taşıyan iki büyük sorun söz konusu: İlk sorun, Kozmos ölçeğindeki şey’ler dünyasında erişilen tüm verilerin ve bilimsel gerçeklerin yaygın olarak, Kapital tarafından kontrol edilmekte ve kullanılmakta bulunmalarıdır; ikinci sorun ise, toplumsal dinamikler ve devinimlerle ilgili tüm gerçeklik bağlamlarının ters-yüz edilerek birer iktidar silahı olarak kullanılıyor olmalarıdır. Kuşkusuz, şiddet ve korkunun, sistematize edilen yalanın ve manipülatif ikna yöntemlerinin: gerçeği belirleme + onu temsil etme + şiddet tekeli üzerinden itaatkâr tebaa yaratmakta, hatta gönüllü kulluklar inşa etmekte kullanılmaları, sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir. Oysa Büyük K ile Kapital (Kapitalizm), görünür gerçeği kendi istediği gibi inşa etmenin de çok ötesine geçmiş, toplumsal plandaki mevzisel ters-yüz etmelerle yetinmeyerek, doğrudan bireyin zihinsel ve duyusal gerçeklik duygularını istilaya koyulmuştur. Görünüşe göre Kapitalin bu işi sistemleştirmesi ve toplumları birer sirk çadırına tıkarak, illüzyonlar/ yanılsamalar dünyasında terbiye etmeye koyulması, Yankee’nin New life-style anonsu ile başlayıp, ünlü fifties-sixties boyunca serpilip-gelişen “Yeni Hayat” dönemi ile birliktedir. Oysa daha 50’li, 60’lı yıllara gelmeden düşülen bazı kayıtlar, bizi biraz daha eskilere götürecek niteliktedir; sözgelimi her ikisi de 1950’den önce yayınlanmış iki yapıttan biri olan 1984’de Orwell “Hürriyet esarettir,” “Cehalet kuvvettir” gibi topluma dayatılarak benimsetilen “yeni” gerçekleri (de) sergiler; Adorno ise kültür endüstrisi ve tüketim toplumu henüz temellenmemişken, Minima Moralia’da şu ifadeye yer verir. “Kültür endüstrisi, müşterileri tarafından yönlendirildiğine ve onlara kendi istedikleri şeyleri sunduğuna yeminle inandırmaya çalışır bizi. (…) Kültür endüstrisinin yaptığı, müşterilerinin tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları kalpazanca imal etmektir.” Her iki yazarın erken teşhislerinin ardında egemenlik ve pazar ilişkilerinin sağlıklı analizlerinin bulunduğunu söyleyebiliriz; ama esin kaynakları arasında Naziler de olmalıdır. Sözgelimi, Sargut Şölçün’ün aktardığına göre, Goebbels 1933’teki bir konuşmasında, kitlelerin kendi istekleri doğrultusunda dönüştürülüp-biçimlendirilmelerine dair şöyle konuşmaktadır: “Tamamladığımız devrim, tam bir devrimdir. Siyasal alanın tüm kesitlerini tepeden tırnağa sarmış ve değiştirmiştir. İnsanların kendi aralarındaki ilişkilerini