Nurdan Gürbilek’in yeni kitabı İkinci Hayat çok kısa süre içinde Metis Yayınları tarafından basılacak. "Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler" alt başlığını taşıyan İkinci Hayat’ın sunuş bölümüne yer veriyoruz…
BAŞLANGIÇTA “yer duygusu” üzerine düşünüyordum. “Yer”e, “yurt”a, “ev”e farklı yazarların açtığı kapılardan girecek, o farklar üzerinden ilerleyecektim. Daha ilk yazıda yıllar öncesinden çıkıp gelen bir tartışma sahnesi üzerine düşünürken buldum kendimi.
80’li yılların sonunda bir dergi çıkarmak üzere bir araya gelmiş bir grup genç Walter Benjamin’in bir fragmanı üzerine konuşuyorlar. Benjamin’in otuzlarının ortalarında yazdığı, 1928’de Tek Yön’de yayımlanan “Eve Dön! Her Şey Affedildi”:
“Tıpkı barfikste büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk, er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”1
Sadece içinde büyüdükleri evlere değil, onlara yuva oluşturmuş bazı hazır düşüncelere de mesafe alabileceklerine inandıkları, yeni bir başlangıca hazırlandıkları bir zamanda fragman hemen yakalıyor toplantıdakileri. Bugünün “doğduğun ev kaderindir” iklimi o yıllarda henüz yerleşmiş değil. Ama eve dönüş hikâyelerinin hep çok sevildiği bir ülkede yaşıyorlar. Tek Yön’ün “talih çarkı”nı kendileri için çevirme fikri onları cesaretlendiriyor.
Cümlelere bazen taşıyabileceklerinden fazla yük bindirdiğimiz olur. Böyle düşünmüş olacak, aralarından biri, cümlenin hangi evden, hangi aileden, hangi sınıftan gelirse gelsin bütün insanları içine alacak kadar genişletildiğinde doğruluk ânını yitirebileceğini hatırlatmak, belki de işi baştan zora koşmak gerektiğini düşündüğü için bir başka Benjamin cümlesini masaya bırakıyor. Bu kez 1932, Berlin Günlüğü’nden:
“Berlin’de hiç sokakta yatmadım. Günbatımını ve tan vaktini gördüm, ama ikisi arasında kendime hep gidecek bir yer buldum. Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bilgisine sahip. Benim her zaman gidebileceğim bir yerim vardı.”2
Yeni cümle ağır konuları da beraberinde getiriyor. Zaten hep oradaydılar. 90’lar yaklaşıyor. Yersiz yurtsuzların uzun yürüyüşleri henüz bugün olduğu kadar görünür değil, ama evsizliğin şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya dönüştürdüğü insanlar şehirde izlerini çoktan bırakmışlar. “On beşinde” evden kaçabilmek için ortada bir ev olması gerekir.
Tek Yön fragmanı gözümde değerini hiç yitirmedi. Cümlelerin bir bağlamı olması (ne zaman, kaç yaşında, hangi evde yazıldığı) güçlerini azaltmaz. Tersine daha keskin kılar. Ama cümlelerin genişleyebilmek için sınırlarını fark etmesi gerekir. Sonradan okuduğum bir Martin Jay yazısını (1995, “Tekinsiz Doksanlar”) aynı tartışma bölgesine kaydetmişim. Freud’un Unheimliche’sinin (“tekinsiz”) 90’larda eleştirel düşüncenin temel mecazlarından birine dönüştüğünü, ama bu kez “tekinsiz”in düşüncenin merkezine bir endişe kaynağı olarak değil, yabancılardan arınmış bir Heim (“ev”) kurmayı amaçlayan totaliter tasarıların panzehiri olarak yerleştiğini söyler orada Jay. Burada bir problem var, diyordur: Yığınların yersiz yurtsuzluğa zorlandığı bir çağda evin mecazi anlamının düzanlamını silecek kadar öne çıkmasında bir terslik var. Düşünce için bir ikili ödev: Evin perili olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım.3
Farklı cümlelerin yankılandığı bir gerilim hattında kurmaya çalıştım ben de bu yazıları. Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen (“Ev ilk evrenimizdir”) Bachelard var. Diğer yanda bir “Yola Çıkış” Kafka’sı: “Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefime varabilirim.” Bir yanda yeni silahların ancak kaçış çizgilerinde yaratılacağını söyleyen (“kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz”) Deleuze var. Diğer yanda “yurt saçmalıkları” bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry: “İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir.” Arkalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini, bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyuluyor: “Ev geçmişte kalmıştır.”
Bu düşünce hatlarını uzlaştırmayı değil, varacakları yeri daha iyi görebilmek için ayrı ayrı ilerletmeyi deniyorum. Bugün Adorno’dan bir şeyler alacaksak, zihinsel gerilimin gevşeme ihtimaline karşı “uzlaşmazlıkların çarpıcı kılınması”nın gerekli olduğu yolundaki ısrarıdır. Herkesin güvenli bir eve (Heim) ihtiyacı vardır. Ama o güvenli evin içinde daima bir sır (Geheim) vardır. Cümlelerin sırasını da değiştirebiliriz: Evin içinde daima bir sır vardır. Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır.
