Ferrante’yi Abramović’e, bizi birbirimize bağlayan şeyler

"Onarıcı bir deneyim olabilir kadınların buluşması, tıpkı Ferrante ile Abramović gibi, kendi sözcüklerini, deneyimlerini sunduğunda kadınlar birbirine, en çok da sorularını, çatlaklarından sızanları. Hisleri karşılıklı olarak söze, imgeye, sembole dökebileceğimiz arkadaşlar lazım. Bence bunu fal bakarak da yapabilirler, resimle ya da şiirle de."

Yıllardır İstanbul’da yaşayan ama pandeminin ilk yılında memleketi Bari’ye dönen arkadaşım Enza, birkaç gün önce, bir mesajlaşma uygulamasından “Performans Sanatının Büyükannesi” Marina Abramović’le ilgili bir bağlantı gönderiyor bana. MoMA’nın, New York’taki Modern Sanat Müzesi’nin düzenlediği, çevrimiçi ve canlı yayınlanacak bir söyleşinin bağlantısı bu. Abramović, 2010 tarihli “The Artist is Present/Sanatçı Burada” adlı ikonik performansını fotoğraflayan Marco Anelli’yle konuşacakmış söyleşide.

MoMA’da icra ettiği bu performansta, üç ay boyunca günde sekiz saat bir sandalyede kıpırdamadan oturur Abramović, karşısına yerleştirilmiş bir diğer sandalye de ziyaretçilerin oturabilmesi için boş bırakılmıştır. Üç ay boyunca 850.000 kişi ziyaret eder performansı ve 1.545 kişi oturur bu sandalyeye. Abramović ile karşısına oturan yabancı bazen saatler boyunca bakışırlar. (Fotoğraf sanatçısı Anelli de Abramović’in karşısına geçen her bir kişinin yüz ifadesini fotoğraflar bu arada.) Tabii, birçok celebrity’nin yanı sıra, sürpriz bir şekilde sanatçının eski sevgilisi ve sanat partneri Ulay da yirmi iki yıllık ayrılığın ardından gelip Abramović’in karşısındaki bu sandalyeye oturur. Bu karşılaşmanın bol gözyaşlı videosu yarattığı çelişkili hislerle tüyler ürperticidir. “Sanatçı Burada”, iki bakışın, iki bedenin ve en nihayetinde iki yabancının karşılaşma deneyimine adanmıştır. Başka bir ifadeyle, sınırın iki yakasında buluşmaya. İnanılmaz kırılgan ve inanılmaz meydan okuyucu olarak niteleyebileceğimiz, o tanıma ve tanınma ânına.

Deleuze, Spinoza’yı yorumlarken der ya: “Biz daha bedenin ne yapabileceğini bile bilmiyoruz”, bırakalım ruhu ve zihni, bilinci ve katmanlarını. Beden tamamen ortada bir gizemdir gerçekten de, bedeni kendinden ayıran Kartezyen bakışın adeta nesneleştirdiği, metafiziğinden kopardığı. Marina Abramović sanat yaşamı boyunca bedeniyle ve duygularıyla, karşısındakine emanet ettiği sınırlarıyla, kendini karşısındakinin sınırlarına bırakışıyla, bedenin nesneliğini sorgulamaya açışıyla bir bakıma sanatçıyı kurar ve kendini tamamlar. Bir manifestasyondur sanatçı ve manifestasyon da sanatçının kendisidir, şimdi ve burada. “Sanatçı Burada” performansı da bu yapıtın önemli bir durağıdır; sanatçının kendi tarihçesini olumladığı bir çeşit olgunluk eseri. (Kafka’nın Açlık Sanatçısı’nın yaşayamadan gittikleri!)

Bana bu bağlantıyı gönderen arkadaşım Enza bir mimar, daha ziyade görsel sanatlarla ilgili. Sanata dair bir şey Enza’nın ilgisini çekiyorsa o şeyi büyük ihtimalle “cool” bulacağımı biliyorum. Bana gelince, ben de Küçük Kadınlar’ın Jo’su olarak başladığım hayatımı hâlâ aynı minval üzere sürdürüyorum. Yani dilden, sözcüklerden, edebiyattan açılıyorum hayata ve özellikle oralardan bir şeyler taşıyorum arkadaşlarıma. Dolayısıyla, Marina Abramović’in İstanbul’daki “Akış/Flux” sergisine nasıl Enza’nın önerisiyle beraber gittiysek, Napoli Romanları Türkçeye çevrilmeye başladığında ona “Elena Ferrante’yi okudun mu?” diye soran da ben oluyorum. Birbirimize sunduklarımız, bizi birbirimize bağlayan şeyler.

Böylece Abramović’li mesajına karşılık olarak, ben de birkaç gün önce okuduğum metni gönderiyorum Enza’ya, hoş bir tesadüf bence: Marina Abramović ile Elena Ferrante’nin elektronik posta yoluyla yaptıkları, gizlilikle sürdürülmüş bir yazışma/söyleşi bu. FT Weekend Magazine’de Eylül 2021’de yayımlanmış, ben de yakın zamanda Çatlak Zemin’de yazışmanın Türkçe çevirisiyle karşılaştığım için haberdarım.[1] Meğer Elena Ferrante bir Marina Abramović hayranıymış. Hatta öyle ki, merkezinde Abramović’in 1974’te Napoli’de icra ettiği bir performansın yer aldığı bir roman yazmaya çalışıyormuş on yıllardır. İki kadının sanatsal edimlerinin garip ama birleştirici bir tezatı var gerçekten: Biri kendi bedenini sahnenin merkezine yerleştirerek, kendini öne sürerek sanatını icra ediyor; diğeri kendi bedenini sahneden dışarı sürerek, kendini ortadan kaldırarak. İlginç bir buluşma doğrusu.

Şimdi biraz Elena Ferrante’den söz edeceğim. Kim olduğunu bilmediğimiz, aslında bir takma ad olan Ferrante, “yok”luğuyla benim dikkatimi çekmişti ilkin, çünkü ilk gençliğimde, bir başka kendini “yok” eden yazar olan J. D. Salinger, yazarlarım arasında en sevdiklerimden biriydi. Kişisel edebiyat okurluğu serüvenimde en çok özdeşleştiğim karakterlerden birinin de yaş itibarıyla, Salinger’ın yarattığı yedi çocuklu Glass Ailesi’nin en küçük üyesi olan Franny Glass olduğunu söylesem, sanırım yanlış olmaz. Dünyada çok az sayıda yazara nasip olacak denli sevilmiş bir yazar olan Salinger, yazarlığının zirvesinde ortadan kaybolup sessizliğe bürünür.[2] Münzevi yazarın, tüm akranlarını sahte bulan, ama bir türlü kendi gerçeğinin çekirdeğine de varamayan, büyümeye şiddetle direnen karakter skalasının gözbebeğidir Franny ve en bilinen cümlesi de şudur herhalde: “Tam bir hiç kimse olacak cesaretim olmamasından usandım.” Ruhunu çokça hırpalayanın, kendi arzusundan yılmış olanın özlemi: Hiç kimse olmaya razı olabilmenin huzuru.[3] Belki de bir sıfır noktasının, sözgelimi doğumu ölüme eşitleyen bir çeşit önce’nin sessizliği.

İşte bizim Ferrante de edebi coğrafyanın böylesi bir yerinden sesleniyor; Salinger’ın Nirvanalaştırdığı, Romain Gary/Émile Ajar’ın oyuncu bir neşeyle ikiye ayırdığı, Pessoa’nın paramparça edip dağıttığı bir “yazar kimliği” sorunsalı tarihçesine eklemleniyor benim için. (Bizim de Sinek Isırıklarının Müellifi’miz var, kaçıngan.) Ama Ferrante bir kadın. (mı?) Evet, –bu adın arkasındaki yazarın biyolojik cinsiyeti nedir belki de bilemeyiz ama– o bir kadın ve ben bunu bir kadın okur olarak biliyorum.

İlk defa bir Ferrante metni okuduğumda, şaşırarak kapıldığım ilk hislerden biri, bütün renkleri ve jestleriyle Napoliten örtüyü sıyırıp bakınca, metnin arkasındaki yazarın hafife alınamayacak bir entelektüel olduğuydu; ki fiziki bir ülkenin yurttaşı olmaktan ziyade, daha çok sözcüklerden ve sayfalardan yapılmış kültürel bir ülkede ikamet etmektir bu. Kendisi de şöyle diyor bu konuda:

“Yazmak, aynı zamanda, okuduğumuz ve okumakta olduklarımızın, okumalarımızın kalitesinin de hikâyesidir ve nihayetinde iyi bir roman; hayatımızın temeli, başkalarıyla ilişkilerimiz, hoşumuza giden kitapların zirvesi tarafından yazılır.”[4] (Çıta daima yüksek Ferrante’de.)