ve varoluş sorunları ile ilgili ilişkilerini tümüyle değiştirmiş ve yeniden biçimlendirmiştir.” Öte yandan, Nazi ölüm kamplarının ana girişlerinde, koca harflerle yazılan “çalışmak özgürleştirir” sözleri de, unutulur gibi değildir. Bu söz gelir, “Irak’a demokrasi ve özgürlük götürüyoruz” diyen Bush W.’ya, “Yağmalama özgürlüğün göstergesidir” diyen Rumsfield’e, ya da “Hayata dönüş operasyonu” diye hepimizi hançerleyen müstehcen bir tümceye bağlanıverir. Bugün gerçeğin değil, geçerliliğin önde olduğu; ancak “görünür olanın” ayakta kalıp-nefes alabildiği; görselleştirilerek reklam ve eğlence dünyasına akıtılan enformatif bilgi sağanağı altında şaşkınlaştırıldığımız; yapmakta olduklarımızın ve tercihlerimizin bizim dışımızda belirlendiği bir dünyada sıkıştırıldığımız ve her birimizin içinde bitimsiz, hep yeni yeni taleplerin kaynağı olan bir derin pazarın kurulmuş bulunması ve her birimizin itaatkâr birer müşteri kılınmış olmamız, nedense, çoğumuzu ürkütmüyor gözüküyor... Oysa konu gerçeğin baş-aşağı çevrilmesinden, yalandan, “öte-gerçek”den, vb.. daha değişik ve kapsamlı hâle gelmiş bulunuyor. Ve Kapital, “tek”leştirilmiş ve doğrudan “iti”lerimize, arzularımıza ve fantazmalarımıza kadar da uzanarak geliştirilen bir algı yapılanması üzerinden, bir küresel zihin kurmakla meşgul. Carolyn F. Gerald’ın epey zaman önceki bir tümcesini anmanın zamanıdır: “Her kim imgelemimizi denetlerse, kendi gerçeğimizi bizim adımıza biçimlendirme gücüne de sahip olur.” Demokrasinin hayli açığında kalıp-debelenen toplumlarda ise kitlelerin çok uyumlu/ verimli müşteriler hâline getirilmiş bulunmaları, iktidarları tatmin etmez; otokrat/ diktatoryal yönetimi sırtlarında taşıyacak, konsolide edilmiş, monoblok kılınmış bir kitle tabanına gereksinim duyulur. Bu ise yalnızca şiddetin ve korku ikliminin başarabileceği bir şey değildir; asıl göz-bağlayıcı güç, kitlelere yalan örüntüsü içinden ve provokatif tahriklerle sürekli pompalanarak akıtılan milliyetçilik ideolojisi ve inanç pazarlamacılığıdır. Bu değinileri, Aydın Çubukçu’nun birkaç tümcesiyle bitirebiliriz: “Yalana olan ihtiyaç, hayatın baş edilemez gibi görünen belalarıdır. (…) Gerçek, herkesin yaşadığı sıkıntılardır ve yalan bu gerçeklik içinden, köpürtülmüş bir çözüm vaadi olarak doğar. (…) Kendi hayatına değil, başkalarının o hayat hakkındaki çarpıtmalarına inanan insanlar için bütün sorun, kendi hayatlarının gerçekliğinin göremez hale getirilmiş olmalarıdır.”

