“‘Eski’ bir savaşa dikilmiş bu kitap-abideden, sözlü mezardan, kelimelerden oluşan şehitlikten başımızı kaldırdığımızda yaşadığımız dünyayı ve onun savaşlarını görmekten başka bir çaremiz olmuyor.”
29 Haziran 2021 10:13
“Bu kitap İlyada’nın atmosferinin bir çevirisi” diye lafa giriyor şair-yazar Alice Oswald, Abide adlı epik şiirinin önsözünde; genellikle İngiliz ruhuna yakıştırılan, ‘ver coşkuyu’nun tersi olan bir ‘konuyu sıradanlaştırma’ tutumu benimseyerek:
“… herkes İlyada’nın asaletini övmüştür. Oysa eskiçağ eleştirmenleri bu eserin enargaia’sını övüyorlardı, kastettikleri ‘göz alıcı, dayanılmaz gerçeklik’ gibi bir şeydi. Enargaia, tanrılar yeryüzüne kılık değiştirerek değil de bizzat kendileri olarak geldiğinde kullanılan kelime. İşte elinizdeki versiyon, neye taptığımızı hatırlamak adına kilisenin çatısını söküp kenara koymamız gibi, şiirin enargaia’sına tekrar kavuşabilmek için, anlatısını çıkarıp kenara koyuyor. (…) Hem İlyada hem de Odysseia’da Yunan ağıtlarının aktarımları vardır. Cansız bir beden etrafında toplanıldığında, profesyonel bir şair (Homeros gibi) yası yönetir ve kadınlar onun söylediklerine kaybedilen hakkındaki kişisel hikayeleriyle cevap verirlerdi. (…) İlyada hitap kipinde bir şiir. Bu çeviri ise tüm şiiri bir sözlü mezarlık gibi sunuyor. (…) Kelimeleri İngilizceye taşımaktansa, onları Homeros’un neye baktığını anlamak için birer açılım noktası olarak kullandım… sözlü şiirin ruhuyla uyumlu… yazılı dilin aksine, hâlâ canlı ve deli doluymuşçasına.”
Alice Oswald
Alice Oswald’ın Eski Yunan ve Latin edebiyatı ile içli dışlı olduğunu tahmin etmek zor değil, biyografisinde de yazıyor zaten. Bu edebiyatların İngiliz okullarında müfredatın önemli bir parçası olduğunu hiç bilmesek bile bir sürü İngiliz romanından hatırlarız. İngiliz yazarlarının birçoğu çeşitli sebeplerle bu yazarları zikrederler. O kadar ki, pastoral betimlemelerden homoerotik aşkın gerekçelendirilmesi gibi konulara kadar bu edebiyata başvurarak yetişmiş kuşaklarca ‘okumuş-yazmış’, zaman içinde antik kültürün ‘asaleti’ gibi müphem bir tanımlamadan bıkmamışlar mıdır diye merak eder insan. Bu soru haksız da değildir. Nitekim, en azından Viktoryen üslupta ‘asil’ ve sıkıcı çevirilerden bıkmış görünen Ted Hughes’un Latin şairi Ovidius’un Başkalaşımlar’ından İngilizceye yaptığı kanlı-canlı çevirilerde asaletten çok toz toprak, kırılan kemik, dokunulan ten vardır. Kendimizi birden ‘olay yerinde’, gölde yıkanan Diana’yı dikizlerken cezası kesilip geyiğe dönüşen ve kendi köpekleri tarafından parçalanan avcı Akteon’un yanı başında buluruz. Bu müthiş bir şeydir ve antik edebiyatın asıl gücünü ortaya çıkarmaktır. Azra Erhat ve A. Kadir’in eski Yunancadan yaptıkları İlyada ve Odysseia çevirileri de aynı ilkeyi izler. Bu çevirileri okuduktan sonra ‘gül parmaklı şafak’ı ya da ‘şarap rengi deniz’i artık bir hüsn-ü tabir saymak ne mümkündür!
‘Asalet’ gibi seçkinci ve müphem bir kavram olan ‘deha’yı da reddetmek, sonuçta “yası yöneten profesyonel bir şair”den fazlası olmayan Homeros’a deha atfetmekten de yorulmak mümkün. Ama Homeros’un yaptığı işin imkânlarını, sahip olduğu açılım noktalarını da görmezden gelmeden… Alice Oswald’ın cesurca giriştiği şey tam bu: Troya savaşına katılan iki taraftan savaşçıların ölüm anlarını alt alta dizmek, hatta kimi zaman aynı kıtayı bir vurgu endişesiyle tekrarlayarak garip, melodik bir ritim tutturmak…
Ama daha da iddialı bir şey var bu girişimde; hatta (doğumla ölüm arasında bir çakımdan ibaret gibi görünen) insan hayatını bir nevi alışveriş listesi üslubuna uyarlarken ‘dehşet’in tam da orada, liste mantığında yattığını saptamak, insan bedeninin ‘asil’ savaşlarda ne kolay gözden çıkarılabilir, savaşçıların ‘toprakları sulandıran kanı’nın nasıl hafife alınabilir bir şey olduğunu anlatmak için İlyada’yı yeniden kurgulamak.
