Egemenin dili

Egemenin dilindeki kibrin en kaba dışavurumu “Ya sev ya terk et” şiarı ise, sanırım en inceltilmiş hâli de “fakir aile evi ziyaretleri maratonu” olabilir

31 Mayıs 2018 14:00

Kulağa dolar dolmaz mide bulantısına dönüşen bütün sözcükler tahakkümün izini taşır. Bunlar basit bir biçimde anlık bir dalgınlık ya da vicdan uykusuyla açıklanamaz. Aksine, egemenin nobranlığının bütün hafifliğiyle diplerden yükselip su yüzüne vurmasından başka bir şey değildir.

Egemenin dili, merhamet jestleriyle doludur. Kendisi dışındaki yaşam güçlerini değersizleştiren, kudretini her şeyin üstünde gören ve merhametin eşitlikten değil de lütuftan doğduğunu unutan bu dil, şefkat kılığına girmiş kibrinin karşısındakinin varlığını silmeye, bu varlığı acıma uyandıran tek bir fotoğraf karesine indirgemeye yeltendiğinin farkında bile değildir. Karşısındakine sürekli olarak aralarında uçurumu anımsatan, bu uçurumun doğal olmadığını unutmamamızı sağlayacak dikenli telleri daha konuşmaya başlamadan çeker egemen. Merkezi boşaltıp her şeyi çevreye sürüklemekte beis görmeyen narsistik dili, kudretinin yanı sıra duyguların zakkumu olan hınçtan da beslenir. İkramı ikraha çeviren oburluğu, karşılaşma mekânını istila etmekten geri durmayacaktır. Bu yüzden misafir olduğunda bile evsahibidir.

Egemenin misafir olması mümkün değildir; çünkü bütün evler zaten onundur. Her şeyi temellük eden sözcükleriyle karşısındakini tahkir ve tağyir etmeye hazırdır; ne de olsa çevresindeki her şeyin varlığına anlam katan odur. Tam da bu yüzden, söz konusu anlam onun istediği, belirlediği sınırlar içerisinde var olabilir. Tevekkeli egemenlerin en çok sığındıkları sözcüklerden birinin “hoşgörü” olması şaşırtıcı değildir. Hoşgörü, efendi söyleminin köşe taşıdır; evsahipliğinin parolasıdır. Akan suları durduran bir ilke, istisna istihsalidir. Özdeşleşmenin sonsuzluğuna yatırım yaparak, karşısındakinin alanını boşaltan, evini elinden alan bu tavır, neyin hoş görülüp neyin hoş görülmeyeceğini belirleme imtiyazına sıkı sıkıya sarılır.

Egemen, hoşgörünün şiddetine hiç maruz kalmadığı için bu sözcüğün eleştirilmesini anlamsız bulur; bu eleştirinin arkasında kötü niyet veyahut irili ufaklı birtakım desiseler arar. Belki de komplolar bulur. Zaten, yeri gelince kendisine hoşgörü gösterilmemesinin nedeni de tam da bu suiniyettir: “Gavat” dememiştir, olsa olsa “kavas”tır o.

Sihirli bir değnek misali, envai çeşit eşitsizliğin üstünü örten bu sözcüğün kendisine bir dizi imtiyaz sağladığını görmeyi reddeder. Hoşgörüyü dudaklarından bir ok misali fırlatma ve kendisine ne zaman hoşgörü gösterilmesi gerektiğini belirleme ehliyetine sahip olması, onun gözünde bir ayrıcalık değil, samimiyettir. Yani “parayı al, düşürme” diyen bir “ağabey nasihatı”nın ne sakıncası olabilir ki! Kendisini “ağabeylik”in müstahkem mevkiinde, karşısındakini “zavallılık”ın gayya kuyusunda ikamet ettiren bu büyüklenme, yalnızca sadaka kültürünün kurumsallaşmasının değil, aynı zamanda egemenin dilinde utancın sözcüklerine yer olmadığının da kanıtıdır. Dilindeki rehavet, saygının sınırlarını çiğnediğinin, tanımayı reddettiğinin, böylelikle örtük bir şiddet uyguladığının farkında bile değildir. Olması da gerekmez. Evsahibi, misafirin niyetlerini anlamak zorunda değildir. Ona kendi anlamlarını giydirebilir; bu tahakkümün bir yardım olduğunu düşünebilir. Şefkati küstah, merhameti saldırgandır.

Bu yüzden misafirlik mitosunun en yakın akrabası kardeşlik masalıdır. Kardeşlik, eşitliği iptal eden bir teslimiyeti çağırır onun dilinde. Dolayısıyla teslimiyeti reddeden bütün sözcükler, ancak bir ihanet olarak varır kulağına; kurallarından başka bir şeyi olmayan efendinin varlığına yönelik bir ihanet. Oysaki sözcükler onun mülkü olmadığı hâlde, kardeşlik adına eşitliğin bağrında açılan yaraların dehşeti tamamen ona aittir. Fetih düşkünlüğü, bu dehşetin sesini ve eşitlik talebini duymasına engel olur.

Zaten egemenin sözünün kesilmesi olanaksızdır; dinlemeyi, bir başkasının sözcüklerine alan açmayı zulüm addeden bu gevezelik, karşısındakinin varlık alanını gasp ettiğini düşünmez bile. Dahası, protokol gereği dinlemeye kalktığında anlayamaz da. Adorno, Mimima Moralia’da fakirlerin konuşma dilinin resmî dil karşısındaki “barbarlığından” söz ederken “yoksullar karınlarını doyurmak için sözcükleri çiğnerler” demişti. Sözcüklerini sürekli ütüleyen efendinin yoksulların sözcüklerini anlayamamasının nedeni tam da budur.

Egemenin dilindeki kibrin en kaba dışavurumu “Ya sev ya terk et” şiarı ise, sanırım en inceltilmiş hâli de “fakir aile evi ziyaretleri maratonu” olabilir. Sürekli koşan, yetişen, hareket hâlinde olan ve icraatının hızından sarhoş olmuş bir iktidar… “Koş yoksa düşersin” çağında düşmüşleri, daha en başından koşunun dışında bırakılmışları, “sebeb-i ziyaret”inin tam da icraatları olduğunu anlamayı reddeden bir hodbinlik… Dilindeki efsundan sağır olmuştur.

Unutmadan, Althusser’in şu sözünü iliştirelim egemenin bilinçli sağırlığına: “Sözcükler karar vermez ne anlam taşıdıklarına, yankıları karar verir bir tek.”