Gerçek karşısında şiirin hakikatı

Modern şiir, “nesnel gerçeği” ne yansıtır ne de onu betimler. Yalnızca, bedenini de parçası kıldığı zihinsel malzemelerinin içinden ve zihinsel çoklu akışlar yoluyla huzura çağırdığı –kovaladığı –buluşturduğu –ayrıştırdığı– dönüştürerek yeniden ürettiği yepyenileşmiş malzemelerinin bileşimleri ve bireşimleri yoluyla kendi hakikatini kurar. Nedir zihinsel malzeme? Doğa ve toplumla ilişkilerimizden üreyen, hayatın akışları içinde ve bu malzemenin kendi aralarındaki ilişkilerle yeniden üretime uğrayan sınırsızca im, iz, bilgi, kavram, düşünce, fantazma, düş, tasarım ve yanı sıra, bedenin damar ve sinir ağları yoluyla zihinsele dâhil olan ve önemli bölümü “duygu” formları içinde beliren uyarım’ları... Dikkat edilirse, tüm bu zihinsel malzemenin derlendiği yerler ve onların zihne akış kanalları “reel” (gündelik dil içinde kalarak söylersek, gerçek, maddi) bir zemine sahip. Ama zihinsellik bir şiiri kurarken tüm bu malzemeyi kendi kılmış bir hâlde yola çıkmaktadır ve maddi temeller çok soluk bir fona itilmiştir; zihin kendi’leştirdiği malzemesiyle ve kendisiyle baş başa kalmaktadır. Kendi üretim-evinde, kendi üretim prosesleri içinde, huzura çağırdıklarından hızla tarayıp ayırdığı, elinde tuttuğu malzemeyi imalatına katarak, işleyecektir. Bu yaratıcı üretim sürecinin eleme, birbirlerinin içinden geçirme, eksiltme, birleştirme ve dönüştürmelerle yürüyen bir “müdahale” süreci olduğunu belirtmeliyiz. Ki, ortaya çıktığında, şiirin de gerçeklere yönelmiş bir müdahale olduğu söylenilmelidir. Şöyle de ifade edebiliriz: şiir, gerçek ile geçimsizdir, daha doğrusu gerçek ile meselesi vardır. Bu mesele, en geniş anlamıyla yaşamda (içeri’ye göre dışarı’da) sunulu bulunanlarla yetinmeme inadını da kapsar ama daha öte’dir. Şiir kendi hakikatini doğal ve toplumsal “görünür” gerçeklerden/ bireysel –tarihsel –evrensel yaşanmışlıklardan yola çıkarak kurar ama verili geçeklikler dünyasında bu “hakikat”i kapsayabilecek ve onu kendinde taşıyabilecek gerçekler yoktur. Çünkü “gerçek”te yaratım değil, yapılanan/ yapılanmakta bulunan vardır ve “gerçek”te, fantazmaya, düşleme, tasarıma, vb’ne yer yoktur. Böylece zihnin, belleksel malzemesine düşlem, fantazma, tasarım ve kimi el değmedik uyarımları da kattığı ve kendi üretim evinde dönüştürdüğü, yeniden ürettiği, başkalaştırdığı ve çoğalttığı içindir ki, şiirin hakikati, “gerçek”ten daha fazla’sıdır. Ama bu üretim “gerçek” olanın bir yandan yarılıp-parçalanmasına; seçme, eksiltme, ilişkilendirme ve yoğunlaştırma gibi işlemlere dayandırılması nedeniyle de şiirin hakikati, “gerçek”ten daha eksik’tir. Daha açık söylersek, “gerçek” ve “şiirin hakikati” iki ayrı dilden konuşurlar ve bu nedenle de çakıştırılamazlar, birbirlerine tekabül ettirilemezler. Ve şiir, gidimli dilin altından kalkamadığı şeyi yapar; dolanımda tutulan ve “gerçek” denileni değil, dile getirilemeyeni, üstü örtüleni, yokluğu, belirsizliği, gölgede kalanı imgelemin dili üzerinden görünür kılar. İyi ki öyledir; çünkü şiirin hakikati dışarı’daki gerçeği borçlandırır ve onun ne’liğinin daha iyi görülmesine hizmet eder. Gerçeğe bazen onun derin yapısından, bazen bambaşka bir perspektiften ve farklı bir görme biçimi içinden yaklaşıp onu devinimi ve ilişkileri içinde ele geçirmeye yöneldikçe bizim de algı aralığımız genişler ve zenginleşiriz. İyi ki öyledir, çünkü Alain Badiou’nun Jacques Lacan’a atıfla dikkatimizi çektiği gibi, “Hakikat bütün olarak söylenemez, olsa olsa yarım yamalak söylenebilir.” (…) “Ama her hakikat, bir güç olmakla birlikte bir güçsüzlüktür aynı zamanda. Zira hakikatin yargılayabileceği şey, bütünlük (totalité) olamaz.

Hakikat ile bütünlüğün bağdaşmaz olmaları kuşkusuz modernliğin en kesin –ya da post Hegelci- dersidir.” (…) “Daha genel biçimde şöyle söylenebilir. Bir hakikat, kuşattığı şeyin bir noktasında öyle bir eşiğe varır ki, orada kendisinin Bütün’ün benlik bilinci değil, bu tekil hayat olduğu kanıtlanır.”

Sanırım bu nedenle de, bu bilgiyi zaten içinde barındıran şiirin hakikati, biricik’tir.

*

Birlikte gördük ki, ne gerçeğin ne de hakikatin peşine düşmek, onları yakalamamıza yetiyor... Nietzche de farkındaydı bunun ve uyarıyordu hepimizi: “O hâlde nedir hakikat? Metaforlardan meydana gelen seyyar bir mihmandar… Uzun süre kullanıla kullanıla insanlara sabit, kitabi ve bağlayıcı gelen bir mihmandar. Hakikatler, öyle olduğunu zamanla unuttuğumuz yanılsamalardan ibarettir.” Ama ben, öyle de olsa, “peşine düşme”nin bir devinim olarak içinde kurduğu ve bize sunduğu, o her seferinde kaleydoskop estetiğinde davranan hakikat parçalarını da, Lenin’den müdevver “gerçekleri açıklama” eylemliliklerini de sırt çantamda sevgiyle taşıyorum.

 

 

 

* İzmir, Dünya Şiir Günü’nü, 21 Mart öncesinde, Hakikat-Sonrası Çağ ve Şiir Sempozyumu ile karşıladı. Açılış konuşmasını Oruç Aruoba'nın yaptığı, Konak Belediyesi’nce düzenlenen sempozyumda, şairler "hakikat-sonrası" kavramı odağında şiire, çağa, çağ ve şiir ilişkisine bakmaya çalıştıkları konuşmalarını sundular. 16-17 Mart tarihlerinde gerçekleşen oturumların bildiri metinleri Asuman Susam- Duygu Kankaytsın tarafından hazırlanıp kitaplaştırıldı. Bu yazı da kitapta yer alan metinlerden biridir ve yazarının izniyle K24'te yayınlanmıştır.
(*): Talamus’un görevi, “(koku duyusu dışında kalan) tüm somatik (dokunmaya dayalı), görsel ve işitsel uyarıları serebruma (yani ‘istemli’ faaliyetlerin geliştirildiği bölgelere) aktarmak, bazılarına belli gecikmeler koymak, bazılarını tamamen iptal etmek ve benzeri düzenlemeleri yapmaktır. (…) Aynı zamanda, serebrumdan gelen sinyallerin beynin ve vücudun farklı yerlerine yönlendirilmesinden de sorumludur. Tam anlamıyla bir merkezî istasyon görevi görmektedir. Ancak sadece dağıtım işiyle değil, aynı zamanda yorumlama işiyle de ilgilenmektedir. Duyu organlarından gelen bilgileri ön değerlendirmeye tabi tutar ve zaten buna göre hangi bölgeye iletilmesi gerektiğine veya iletilmesine gerek olup olmadığına karar verir.”
Çağrı Mert Bakırcı; Evrim Ağacı No. 8, “Diensefalon (Ara Beyin) –Talamus”, 20.04.2012; evrimagaci.org / article / sinirbilim ve beyin
Kaynaklar
Başka Bir Estetik; Alain Badiou, Çeviri: Aziz Ufuk Kılıç; Metis Yayınları; İstanbul, 2010
 Enine Boyuna Yalan”, Aydın Çubukçu,Y eni e; S:4, s. 52-53
“Şiirin Köklerine Yolculuklar: 9”, İsmail Mert Başat, Akatalpa; S: 117, s. 2-4
“Gerçek, Gerçeklik ve Şiir”, İsmail Mert Başat, Şiirden; S:7, s. 16-19
Maddi Bir Güç Olarak Yalan”, İsmail Mert Başat,  Yeni e; S:4, s.62-64
İtiraz Yazıları, İsmail Mert Başat,  Teos Yayınları, İstanbul, 2002
Buyruk ve İtaat, İsmail Mert Başat, Everest Yayınları, İstanbul, 2006
Goethe der ki…, J. W. von Goethe, Çeviri ve Derleme: Gürsel Aytaç, T. İş B. K.Y.; 2. bs.; İstanbul, 2002
Denemeler; Montaigne, Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu, M.E.B. Y. 3. bs., İstanbul, 1964
“Biraz Faşizm Rica Edeyim” (Lionel Richard; Nazizm ve Kültür; Sargut Şölçün, Çeviri: Nesrin Güner, Kalem Yayınları, Ankara, 1985 içinde: Önsöz yazısı)
Minima Moralia, T. W. Adorno, Çeviri: Orhan Koçak & Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul, 1998
Özne Nesne Biliş, Victor Lektorsky, Çeviri: Şükrü Alpagut; Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. bs., İstanbul, 1998