Diriliş Ertuğrul ve benzeri popüler tarihî anlatılar yerlici sağ popülist siyasetin önemli duraklarından birini oluşturuyor
05 Nisan 2018 14:30
Bundan yaklaşık bir buçuk yıl geriye, 13 Kasım 2016’ya gidelim. Hürriyet gazetesi Kelebek eki tarafından 43’üncüsü düzenlenen Altın Kelebek Ödül Töreni’nde En İyi Dizi Ödülü’nü almıştı Diriliş:Ertuğrul. Dizi ekibine konuşma fırsatı tanınmaması (gerçekten de yakışıksız bir muameleydi söz konusu olan) ve sonrasında programın sunucusu Okan Bayülgen’in diziyle ilgili yakışıksız ve alaycı ifadeleri sonrasında ciddi bir tartışma başlamıştı. Olay, senaristlerden birinin ödül heykelciğini yere, ayaklarının dibine attığı fotoğrafı Instagram’da paylaşmasına ve daha sonra ödülün iadesine kadar uzanmıştı. Ertesi günün Güneş gazetesi şu manşetle yayındaydı: “Bizans Ruhu.”
Olaydan bir iki gün sonra, Diriliş ekibi neredeyse tam kadro TRT World TV kanalının tanıtım gecesindeydi. Bulduğu her fırsatta diziyi destekleyen, torununun sadece yeni bölümleri değil, tekrarları dahi dikkatle izlediğini ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bütün salon bu sefer dizi ekibini alkışlıyordu: “Hiç kafanızı takmayın, yola devam edin. Bu millet sizi bağrına basmış, onlar bassa ne yazar, basmasa ne yazar. Onların orada verecekleri şeklî bir ödüller önemli değil. Asıl önemli olan, şu milletin gönlünü siz kazandınız ya, işte asıl mükâfat, asıl ödül bu; mesele budur. ‘Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş meğer’ diyorlar ya, mesele bu.”[1] “Onlar” ve “biz;” “onlar” ve “siz.”
Hem bu olay ve sonrasında yaşananlar, hem de Diriliş dizisinin kendisi (ve elbette benzeri diğer popüler anlatılar) Yeni Türkiye hakkında çok şey söylüyor: Popülizm, nostalji, kültürel hegemonya/kültür savaşları ve yerli/millî kültür, yaşananları anlamak için iç içe geçmiş bir dizi anahtar kelime. Burada, bu kavramlar etrafında, biraz dağınık bir tartışma yürütmeye çalışacağım.
Dizinin kendisi ile başlayalım. Diriliş: Ertuğrul, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna giden yolda Kayı Boyu’nun önce Tapınak Şövalyeleri’ne, sonra Moğollar’a, son olarak da Bizans İmparatorluğu’na karşı giriştiği mücadelenin “tarihini” anlatma iddiasında olan ve malûmunuz son derece popüler bir dizi.
Diriliş gibi, müesses nizama ve belirli bir ideolojik programa eklemlenmiş dizilerin temel iddialarından biri tarihi anlatmak ve öğretmek. Lakin tarih anlatma ve öğretme meselesi, tarihi bugünün kaygılarıyla, çatışmalarıyla ve dertleriyle yeniden yazmanın ötesine gidemiyor genellikle. Özellikle de bahsi geçen dönem 13’üncü yüzyıl gibi, son derece tartışmalı ve muğlak bir dönem olunca: Tartışmanın bir tarafında Osmanlı’nın devletleşme sürecini Gaza ideolojisine bağlayan ve Paul Wittek, Fuat Köprülü ve Halil İnalcık gibi önemli tarihçilerin çalışmalarına dayanan Gâzâ tezi yer alıyor. Diğer yanda ise Gazâ tezinin romantik milliyetçi bir tarih okumasına dayandığını ve yeterli tarihsel kanıttan yoksun olduğunu iddia eden eleştirmenler var.
Cemal Kafadar’ın İki Cihan Âresinde: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı kitabında her iki tezin ayrıntılı bir eleştirisine dayanan alternatif bir okumanın sunulduğunu not etmekte fayda var. Kafadar’ın önemli vurgusu, Gazâ ideolojisinin Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli bir rol oynamış olabileceği, lakin Gazâ kavramı ve olgusunun kendisinin esnek, tarihsel ve bağlamsal bir niteliğe sahip olduğudur. Zira, kurucular, Diriliş benzeri anlatılarda sunulduğu üzere bir cihan imparatorluğu kurmayı en başından kendine gaye edinmiş, ortodoks, gayretkeş Müslümanlar değildi.[2] Ya da neydiyseler, haklarında o denli ayrıntılı bilgilere sahip değiliz.
Diriliş’te karşılaştığımız ise, tarihin son derece teleolojik bir şekilde, bugünün kaygıları ile yeniden yazılmasından ibaret. Tarihin araçsallaştırılması, yeniden ve yeniden yazılması, geleneğin icadı, geçmişin her daim bugüne ait oluşu…[3] Bunların yeni şeyler olmadığını eklemek de gerekiyor tabii. Lakin popüler anlatıların bunu yaparken gösterdiği esneklik ve yaratıcılık kimi zaman hayret verici noktalara erişebiliyor: Dizinin ana karakteri Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın türbesinin 2015 Şubat’ında taşınmasının dizide “öngörülmesi”nde olduğu gibi. Burada sözü dizinin yapımcı ve senaristi Mehmet Bozdağ’a bırakmak yeterli olacaktır sanırım:
“Hayalime ve aklıma ne düşerse onu yazıyorum. Tabi bunun bir sistematiği var, o ölçüde devam ediyorum yazmaya. Yalnız şu var. O dönem hakkında çok az bilgi var elimizde. Bugüne ait hikayeleri o güne uyarlamak çok zorluyor bizi.”[4]
Merak ettiğim, yerli ve millî dizi Diriliş’in ne yaptığı. Bilerek ya da bilmeyerek ne türden bir ideolojik “işlev”e sahip olduğu. Diriliş ve benzeri popüler tarihî anlatılar yerlici sağ popülist siyasetin önemli duraklarından birini oluşturuyor. Popülizm, toplumu iki homojen ve antagonistik grup arasında –“el değmemiş halk” ve “yozlaşmış elitler”– ortadan ikiye yarılmış bir şekilde tahayyül eden ve siyasetin asıl görevinin halkın genel iradesini ifade etmek olduğunu iddia eden bir ideoloji.[5] Halkın muhayyel ya da fanteziye dayalı birliğini ve bütünlüğünü tahayyül ve inşa etme sürecinde geçmişin seçmeci ve nostaljik bir okumaya tabi tutulması kurucu bir rol oynuyor. Burada, Taggart’ın popülizmi açıklarken vurguladığı “anayurt” kavramı son derece kullanışlı: popülistler kendilerini, idealize edilmiş bir topluluk kavramını temsil eden “anayurt”la özdeşleştirmeye meyillidirler.[6] İdealize edilmiş topluluğun bir başka dayanak noktası ise “yerlilik” ve “yerlicilik” vurgusu -ki popülist siyasal ideoloji ve pratiklerin dışlayıcı momentinin dayanak noktası bu iddia.[7] Tüm bu hikâye aynı zamanda geçmişe yönelik dirilişçi ve nostaljik tavırda düğümleniyor.
Genç yaşta kaybettiğimiz Svetlana Boym Nostaljinin Geleceği’nde[8] çağdaş bir Rus deyişini aktarır: “Geçmiş, gelecekten çok daha tahmin edilemez hâle gelmiştir.” Boym, nostaljinin hem geçmişe ve artık var olmayan ya da hiç var olmamış bir eve duyulan özlem olduğunu söyler; hem de bugünü inşa eden yanına vurgu yapar. İki nostalji türünü birbirinden ayırt eder Boym:
“Yeniden kurucu nostalji nostos’u vurgular ve yitirilmiş evin tarihaşırı bir tarzda yeniden inşasına teşebbüs eder. Düşünsel nostaljide ise algia, özlemin kendisi gelişip serpilir ve -iştiyakla, ironikçe, çaresizce- eve dönüşü erteler.”[9]
Kökenlere dönüş ve komplo yeniden kurucu nostaljinin ve son dönemdeki dinsel ve ulusal canlanmaların özünü oluşturur Boym’a göre. Aynı zamanda bir uyarıda da bulunur bize Boym: “Aşırı durumlarda hayali bir anayurt, insanın uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır olduğu bir anayurt yaratabilir nostalji. Üstünde pek düşünülmeyen nostalji, canavarlar yaratır.”[10]
Griffin faşizmi “popülist aşırı milliyetçiliğin palingenetik bir biçimi” olarak ele alırken bu tehlikeye dikkat çekiyordu. Palingenesis diriliş ve doğuş anlamındaki “genesis” ve yeniden anlamındaki “palin” kelimelerinden oluşur. Sağ popülizmin homojen popülizm iddiası, böylelikle hem geçmişte hem de şimdide inşa edilir.[11]
Ödül töreni tartışması ile başladık, oraya dönerek bağlayalım yazımızı. Herbert Gans, Amerika’da ve öteki heterojen toplumlarda, çeşitli nüfuslar ve çıkar grupları arasında yaşanan, kaynakların kullanımı ve iktidar konularındaki savaşımların yalnızca iktisadi ve siyasal alanlarla sınırlı olmadığını, kültürel konulara da yayıldığını vurgular ve mücadelenin adını koyar: Kültür Savaşları.[12] Kültür savaşları kavramının sadece retorikten ibaret olduğunu ve gerçek bir karşılığının olmadığını iddia edenler olmakla birlikte, kavramın sıkça kullanıldığını görüyoruz.[13] Ben kavramın Türkiye bağlamında salt retoriğin ötesinde, “kültürel alan”da[14] süregiden ve gitgide şiddetlenen bir mücadeleyi anlattığını düşünüyorum. Altın Kelebek Ödül Töreni sonrasında kopan gürültü de aslında bu kavganın episodlarından biri.
Yerlici ve millîci medya figürleri de Diriliş dizisi sonrasında yaşananları Türkiye’de yaşanan kültür savaşının ve kültürel hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak okudular. Bu figürlere göre, mücadelenin bir tarafında yerli ve millî hassasiyetlere sahip, gerçek sanatçılar yer alırken, diğer tarafında da halkına yabancı, Batı hayranı, halk düşmanı elitler ve sahte sanatçılar vardı. Katıldıkları televizyon programında, Mahmut Bıyıklı saldırının Diriliş’e değil, dizinin taşıdığı değerlere karşı olduğunu iddia ediyordu. Lacivert Dergi Genel Yayın Yönetmeni Meryem İlyada Atlas da eski zümrenin yerini alan yeni bir tipin ortaya çıkmasından duyulan rahatsızlığa bağlıyordu yaşananları.
İsmail Kılıçarslan her zamanki “samimi” ve “harbi” tavrıyla yaşananları şu sözlerle değerlendirdi:
“Çünkü adamların tahammül edemediği şey, bu dizideki Osmanlı’yı kuran adamların Müslüman olmaları. Çünkü tahammül edemedikleri şey o adamların yakışıklı olması. O adamların sümüklü olmaması. Sümsük olmaması, yiğit olması. Çünkü orada Hristiyan Hristiyan gibi, Müslüman Müslüman gibi anlatılmış olması, Şamanın Şaman gibi anlatılmış olması. Bu diziyi Ezel Akay çekseydi de, diyelim dizideki bütün Hristiyanlar -Tıpkı Hacivat Karagöz zırvasındaki gibi- iyi, dizideki bütün Müslümanlar üçkâğıtçı olsaydı, dizideki bütün Şamanlar harika insanlar olsaydı o salon alkıştan yıkılırdı. Bu adamların tahammül edemediği şey bu adamların Müslümanlığı. Bizim Müslümanlığımıza 90 senedir tahammül edemiyor bu zümre.”[15]
Aynı programda Mahmut Bıyıklı’nın, Altın Kelebek’in özrüne karşı tavrı ise popülist özdeşleşmenin varacağı noktayı göstermesi açısından manidardı: “Biz millet olarak bu özrü kabul etmiyoruz.”
19 Kasım 2016’da SETA tarafından düzenlenen Türkiye’de Medya ve Kültürel Hegemonya başlıklı etkinliğe katılan Sabah gazetesi yazarı İbrahim Altay, Altın Kelebek töreninde yaşanan gerilimi, “eskiden güçlü olan ama artık gücünü yitiren bir çetenin” işi olarak tanımladı.
Haber Vaktim’den Ahmet Doğan İlbey ise “Kim bunlar” diye soruyor ve tatlı diliyle sorusunu şu şekilde yanıtlıyordu:
“Kim bunlar? Batının kültür emperyalizminin ajanları, uşakları bunlar. Sinemacı.. artist…. Sanatçıymış bu alçak ve fahişe zihniyetli güruh. Üstadın sözüyle Kubur faresi bunlar. Necip Türk milleti pek yakında ruh kökleri Fransızlaşmış/ kâfirleşmiş bu kubur farelerini bu ülkeden atacak. Yüzlerine tükürecek. ‘Bizden değilsiniz’ diyecek. Kemalist Cumhuriyet modernleşmesinin imalatı olan bu zâni sinema artistlerinin ve kuruluşlarının ve yandaşı medyanın verdiği zararı bir Mason, bir Yahudi, bir Moskof ve bir Amerikan şeytanı bile bu necip millete vermiyor.”[16]
Ne yerlilik ve millîlik iddiası ne de entelektüellere duyulan ölçüsüz hınç bize özgü. Farklı coğrafyalarda aşırı sağın farklı tezahürlerinde benzer temaların, sataşmaların, suçlamaların sürekli olarak tekrarlandığını görmek mümkün. Çokça andığımız Kılıçarslan’ın, “kapuçinolarını yudumlayan” Cihangir entellerine karşı giriştiği cengin bir benzerini Amerikalı popülist politikacı Sarah Palin “lattelerini yudumlayan ve Volvo kullanan Doğu Yakası liberallerine” karşı yürütür örneğin. Palin’e göre, bu gayrimillî liberal cenahın karşısında bildiğiniz kahvelerini içen, Amerikan arabaları kullanan ve Orta Amerika’da, yani anayurtta ikâmet eden gerçek/sıradan/yerli Amerikan halkı yer alır.[17]
Niyetim Türkiye’de İslamî/İslamcı cenahın kültürel birikimini, özellikle 1970’lerden itibaren başlamak üzere yaşanan entelektüel canlanışı ve üretkenliği yok saymak değil. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde 2011 yılında savunduğum doktora tezimde İslamcılığın farklı kuşaklarına yayılan bu üretkenliğin bir muhasebesine girişmiştim.