İkinci problem doğrudan edebiyatı ilgilendiriyor. Yazarlar bir yeri anlatmakla kalmaz, daima yeniden yaratırlar. “Vatan” Namık Kemal’in bölgesiyse, “ülke” Cemil Meriç’in, “topraklar” Orhan Kemal’in, “memleket” Nâzım Hikmet’in, “coğrafya” Tanpınar’ındır. Bu sözcüklerin aynı yere işaret ettiğini kim söyleyebilir? Cemil Meriç “ülke” sözcüğünden mağdurluk, hüsran ve öfkeden yontulmuş bir ülke yaratmıştı. Nâzım Hikmet’in “memleket”i yeryüzünün dört bucağına, Akdeniz’e, Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Hindistan’a açılan, kahredici olduğu kadar yaratıcı da olan bir memleketti. Orhan Kemal “topraklar”dan kanla beslenen, bir o kadar da bereketli topraklar, Tanpınar “coğrafya”dan yalılar, köşkler, çeşmeler ve mescitlerle dolu, sılanın kendisinden çok sıla özleminden yapılmış bir kültürel coğrafya yaratmıştı.
Bugün yazarın böyle bir yeri yok artık. Sadece “ülke”ye, “memleket”e, “topraklar”a başka yazarlar bizden önce yerleştiği için değil, sadece bu yerleri yüklendikleri ideolojik içerikten arındırmak bugün daha zor olduğu için de değil, bugün dünya artık başka bir yere dönüştüğü için de böyle yazılamıyor artık. Dünya bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne kaldıkları ne de gittikleri yere yerleşebilenlerin dünyası olduğu için, bu yerinden edilmeler dünyanın yerleşik düzeniyle birlikte “ülke”, “yurt”, “memleket” kavramlarını da yerinden ettiği için böyle yazmak inandırıcı değil artık. Haritayı yüzyıl önce Kafka çizmişti. Babaya Mektup’ta dünya haritasının üzerine boydan boya uzanmış bir baba vardır. Oğul kaçacak yer arar, ama haritada yer kalmamıştır.
Edebiyatın yersizliğe verdiği güçlü yanıtlardan biri yazarın yurdunun yazı, toprağının dil, ülkesinin edebiyat olduğudur. Yirminci yüzyılın başında dünyanın farklı bölgelerinde kimi biraz erken kimi biraz daha geç bir dilsel vatana sığındı yazarlar. Pessoa’nın “Benim vatanım Portekizce”si, Tanpınar’ın “Üslup ferdin esas malikânesidir”i, Adorno’nun “Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı”sı vs. Yukarıda sözünü ettiğim tartışma sahnesinin bu bölgeye kaydettiğim bir parçası da var. O toplantıda Tek Yönfragmanının büyüsünün bozulmasına en çok kederlenen, çocukluk evini çoktan geride bırakmış, tam kapıyı çarpıp çıkacağı yaşta ailesiyle birlikte göç ettiği şehirde bir tutunma mücadelesine destek vermek zorunda kalmış bir arkadaşımızdı. Evin arka odasında kendine sözcüklerden bir ev kurmuştu. Şimdi o ev de dağılsın istemiyordu. Cümleye bir sınır çekilmesine sanki son kaçış kapısını da kapatmışız gibi tepki göstermişti. Bu kitabın bir engebesi, üzerinde düşüneceği problemlerden biri de bu olsun.
Buraya bir zorunlu ek yapmam gerekiyor. Koronavirüs Yer’i vurduğunda bu kitabın yazıları çoktan tamamlanmıştı. Sunuş yazısının son cümlelerini yazıyordum. Yaptığı işi evden sürdürebilen, daha önemlisi başını sokacak bir evi olan herkes gibi ben de eve çekildim. Öyle görünüyor ki bu kitapta tartıştığım birçok kavram (“ev”, “yurt”, “sınır”, “mahalle”, “toprak”, “coğrafya”) korona-sonrası dünyada olumlu ve olumsuz yeni anlamlar kazanacak. Sınırda bekleyen göçmenler ve sınır tanımayan virüsler: Bundan sonraki “yer” fikrimizi büyük ölçüde onlar belirleyecek. Ben burada Martin Jay’in evin mecazi anlamıyla düzanlamı arasındaki ilişkiye dair uyarısını, o ikili ödevi bir kez daha tekrarlamakla yetineceğim. Evin tekinsiz olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım.
Başlangıç sorusunu Latife Tekin’den alıyorum. Manves City’de işçi lideri Ersel’in hapisten çıktıktan sonra Erice’ye dönerken zihninden geçen cümle. Ben soruya dönüştürdüm: “Evi dağılanın yurdu genişler mi?” Cümlenin içindeki kaybı (“dağılan ev”) ve imkânı (“genişleyen yurt”), yitirileni ve gelmekte olanı birlikte düşünebilecek miyiz? Ev dağıldığıyla mı kalacak, yoksa o kaybın içinden daha geniş bir yurt tanımına varabilecek miyiz? Kapısını başkalarına sımsıkı kapatmış bir kompartımana, bir kişisel hücreye mi dönüşecek ev, yoksa o koruyucu hücreyi geniş bir ortaklık zemininde yeniden tanımlayabilecek miyiz? Son yılların popüler “coğrafya kaderdir”i, yerlici düşüncenin modası hiç geçmeyen “Eve dön!” çağrıları, sadece faşistlerin değil kapitalizmin de temel şiarına dönüşen “Ya sev ya terk et” buyruğu. Kökenler ve başlangıçlar, dağılan evler ve ikinci hayatlar, yerleşenler ve uzaklaşanlar, “dilsel vatan” ve sınırları üzerine denemelerden oluşuyor İkinci Hayat.
•
NOTLAR: