Witold Gombrowicz'in kitabını evrenselliğe yükselten ilk basamak, içerdiği işaretlerin, her kültürden ve dilden okuyucunun bunları muadilleriyle değiştirerek okuyabilmesi olanağıdır
20 Nisan 2017 14:00
Ferdydurke’nin Lehçeden yapılan çevirisinin 2015’teki ilk basımı1, sosyal medyada beni ve yayıncıyı çok mutlu eden, olumlu eleştiriler aldı. Dikkatli bir okuyucu da bir sözcüğün yanlış kullanımına ilişkin olarak sert ama sonuna kadar da haklı bir eleştiri getirmişti. Onun dikkat çektiği hata, başka bazı ufak tefek hatalarla birlikte, kitabın 2017’deki ikinci baskısında düzeltildi ve böylece, sanırım, Ferdydurke’nin Türkçede —şimdilik— en noksansız biçimlerinden birine erişilmiş oldu2.
İlk basımın ardından Ferdydurke üzerine üç yazı yayınlanmıştı3. Bunlardan ilkinin yazarı Ersan Üldes, yazısının sonlarına doğru çevirideki tutumum üzerine bir soru işareti koyarak şunları yazıyordu: “Ancak Baş’ın çevirisinde de bazı aşırı uyarlama gayretlerinin kimi okurları yerinden zıplatacağı aşikâr. Polonyalı köylülerin Türk köylüsü ağzıyla konuşmalarının, bazı özel isimlerin Gombrowicz’in bu yöndeki eğiliminden cesaretle Türkçe lakaplara dönüştürülmesinin çevirmenlerce tartışılması gerekir.”
Varsa eğer, böyle bir tartışmada söz almak, ama bunu çevirmenin “cesaretini” değil de, “imkânsızlığını” savunarak yapmak isterim.
Ferdydurke, bir “harekettir” ki başkahraman- anlatıcı Yuzef’in 1930’ların Polonya toplumunu oluşturan bütün kesimlerin —aydınların ve edebiyatçıların, küçük burjuvanın okulunun, küçük burjuvanın modern ailesinin, proletarya mahallesinin ve köyün, nihayet feodallerin— ve onların ideolojilerinin içinden bir ok gibi geçişi izlenir. Bu toplumsal kesimlerin her biri, gerçekliği üretim biçimlerinin var ettiği bir bilinçle var olurlar ve dil bu “bilincin işlevidir,” onu görünür kılar, dolayısıyla bilinç nasılsa dil de öyledir. Bilinçler farklı olduğuna göre, bir köylü bir burjuvadan, burjuva işçiden, işçi de her ikisinden vs. farklı bir dille kendisini ve dünyayı ifade eder. Eğer bu tezde birazcık bile bir haklılık payı var ise; Gombrowicz bırakamazdı (ve bırakmamıştır) ki Polonya köylüleri, mesela Polonya aydınlarının diliyle aynı dili konuşsun. Yazarın “imkânsızlığına” çevirmenin “imkânsızlığı” da eklenir. Yani, Ferdydurke’nin Lehçeden herhangi başka bir dile çevirisinde, Polonya köylülerinin erek dilde Polonya köylüsü ağzıyla konuşmayı sürdürmeleri düşünülemez bile, çünkü bu hiç çevirmemek demek olur. Ama başka bir şey daha var, daha önemli bir şey…
“Hareket” dediğimizde, gözün algılayabildiği tek bir hareketten bahsederiz: Mesela bir okun hedefi şimşek hızıyla delip geçerek bir yere saplanması… Gözümüz, bunu saniyenin bilmem kaçta kaçı içinde gerçekleşmiş tek bir hareket olarak algılar, oysa o —çıplak gözle algılanamayan—binlerce başka hareketin birleşiminden oluşmaktadır. Okun havayı yararak döne döne ilerlemesi, hedefe ulaştığı ilk anda hafifçe kıvrılması, dokunun içine girerken belki şurasının burasının çizilmesi, kendi dokusundan parçalar kaybetmesi, sonra hedef dokunun yırtılması, uçuşan ve belki bazıları okun üzerine yapışan parçacıklar, okun yavaşlaması vs. Bu düşünceyi, örneğin romanın eğlendirici tiplerinden biri olan Mezgit’le birleştirmeye çalışalım: Köye doğru atılmış bir oktur Mezgit, ama hedefe giden yolda önce, okulda pompalanan fazla masumlaştırmaya tepki olarak, fazlasıyla bıçkın bir delikanlı olarak belirir, sonra kırlarda havlayan köylüler karşısında genç bir şehirli entelektüeldir, köyde yanaşmaya duyduğu aşkla köylüleşir, köylülere öykünür, onlar gibi konuşmaya başlar. Öyleyse jargonu, ağzı, lehçeyi, şiveyi değiştirmeden hareketinin tamamını verebilmek imkânsızdır.
Ferdydurke, tüm metinler gibi, tarihin belli bir anında, tam olarak II. büyük savaşın arifesinde, geçen yüzyılın 30’lu yıllarında ve belirli bir kültür ikliminde (Polonya kültüründe) ortaya çıkmış bir metindir. Başka kültürden bir okuyucuya4 (dün de, bugün de) kapalı kalan bazı metinlerle diyalog hâlindedir. Daha doğrusu, onlarla bir polemik sürdürmektedir ve bu yüzden de metinlerarası ilişkiler çok belirgindir, belirgin olmalarına da “kasıtlı” olarak uğraşılmıştır. Bunlardan bazılarına Türkçedeki her iki basımda da dipnotlarda işaret edilmeye çalışıldı. Örneğin “kırk dört”5: Mickiewicz’in Dziady (Ecdat ya da Atalar) başlıklı oyununun III. bölümünde (1832) beliren bir imgedir. “ʻOnun adı Kırk Dörtʼ: (…) Peki, neden böyle bir isim? (…) pek çok edebiyat tarihçisi bu gizemi çözmek için boş yere uğraşmıştır. Bazıları (şairin annesinin Yahudi kökenine atıfla) İbranice yazıldığı takdirde şiirin adındaki harflerin sayısal değeri toplamının bu sayıya ulaşması nedeniyle bu başlığın seçildiğini iddia etmiştir. (…) Ancak şu ana kadar en geniş kabul gören yorum Mickiewicz’in bu ses veren, muhteşem tınılı sözcüğü (…) şifreli bir mesaj ifade etme niyetinden çok (…) şiirsel bir ahenk kaygısıyla seçtiğidir.”6
Evet, böyle bir açıklama, sezgileri kuvvetli bir Türk okuyucuya, “kırk dörde” yapılan atfın Ferdydurke’deki işlevine dair ipuçları verebilir. Yine de bu okuyucu, Polonya kültür tarihinde Mickiewicz’e yüklenen anlamı, onun etrafında yapılan tartışmaları, Mickiewicz’in bayrak yapıldığı ideolojiyi vs. hiçbir zaman Gombrowicz kadar “şiddetle” hissetmemiş olduğu için, “kırk dördü” de Gombrowicz’in ağzından dökülüşündeki “şiddetle”7 işitemeyecektir. Ve hatta “Yeni Tarihselcilerin”8 reçetesi takip edilerek, Gombrowicz’in ve Ferdydurke’nin ilk okuyucusunun okumuş oldukları ya da okudukları varsayılabilecek tüm bu metinler hakkında bilgiler verilse, daha da ileri gidilip —kitabın hacmini genişletmek pahasına— bu metinlerden kısa alıntılar bile yapılsa, ulaşılabilecek olan yegâne şey, Gombrowicz’in bunları nasıl algıladığına ve bunları metnine katarak okuyucusunda nasıl bir algı yaratmak istemiş olduğuna dair doğruya en yakın sayılabilecek bir bilgi olacaktır. O algının kendisi değil, onun bilgisi… Peki, o ilk algı aynı şiddetle yeniden yaratılabilir mi? Yeni Tarihselciler, bunun imkânsız olduğunu söylüyorlar. Burada, tarih yazıcılığının kurgusallığına dair tezlerine bütünüyle katılmakla, hatta bu tezi sosyal bilimlerin oldukça geniş bir alanı için doğru bulmakla birlikte, Yeni Tarihselcilere zıt bir şey yazacağım ve çeviride bunu yapmanın tümüyle mümkün olduğunu söyleyeceğim. Zira eğer tarih, hemen hemen hep aynı kurguyla yazılmasına rağmen, farklı çağlarda ve bağlamlarda aynı etkiyi, diyelim ki “nesnellik etkisini” yeniden ve yeniden üretmeyi başarıyorsa, aynı şey bir edebiyat metninin yeniden üretilmesi olan çeviri için de geçerli olabilir. Sadece artık bu, erek dilde Mickiewicz’le birlikte yapılamaz... Bu iş için, bütün bu altmetinlerin, aslında işaretlerin ve sembollerin, erek dilde sözlükler dışında kalan muadillerinin bulunup kullanılması gereklidir ki işte bu, Üldes’in işaret ettiği, ama benim aslında Ferdydurke’de kaçındığım, sadece bu yazıda birkaç örnekle girişmeye cüret edeceğim bir “aşırı uyarlama çabası” ile olur. Şöyle ki:
Bizim “kızıl elmamız” cihanşümul Türk devletini, Polonyalılarınki ise “denizden denize büyük Polonya’yı” yeniden kurmak olduğuna göre, bir hocanın okulda “(...) Mesihçilik, Halkların İsa’sı, kutsal ateş, kırk dört, ilham, acılar, kefaret, kahraman ve sembol” (Ferdydruke, s. 64) diyerek bas bas bağırışını, Türk okuyucu, “(...) fetihçilik, kimsesizlerin kimsesi, mazlumların umudu, Ulu Hakan, hilal, zulüm, Lozan, şehit ve de tesettür” şeklinde bir bas bas bir bağırış olarak işitebilirdi. Ya da artık olmayan bir imparatorluğun resmî dili Latince öğrencilerin kafasına indirile indirile yüceltilirken, hocanın “Collandus sim, beyler! Collandus sim!” diye başlayan tiradı (Ferdydurke, s.82), Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’ndan çok bilinen bir replikle harmanlanabilirdi: “Tîz-i reftâr olanın, beyler, tîz-i reftâr olanın, aah, pâyine damen dolaşır! Bu ne berraklık, bu ne dildir! (...) Ah, nefes alıyorum, nefes! Tîz-i reftâr olanın, hep ve daima, sonuna kadar, pâyine damen dolaşır, pâyine damen dolaşır, pâyine...” Ve her seferinde bunlar olmaktayken, yani artık gerçek olmayan bir şey gerçeğe saldırır ve öğrenciler artık olmayan bir şeyin aslında olmayan ağırlığı altında yamulup yumulurlarken beliriveren “...artık ver hayali, verdikçe ver!” leitmotivi (Ferdydurke, s.64) yerine de “...artık ver mehteri, verdikçe ver!” sözü yakışabilirdi.
Ya da “en çocuklaştırıcı diyalektiğin içine pat diye” sokuvermenin ustası (Ferdydurke, s. 49) Pimko’nun okul bahçesinde öğrencilere verdiği söylev, siyasetimizde hatiplerin son yıllarda çok tercih ettikleri bir üslupla güzelleştirilerek, Türk okuyucunun iyice yakına getirilebilirdi:
“Eyyy gençler! Bana kimse aranızda ayıp ve münasebetsizlik noktasında kelimeler kullanmadığınızı çıkıp da söylemesin! Bunu sizden ben öğrenecek değilim yaa, ben biliyorum. Ama benim gençliğim üzülmesin; genç kardeşlerimin haddini bilmezliği, nedir?.. Onların masumiyetleri noktasında bu hocanızın gönlündeki inancı, ne yapamaz?.. Hep ne diyoruz?.. Asla sarsamaz ve sarsamayacaktır! Ahh, ahh, benim genç kardeşim, yıllarca bu millete küfür öğrettiler, siz hatırlamazsınız... Bu benim genç kardeşimin küfürleri o zihniyetin eseridir! Bunlar bunun vebalini ödeyemeyecekler. Benim genç kardeşim, hepiniz, aslında nedir? Adeta masumsunuzdur!”9
Ama…
Ferdydurke’nin Türkçeye yapılan çevirisinde bu imkânlar, çevirmenle yazar arasındaki çok temel bir farkın korunabilmesi için reddedildi. Çözümlemem şöyleydi: Çevirmen, aynı metni yeni bir dilde yeniden üretirken kendi aidiyetlerini gizleyebilir, ne var ki —belli bir sınıfa, kültüre, zamana, bağlama, ideolojiye ait ve belli tartışmaların ortasında biri olarak— yazar, kitabını yazarken, hiç değilse kitabı “kendinden çıksın, ona dışarıdan dayatılmış olmasın” diye, kendi aidiyetlerine yaslanmak zorundadır. Dolayısıyla Ferdydurke’de değinilen bazı konular, kullanılan bazı semboller, fazlasıyla “Polonyalı” olmak, Polonya’da ortaya çıkmış bir ya da birkaç tarihsel durumla ilişkili olmak zorundaydı. Gombrowicz’in bu durumun farkında olmadığını söylemek zor, ama —herhalde— bunların Alman, Türk ya da Aztek muadilleri olabileceğini de seziyor ve bunları her kültür ve zamanda muadilleriyle değiştirilebilir olarak görüyordu. Öyleyse kitabını evrenselliğe yükselten ilk basamak, içerdiği işaretlerin, işaret ettikleri şeyler değişmediği sürece, her kültürden ve dilden okuyucunun —bugün, yarın ve yarından sonra da— bunları muadilleriyle değiştirerek okuyabilmesi olanağıdır. Evrensel olan ikinci şey ise bunları birer heykeltıraş keskisi gibi kullanan Pimko’ların ve keski darbeleri altında deformasyona uğrayan, acı çeken insanın varlığıdır.
Okuyucu, Türkçede Ferdydurke’yi, bütün bu uzak işaretlerin karşısına —bugün, yarın ve yarından sonra da— kendi Pimko’larını özgürce koyarak okumayı bilecektir...