12 Eylül sonrasında solun örgütlenme ve kendini ifade olanaklarının bastırılması ve darbe sonrasının İslamcılar için yarattığı fırsat alanları ile birlikte İslamcı entelektüellerin üretimlerinde muazzam bir artış oldu. Michael Meeker ve Ruşen Çakır[18] gibi isimler çalışmalarında bu canlanışın öncü tasvirlerini sundular. Tekrar tekrar hatırlamamız gereken mesele, tekil bir düşünsel evrenden ziyade farklı farklı İslamcılıklardan bahsetmenin mümkün olduğu. Lakin bu çoğulluk içerisinde İslamcılığın belli başlı dönemlerine damgasını vuran hâl, tavır, düşünür ve duruşların varlığını da unutmamak gerek.
Bugün geldiğimiz noktada yazdıklarını, düşüncelerini merakla takip ettiğim Cihan Aktaş’ın günümüz İslamcılığı ile ilgili sorduğu şu soruyu hatırlamak yerinde olacak:
“İslamcılık bugün güncel mevzular bağlamında kendi içinde bastıran muhafazakarlaşma eğilimi karşısında yeni bir kavşağa ulaşmış görünüyor. Sözgelimi ‘insan hakları’ konusunda söylenilebilecek her ne varsa Kur’an’dan alınan ilhamla çağı kuşatacak şekilde dillendirildi mi, yoksa ezberlerin ve iktidar alanlarının korunması adına zihin konforlarını bozacak tartışmaların önünü kesme tutumu baskın mı çıkıyor?”[19]
Yerli ve millî kültür üzerine süregiden tartışmada bu soruya verilecek cevabın ne olduğu hayatî bir öneme haiz. Aktaş, bu soruya açık bir yanıt vermekten kaçınsa da muhafazakârlaşma ve konformizmin çok ama çok ağır bastığını görmemek mümkün değil.
İnşa edilmek istenen yerli ve millî kültürün büyük sorunlarından biri de bu tür bir konformizme yaslanması, mevcut hâliyle özerkliğini tümüyle yitirmiş bir kültürel alan görünümü arz etmesi. Elbette kültürel alan her zaman farklı sınıfsal, kültürel, ekonomik ve siyasal çıkarların da alanı olagelmiştir. Lakin bu, kültürel alanın tümüyle özerklikten yoksun olduğu anlamına da gelmez. Yerli ve millî iddiasının en büyük sorunu da bu: özerklik yitimi.
En ufak bir eleştirelliği dahi bünyesinde barındırmayı reddeden, emir komuta zinciri içerisinde sanatsal ve düşünsel mesai yapan ve ikbalini muarızının mahvına ve yok oluşuna (sivil ölümüne) bağlamış bir entelektüel pozisyonla mâlûl. Tanıl Bora buna “polis marifetiyle ‘kültürel hegemonya’” diyor.[20] Akademisyeni okuldan uzaklaştırarak, yazar çizeri hapsederek, emrine amade bir medya bloku yaratarak, her türlü muhalif sesi acımasızca susturarak, beğendiği dernekleri kaynağa boğup beğenmediklerini kapatarak ya da kapanmaya zorlayarak, çevrimiçi ve çevrimdışı her türlü denetim-gözetim-sansür mekanizmasını devreye sokarak, didaktik müsamereleri andıran sinema filmlerine yüz binlerce lira vererek… Liste uzar gider… “Kültürel hegemonya”! Âlâ.
Yakın zamanda kaybettiğimiz büyük düşünür Daryush Shayegan’la bitirelim. Sarsıcı eseri Yaralı Bilinç’te kültürel şizofreni ve klostrofobinin acı bir eleştirisini sunuyordu Shayegan. İran İslam Devrimi sonrasında kültürel yaşamın İslamîleştirilmesi sürecini sert bir şekilde eleştiren Shayegan, eskinin yerine konmaya çalışanı şu sözlerle tanımlıyordu: “Avazı çıktığınca bağıran ama sağlam hiçbir şey yaratmayan, sağa sola çarpan ama kök salacağı bir yer bulamayan bir sahte kültür.” [21]