İkincisi de, bu okuduğum şeyin kadınca derinliğiyle olası bir Dişil Yazın’ın (Écriture féminine’in) hası olduğuydu ki, bana mesela bugünlerde dünya çapında parlayan Annie Ernaux’yu bile nispeten hâlâ kuru gösteriyor.

Ama Ernaux’ya ne diyebiliriz ki kendisine şükran duyduğumuzdan başka, dünyanın Fransa’sına bile doğsanız, bir kadın olarak yazmak çok zor. (Liberté, Égalité, Beyoncé!) Ernaux, erken yaşta başından geçen kürtajı kaleme aldığında örneğin,[5] ya da doğum kontrol haplarından, reglden, tutkudan söz ettiğinde bu bir olay oluyor, hadi “edebiyat olayı” diyelim. Neden? Metaforsuz, reklamsız, sade cümlelerle, sınıf meselesiyle iç içe geçmiş bir kadınlık durumunun kaydını tutuyorum bile deseniz, zor. Jane Austen’ın “Bir Bayan” imzasıyla yayımladığı ilk romanından gerçekten o kadar uzakta mıyız? Bu o kadar da haksız bir soru olmayabilir bazen. Bir kadın olarak, gördüğünüzü, yaşadığınızı, hissettiğinizi öyle kolay kolay yazamıyorsunuz işte; kendi gerçeğinizi, kendi bedeninizi, bir de kendi adınızla. Yazınca “bir şey” olmuş oluyor, “dünya buna henüz hazır değil” gibi bir şey. Birdenbire yüzyıllardır dışlandığınız göstergelerin alanını dürtüklüyorsunuz, gözler dimağlar alışık değil. (Hâlâ, milyonlarca insanın oy kullanacağı seçim öncelerinde, sektirmeden, dünyanın birtakım ülkelerinde kürtaj ve başörtüsü –perdesiz ev– tartışmasına maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. “Büyük olaylar” dönüyor yani biz kadınların bedeni üzerinden, bazen gönüllü/gönülsüz aracılığımızla.)

Aslına bakılırsa, Ferrante tam bu yüzden bir yok-kadın-yazar olmayı seçiyor biraz da, kendini yayımladığı kitaplardan ayırmak isteyişinin kadın oluşuyla doğrudan ilgisi olduğunu düşünüyorum. Tavizsiz bir özgürlük için mi, yazanı ve yazıyı birbirinden ayırmak, yoksa bir feda eylemi mi? Yazara göre başka türlüsü mümkün olmayan bir ayrılma bu, zorlantılı bile denebilir belki. (Bu bir beden sorusu aynı zamanda: Sokakta yürüyen beden ile o bedenin yazdığı kitabı birbirinden “radikal bir şekilde” ayrı tutmak. Bu ifadeyi kullanıyor Ferrante.) ‘90’larda başlayan edebiyat yaşamı boyunca bu seçimine dair birçok farklı açıklama yapmış, ama sanki hep anneye dair bir alana, ayrılma-bireyleşme süreçlerine yapılan vurguya açılıyor Ferrante’de yazıdan ayrılış:

“Şimdi ben kitaplarımı yanıma katıp dünyayı dolaşsam, yetişkin yaşında bile çocuklarının yanından ayrılmayan, her fırsatta onların yerine konuşan, hatta utanç verici biçimde övgüler düzen anneler gibi hissederim kendimi.”[6]

Ferrante’nin Nani, Nina, Leda, Lila, Elena, Lenu gibi isimler taşıyan kadın karakterleri bir resmi çağrıştırıyor daima bana; Duchamp’ın kübistlerce de, fütüristlerce de reddedilen Merdivenden İnen Çıplak’ını, soyut hareketin içinde tek kadında görülen bir sürü kadını. Yazınsal matriste kurulmuş, sembolik oyuncak bebeğe, kız çocuğuna, kız kardeşe ve anneye ait bütün o dişil varoluşsal momentler toplamını; rekabet ve haset başta olmak üzere bütün ruhsal ve cinsel açılımlarıyla, babaların ve eşlerin daha çok dolayım olarak oyuna katıldığı. “Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu”, başka bir ifadeyle. Frantumaglia’da geçmişte çok okuduğunu belirttiği Melanie Klein ve Luce Irigaray ile “aşılmaz” bir hikâye anlatıcısı olduğunu söylediği Elsa Morante arasında bir yere konumlayıp bırakalım öyleyse şimdilik Ferrante’nin burada ele aldığımız biçimiyle yazarlığını.[7] Sınırın iki yakasına, Abramović ile Ferrante karşılaşmasına geri dönelim.

Marina Abramović ne kadar burada (present) ise, Elena Ferrante o kadar burada değil (unpresent), denebilirdi. Ama bir yandan da tam tersi işliyor: “Çalınan Mektup” gibi Abramović, o kadar ortada ki görünmüyor, Ferrante ise altı kalınca çizili yokluğuyla adeta her yerde. İki kadın karşılıklı kahve içiyormuş gibi akan bir sohbet, Abramović “Şekeri uzatır mısınız?” der gibi bir jestle kuruyor yakınlığı: “Performans sanatı ancak cesur seçimlere açık olursanız radikal olabilir, tıpkı sizin de yazdıklarınızla ve göz önünde bulunmama kararınızla yaptığınız gibi. Nedenini sorabilir miyim?”[8] Sonra dertleşiyorlar biraz, Ferrante genç bir kızken kendisini “karmakarışık bir düğüm” gibi hissettiğinden ve her şeyden utandığından, Abramović de çocukluğu ve ergenliği boyunca Çirkin Ördek Yavrusu masalıyla nasıl özdeşleştiğinden söz ediyor. Yumurtanın kabuğu ilk performansla çatlıyor, düğüm yazıyla çözülüyor; iki kadın da özgün sanatsal yöntemini kurmakla özgürleşiyor. Güzel ayrılışlar da var; Abramović sanatçının cinsiyetine inanmadığını söylüyor örneğin.

“Bunun kulağa iddialı bir ifade gibi gelebileceğinin farkındayım ama ben daima sanatçının toplumun bir hizmetkârı olduğunu hissetmişimdir. Eğer yaratıcılığınız varsa onu paylaşmak zorundasınız, çünkü o sadece size ait değil. Ayrıca yaratıcılık erkek ve kadına özgü olmaktan çıkarılmalı. Bence sadece iki tür sanat vardır: İyi sanat ve kötü sanat.”

Ferrante ise cinsiyeti adına mücadeleden yana:

“Bir daha hiçbir kadının kendi dehasını ortaya koymak için kocasının ölmesini beklememesi adınasavaşmalıyız. (…) Savaşmalıyız ki, bu gezegende şimdiye dek görülen en büyük, en uzun ve en aptalca israf sona ersin: Kadın zekâsının ve yaratıcılığının israfı.”

Sonunda bu teatinin gerçek bir zevk olduğunu söyleyerek yazışmayı sonlandırıyor Ferrante. “Kahve için teşekkürler, ben de beklerim” der gibi.

Öyleyse, onarıcı bir deneyim olabilir kadınların buluşması, tıpkı Ferrante ile Abramović gibi, kendi sözcüklerini, deneyimlerini sunduğunda kadınlar birbirine, en çok da sorularını, çatlaklarından sızanları. En azından kitap kapakları böyle söylüyor. Yakın zamanda Rebecca Solnit’in Yokluğumdan Aklımda Kalanlar kitabı geçiyor elime, kapağında stilize, kulpsuz bir fincan/kâse var, üzerinde çatlaklar. Kitaplığıma gidiyorum ve Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat’ı ile Bell Hooks’un Duygu Yoldaşlığı’nı arıyorum raflarda. İkisinin kapağında da kırılmış fincanlar. Gürbilek’in dantel örtünün üzerindeki fincanı altın tozuyla onarılmış, kadim Japon kintsugi tekniğiyle. Yalnız ve zarif. Hooks’un pembe, neşeli fincanı onarılmamış, kırılan parçaları zeminde duruyor, telveden anladığıma göre biraz önce birbirine fal bakan hanımlar sanki “aman bırak, kalsın” demişler, öyle bir rahatlığı var.

Acaba kapakları tasarlayanlar nasıl çağırdılar bu imgeyi, diye düşünüyorum. Kadının kırılgan bir canlı olduğuna ilişkin atıf da var imgede, yara izlerinin aslında güzel olduğuna, izlerin güzelliğe bir derinlik kattığına, kendini yaralarıyla kabul etmenin erdemine dair anlamlar da. Bu kırılganlığın duygu yoldaşlığı kurduğumuz hemcinslerle tadil edilişi, onarılışı ayrıca. Sonra bir terzi olduğunu söylediği annesinden Elena Ferrante’ye miras kalan uydurma frantumaglia sözcüğü[9] sızıyor zihnime; “kırık parçacıklar karışımı”. Anlaşılan o ki dehşetli ve baş döndürücü bir kaygıyla ortaya çıkıyor, yazarın “başka türlü tanımlanamayan bir rahatsızlığın özel ifadesi” diye açıkladığı frantumaglia. Bu gizemli hissin yaşı ilerledikçe annesini gece uykusundan uyandırdığını, onun kendi kendine konuşmasına, anlaşılmaz bir şarkı söylemesine, tencerenin dibini tutmaya bırakarak evden dışarı fırlamasına ve sık sık da ağlamasına neden olduğunu anlatıyor. Anne dilinden kopup gelen frantumaglia Ferrante’de kendine özgüleşiyor, “kendimi ifade etme yeteneğimin donup kalması dehşeti” diye ifade ettiği, gürültülü bir girdaba açılıyor.[10] Pek hoş bir his gibi duyulmuyor evet, ama aile tarihine yaslanmış, parmak izi gibi son derece kişisel, son derece derin bir kırılganlık biçimini tanımlıyor gibi geliyor bana. Bizi içimizde paramparça eden, sancılı hisleri böylesi bir güçle sözcüklere döküp sembolize edebilmek ve ötekine anlatmak, onarılmanın önemli bir parçası değil mi?

Karşısındakinin gönderdiği dolaşık hisler yumağını söze, imgeye, sembole döküp geri
verebilen arkadaşlar lazım. Bence bunu fal bakarak da yapabilirler, resimle ya da şiirle de. Sonra hava kararana kadar kuaförlerden, nohut mayalı ekmeklerden, erkeklerin komik huylarından ve gittikleri sergilerle okudukları kitaplardan konuşmaya devam edebilirler, mesela.

 

NOTLAR: 


[1] Ferrante-Abramović yazışmasının FT Weekend’deki orijinaline buradan, Çatlak Zemin’deki Türkçe çevirisine ise buradan ulaşılabilir. (Erişim: 28.3.2022)

[2] Pink Floyd’un, konserlerindeki sahnede yükselen duvar (The Wall) imgesiyle birlikte, seyirciyle arasına duvar çekme ihtiyacını da düşündürür hep bu müdahale. Tahammülsüzlük kimedir, merkezi neresidir? Seyirciden/dinleyiciden/okurdan mı kaçılır, yoksa bir açgözlü Öteki tarafından yutulacağı hissine kapılan kendi dehşetinden mi?

[3] Şair Emily Dickinson da benzer bir şey söyler, “Ben hiç kimseyim! Sen kimsin?” şiirinde: Öyle sıkıcıdır ki Birisi olmak / öyle ortada, bir kurbağa gibi / kendi ismini söyleyip durmak, bitmeyen Haziran boyunca / hayran bir bataklığa.

[4] Elena Ferrante, Bir Yazarın Yolculuğu: Frantumaglia, çev. Eren Yücesan Cendey, Everest Yayınları, İstanbul, 2017, s. 142.

[5] 2021’de hem Ernaux’nun Kürtaj adıyla gösterime giren L’Événement’u sinemaya uyarlandı hem de Ferrante’nin Karanlık Kız’ı (La Figlia Oscura). İki yazarın bu yazıda buluşması biraz da bundan.

[6] Ferrante, a.g.e., s. 299.

[7] Ferrante, a.g.e., s. 123 ve s. 256.

[8] Yazışmanın orijinaline yine şuradan ulaşılabilir. Bu paragrafta çeviri bana ait.

[9] Yasemin Çongar, Ferrante’ye dair bir yazısında, frantumaglia sözcüğünün kökenini şöyle açıklıyor: “İtalyanca maglia ‘örgü' anlamına geliyor ve birbirine bağlanmışlığı, iç içe geçmişliği ima ediyor; frantumarsi ise paramparça olmak demek.” (Erişim: 28.3.2022)

[10] Frantumaglia kavramı için: Ferrante, a.g.e., s. 98-100.

 

 

GİRİŞ RESMİ:


Marina Abramović,
The Artist Is Present, MoMA, 2010.