Bu noktada İngiliz popüler cinai edebiyatının (diyelim) katillere ve öldürmelere düşkünlüğünü ve İngiliz dilinde eylem anlatan fiillerin detay zenginliğinin ölümü de betimlemekteki ürpertici payını unutmayalım. (Seri katil edebiyatı tiryakilerine tüyo vermek gibi olmasın ama Peter Ackroyd’un sadece bu ayrıntıların tadını çıkarmak için yazılmış gibi olan Cinayet Sanatı kitabına bir bakmanız yetebilir.) Alice Oswald’ı tabir caizse Karındeşen Jack’le birleştiren hüneri, her bir ölümün korkunç, neredeyse ‘teknik’ bir ayrıntıyla anlatılışını Türkçede de aynı başarıyla aktarmak gerekirdi ki, Nazım Dikbaş’ın çevirisi bu işe hakkını bol bol veriyor:
“Ve istenmeyen PEDAİOS
Babasının metresinin hatası
Ensesinde hissetti Meges’in kargısının sıcak dehşetini
Ağzında yutulmaz metalin boğaz ağrısı
Tam dişlerinin arasından
Temrenini ısırarak öldü kargının”
Küçük bir insan hayatı özeti; istenmeyen bir çocuk olmaktan dişlerin arasındaki kargıya uzanan yol, belki düpedüz bir neden-sonuç ilişkisi – bir hayatın özeti neden bu olmasın gerçekten de? Oswald’ın art arda dizdiği, hüzünlü, açgözlü ya da korkak ya da çoban, kral ve köylü her bir savaşçının anısına dikilmiş, fındık kabuğuna sığdırılmış her hayatı ta canevinden yakalayan özetler – bunlar kitaba adını veren büyük Abide’yi oluşturan parçalar, küçük küçük mezar yazıları.
İşte “içinde bir tür intihar, kötü bir tercihin karanlığını taşıyan” EUKHANOR’un ölümü:
Ya ölecekti sıla hasretinden
Ya da Troya’da bir mızrak yarasıyla (…)
O madeni bir para kadar soğuk ikinciyi seçti (…)
Ok boynunu deldiğinde şaşırmadı
Tanıdı karanlığın diken gibi batışını
Ya da PEDASOS, o da bir at:
… kırbaçlayarak koştular savaşa
Pedasos sorgulamayan gözlerle
Taşıdı ve hizmet etti iki tarafa da
Şimdi toprak onun sahibi
Enargaia; tanrıların ya da günümüz gözüyle bakarsak gücü elinde tutanların yalın, çıplak, başka bir kılığa bürünmeye tenezzül etmeden, insanlarla ölümcül biçimde eğlenmek için ansızın dünyanın tepesine binenlerin, Olympos ışıltıları ansızın sönüp dişlerini gösteren muktedirlerin, “bir insandan, herhangi bir insandan bir katil yaratabilir” olanların çirkin eğlencesi olarak savaş; yanı sıra, böyle bir savaş durumunda bile gece vakti ansızın gelen ayma-kuşku, korku, öldürme sarhoşluğundan uyanmış insan tereddüdü:
Tüm gün bir savaş vecdinde erkekler birbirlerini öldürür
Ama alacakaranlıkta sadece sessizlik ateşin parmakları
Sorularını anakaraya taşır
Var mı kimse orada, yardım edin ne olur.
Ve bütün bunları sessizce, edilgenlikle, umursamazca seyreden, seyrettiğini düşündüğümüz, insanlar arasındaki hırgürün onun düzenine hiç dokunmayacağını, kuşlarının gene şakıyacağını, rüzgârlarının gene eseceğini düşündüğümüz doğanın bile insanın zorbalığı karşısında ister istemez değişip yok olacağını düşündüren bir resim:
Bir zeytin dalını toprağa diker insan
Sular dalı ve o dal bir dalgaya dönüşür
Bir kırbaca omurgaya taca
Bir rüzgâr-sözlüğe
Hayalî dillerde konuşabilen
Bir araba dolusu yalpalayan çiçeğe dönüşür sanki
Sonra bir fırtına gibi fırıldayarak
Ve kırık bir ağaç olur kökünden sökülmüş
Yalnız bir tarlada bir odun yığını olur
‘Eski’ bir savaşa dikilmiş bu kitap-abideden, sözlü mezardan, kelimelerden oluşan şehitlikten başımızı kaldırdığımızda yaşadığımız dünyayı ve onun savaşlarını görmekten başka bir çaremiz olmuyor. Alice Oswald’ın bulduğu biçim de, kadim bir içeriği eğip büküp ondan okura yeni bir ‘ateşten gömlek’ biçmesi de gerçekten bir ‘orijinalite’den, bir ‘buluş’tan çok öte – etkileyici bir şey. Küçücük bir kitap ancak bu kadar etkileyici olabilir.
•