Derek Ryan: Edebiyatta hayvana insani özellikler atfetme, nihayetinde insan meselelerini aktarmak için hayvanları alet etmek midir; yoksa hayvan bilincine dair –spekülatif de olsa- önemli bir bakış sunabilir mi?
02 Haziran 2016 13:55
Hayvanları hoyratça yiyoruz, giyiyoruz; onlara binbir sebeple işkence ediyoruz. Peki dünyanın merkezini neden insan sandık? Neden buna inanmak ve insan olmayanın gücünü görmezden gelmek için elimizden geleni yapıyoruz? Ettiğimiz zulümle barışık yaşayabilmek için nasıl inkar psikolojileri içindeyiz? Edebiyat bize nasıl rehber olabilir? Konuşmayan hayvanın sesini gerçekten yansıtabilir mi mesela? Bu soruları İngiltere’de Kent Üniversitesi’nde hayvanlar ve edebiyat üzerine ders veren ve kısa süre önce hayvan teorisine dair bir kitabı* yayımlanan Derek Ryan’a yönelttik.
İnsan-hayvan ilişkisi şu anda bir krizde mi? Yoksa tarih boyu devam eden kötü muamelenin sadece sert bir uzantısını mı yaşıyoruz?
Bugün tamamen kriz halinde olduğumuza inanıyorum. Hayvan çiftliği fabrikalarında, tükettiğimiz et miktarında, laboratuvar deneylerinde kullanılan hayvanların sayısında müthiş bir artış var, aynı şekilde canlı canlı derisi soyulan hayvanların sayısı da müthiş arttı. Ev hayvanları gittikçe daha zalimce muamelelere maruz kalıyor ve daha sık yalnızlığa terk ediliyorlar.
Ulaşılabilen rakamlar nedir bu konuda?
Rakamların bazıları gerçekten yaralayıcı. Yenmek için çiftliklerde büyütülen hayvanların sayısı her yıl dünya çapında 60-70 milyara ulaşıyor ve bu hayvanların büyük çoğunluğu hayvan çiftliği sistemiyle öldürülüyor. Bir yılda en az 1 milyar hayvan derisi için öldürülüyor. Yılda 100 milyondan fazla hayvan laboratuvar testlerinde can veriyor. Hayvanları bu şekilde öldürmemizin çevreye etkileri de çarpıcı. Hayvan yemek örneğini ele alacak olursak, hayvan tarımı sera gazı emisyonlarının yüzde 50’sine neden olarak gösteriliyor.
İnsanlar bu krizin yeterince farkında mı?
İnsanların çoğu durumu bir kriz olarak nitelemiyor bile. Şöyle saçma bir tezat var: Hayvan zulmüne dair farkındalık geliştikçe hayvan istismarı da artıyor. Jonathan Safran Foer Hayvan Yemek adlı kitabında bundan bahsediyor mesela. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre insanların yüzde 96’sı hayvanların yasal olarak korunması gerektiğini, yüzde 76’sı hayvanların refahının düşük et fiyatlarından daha önemli olduğunu ve üçte ikisi de çiftlik hayvanlarına muamelenin düzeltilmesi için çok kesin kanunlar olması gerektiğini söylüyor. Peki neden bu rakamlar eyleme dönüşmüyor? Şöyle diyebiliriz: Kriz aslında insanların düşündükleri ile eylemleri arasında bu kadar büyük bir fark olmasıdır.
Peki, insanlar yarattıkları bu vahşi durumu sürekli inkar halindeler mi? Yenilmekten memnun olan hayvan imgesi; “insani hayvan ölümleri” ya da “sürdürülebilir et tüketimi” gibi terimler bu inkar haline mi işaret ediyor?
Dil hayvanlara yapılan zulmü maskeliyor. Ve bence çok sorunlu. Foer’ın kitabında müthiş bir bölüm vardı; hayvanlara ettiğimiz muameleyle ilintili kelimelerin listesini alfabetik olarak sunuyor ve bu kelimelerin arkasında sakladığı gerçeği yapısökümüne uğratıyordu. Mesela (“serbest dolaşan tavuklar” anlamına gelen) “free-range”… Yüzlerce tavuğun bulunduğu bir kümesin yalnızca minik bir penceresi ya da kapısı olduğu anlamına geliyor çoğu zaman. “Organik” etiketi bile hayvanın bir noktada işkence görmediğinin garantisi olamıyor. Bu kelimelerle ilgili gerçek sorun şu ki, insan-hayvan ilişkisinde potansiyel bir etik sorgulamayı geçersiz kılıyorlar. Bizi etik davrandığımıza inandırıp vicdanlarımızı rahatlatıyorlar, neredeyse bir ödül sunarmışız gibi hissediyoruz kendimizi. Bu kelimelerin çoğunlukla bize yalan söylemesi de, aslında kandırılmaktan hoşnut olduğumuzu gösteriyor. Global hayvan çiftçiliği çok fazla gizlilik içeren bir endüstri, ama aktivistlerin ve gazetecilerin sayesinde bu hayvanlara yapılan gerçek muameleyi görebilmek sadece bir tık ötemizde. Ama yine de çoğumuz gerçeğe bakmak istemiyoruz. Ne kadar çok arkadaşımın, akrabamın, iş arkadaşımın bana “bu bilgileri öğrenmek istemiyorum, çünkü bir daha et yiyememekten korkuyorum” dediğini sayamıyorum artık.
Bu nasıl bir korku peki?
Bu korku bana çok ilginç geliyor. Çünkü et yemek kimliğimizin o kadar önemli bir parçası olmuş ki, et yemekten vazgeçmek temellerimizi sarsacakmış gibi geliyor. Et yemenin çok normal bir şey olduğuna inandırılmış durumdayız, bu hep kültürel olarak kabul edilmiş bir hal olmuş. En azından bunu fark etmek değişim için bir potansiyele işaret ediyor.
Hayvan-insan ilişkisi hakkında düşünürken genelleştirmek ve evrensel terimler üzerinden konuşma gibi bir refleksimiz olabiliyor. Bu ilişki üzerine bütünleyici, evrensel sözler söylenebilir mi; yoksa bölgesel olarak şartlar çok değişiyor mu, daha bağlamsal mı konuşmak gerekiyor?
Hayvanları genelleştirmek meselesindeki ilk sorun aslında “hayvan” kelimesinin ta kendisiyle geliyor. Varlığını bildiğimiz 8.7 milyon türü düşündüğümüzde, hayvan sözcüğünün her bir türe dair bir şey ifade edebilmesi imkânsız; bırakın belli bir türle olan ilişkimizin yerelleştirilmiş bir versiyonu hakkında bir anlama gelmeyi. Hayvan sözcüğünü telaffuz ettiğimizde, duyduğumuzda ya da okuduğumuzda bu 8.7 milyon türün hangisi geliyor aklımıza? Ev hayvanlarını mı düşünüyoruz? Çiftlik hayvanlarını mı? Soyu tükenen türleri mi? Hawksbill kaplumbağasını mı mesela? Ya da insanları düşünüyor muyuz? Ne de olsa bu kelimeyle ilginç bir ilişki kuruyoruz; hem hayvanlar dünyasının parçası olarak hem de kendimizi bu dünyanın tepesine bir yerlere koyup egemenliğimizi ilan ederek... Bir başka Fransız düşünür Jacques Derrida hayvan sözcüğündeki güç ilişkilerini The Animal That Therefore I Am kitabında hatırlatır ve sözcüğü şöyle tanımlar: “Hayvan insanların diğer yaşayan canlılara koymakta hak ve otorite gördüğü bir isimdir.” Tabii ki bu güç dengesindeki asimetri, “insan” sözcüğünü bölgesel olarak kullandığımızda da kendini gösteriyor. Bu konuda feminist ve postsömürgeci araştırmacılar önemli çalışmalar yaptılar. Cinsiyetin ve kültürel farkların hayvanlarla olan ilişkiyle bağlantısını ortaya koydular. Bize düşen hayvan sömürüsünün patriyarka ve sömürgecilikle ilgisi üzerinde düşünmektir.
İnsanı odağına alan ve diğer canlı formları ötelemeye meyilli ideolojileri, yani antroposentrisizmi nasıl tanımlarsınız? İnsan-odaklı ideolojiler; patriyarka, sömürgecilik veya ırkçılık gibi diğer ayrımcı ve hiyerarşik ideolojilerle birlikte mi okunmalı?
Antroposentrizm sadece insanların hayvanlardan ayrı yaratıklar olduğu fikri değildir, aynı zamanda tüm dünya görüşümüzün insanlık üzerine kurulu olmasını konu alır. Bizim için iyi ve doğru olanın dünya için de iyi ve doğru olduğuna inanır. Daha detaylı bir terim olarak “türcülük” son 40 yılda türedi ve insanın bu öncelikli, ayrıcalıklı ve önyargılı statüsüyle ilgilendi. Terim aktivist Richard Ryder tarafından 1970’lerin başında ortaya atılmıştı ve ünlü düşünür Peter Singer tarafından çokça kullanıldı.
O halde şöyle sormak gerekiyor: Türcülüğü patriyarka, sömürgecilik veya ırkçılık gibi diğer ayrımcı ve hiyerarşik ideolojilerle birlikte okuyabilir miyiz?
Türcülük, ırkçılık, sınıf ayrımcılığı ve cinsiyetçilikle aynı temeli paylaşsa da (“öteki” olarak algılanmak açısından) türcülüğün çok ayrı bir yeri var. Çünkü türcülüğe karşı çıkabilecek tek grup türcülükten en çok fayda görendir, yani homo sapienler. Bir diğer deyişle, bu duruma toplumsal karşı çıkış egemen olandan gelmeli, ezilenden değil. Bu da hayvanların nasıl siyasi bir güç kazanabileceği ve seslerini nasıl duyurabileceği konusunda önemli sorular ortaya atıyor.
Singer türcülük terimini kullanarak ünlü marjinal insan argümanını türetmişti. Tüm insanların mantıklı davranma, akıl yürütme, toplumda yer alma gibi yetilerinin olmadığını ve dolayısıyla marjinal insanları korurken hayvanları korumamanın anlamsız olduğunu iddia ediyordu. Bu çok tartışılan bir iddia oldu, özellikle engelli hakları savunucuları tarafından sertçe eleştirildi. Singer ise kendinin kısa alıntılar ve bozuk özetlemeler yüzünden yanlış anlaşıldığını düşünüyor. Sizce de Singer yanlış anlaşıldı veya anlamsız bir kötü muameleye maruz kaldı mı?
Singer’ın yaklaşımını benimserken etik bir ikilemin içine giriyoruz. Faydacı, utilitaryan bir bakışla konuşuyor Singer. Yani, tüm etik hesapların iyiliğin ve zevkin arttırılması ve acının en aza indirilmesi üzerine yapılması gerektiğini savunuyor. Singer’a göre bir eylemin, tüm yaşamlar için –ister hayvanın olsun ister insanın- en iyi sonuca götürmesi gerekir. Bu yaklaşımın en avantajlı tarafı daha önceden belirlenen değer hiyerarşilerini ciddiye almaması. Kötü tarafı ise hiçbir şeyin fıtri bir değere sahip olmaması. Zaten engelli hakları konusunda çalışan insanların tepkisini de bu yüzden çekti. Eğer bir eylemden çok fazla kişi faydalanacaksa, o eylemin sonucunda azınlıklar yara alacaksa bile problem değildir, bu bakışa göre. Singer’a karşı “etik meselesinde haklar”ı odağına alan bir bakış geliştiriliyor genellikle. Her türlü yaşam formunu daha fazla iyilik yaratmak için birer araç olarak görmektense, her bireyin değeri olduğunu ve korunması gerektiğini savunuyor bu bakış. Burada karmaşık olan şey, hangi hakların ve korumanın herkes için evrensel olması gerektiği meselesi ve elbette bu durumun hayvanlar için nasıl daha iyi bir muamele ortamı yaratacağı. Çoğu şey gibi teoride pratikten çok daha kolay bir mesele bu. Ama Martha Nussbaum gibi çağdaş düşünürler var bu konuda çalışan. Daha haklar odaklı bakıyorlar meseleye.
Pratikte ise ne haklar odaklı, ne de fayda odaklı bir durum hâkim dünyada. İnsan odaklı ideolojilerin kültürel hegemonisi çok uzun süredir baskın durumda. Neden?
Antik dönemlerden bu yana en etkili ve genelgeçer inançların ve söylemlerin çoğunun insane odaklı olduğu düşünülür; ancak unutmamalı ki, daha az ortodoks vejetaryen görüşler de var. Antik Yunan örneğine bakacak olursak, çoğu insan Aristo’nun Politika’daki “İnsan politik bir hayvandır” sözünü dikkate alır. Bu söz dil, mantık ve etik gibi nedenlerle insanı hayvanlardan ayıran bir önerme. Ama o dönemde bile et yememek gerektiğini savunan çok insan vardı. Neden olarak da hayvanların zeki, duyusal ve hatta mantıklı yaratıklar olduğunu ve ahlaki bir tavrı hak ettiklerini öne sürüyorlardı. Plutarch mesela, vücutlarımızın hayvanları öldürmek ve yemek için yeterlilik göstermediğini, çünkü hayvanları doğal olmayan aletlerle öldürdüğümüzü ve ancak pişirerek ya da dinlendirerek yiyebildiğimize dikkat çekiyordu.
O halde, neden et yemeyi bir seçimden çok, zaten öyle olması gereken bir şey olarak algılıyor insanlar?
Benim son kitabımı hayvan teorisi üzerine yazmamın nedenlerinden biri de o günlerden bugünlere nasıl geldiğimizi anlamaya çalışmaktı. Bunca zaman sonra hayvanların daha önce görülmemiş zulümlere maruz kaldığı ve et yemenin insanlar için çok doğal bir şey olduğuna geniş kitleler tarafından inanılan bir noktaya nasıl geldik, buna bakmak istedim.
Kişisel araştırma alanınız 20. yüzyılın ilk dönemlerinde hayvanlara odaklı. O dönemin edebiyatının hayvanlara yaklaşımında gördüğümüz en belirgin özellikler neler?
O dönemin edebiyatının en belirgin özelliklerinden biri, hayvanlara ilişkin sorulara Freud’un deyimiyle insanlık narsizminin ikinci ve üçüncü rüzgârının tam da göbeğinden yanıt vermeye çalışması. Darwin’in evrim teorisi, psikanaliz ve elbette ilk olarak Kopernik devrimi... Bu esnada Virginia Woolf, James Joyce ve D.H. Lawrence gibi yazarlar da aynı anda, dilin insan bilincini keşfetme potansiyelinin üzerine ve elbette insanı odağına alan dünya görüşleriyle mücadele etmek adına deneyler yapmakla meşgulduler... Hayvanlara dair en ilginç edebi metinler, bu tarihsel gelişmeleri hayvanlara kötü muamele perspektifinden ele almanın dışında; bence bu tip değişikliklerin insan-hayvan ilişkisinde ne anlama geldiğini sorgulayan metinler olmuştur. Kimileri insanlığın bu yenilikçi yazılarla hayvanlığa daha çok yaklaştığını savunur. Deleuze ile harika bir röportaj vardır mesela, Deleuze şöyle der: “Yazmak, dili, dilin hayvanlıktan ayrıldığı noktaya kadar iteklemektir.” Yani, öyle bir yazmak ki, insan dilini hayvanlaştıran, neredeyse hayvanlar için konuşan bir noktaya iteklemek... Bu insan-dışı yaşam varlıklarıyla insanları ayıran şeyin dil olduğuna dair geleneksel inanıştan çok farklı bir bakış.
Edebiyatın nihayetinde insanlar tarafından ortaya konması ve temel aracının dil olması, edebiyatta hayvanları ele almayı ne yönlerden problematik bir hale getiriyor?
Edebiyatın hayvanların materyal tarihini nasıl araştırdığını; ve hayvanların insanlarla olan ilişkisini nasıl hayalgücüne dayalı bir biçimde yeniden ifade ettiğini düşünürken karşımıza çıkan iki paradoks var. İlki şu: Edebiyatın yola çıkış noktası tabii ki dildir, bu da hayvanlarda olmayan bir özellik ve zaten hayvanlar sırf bu özelliğe sahip olmamaları nedeniyle sıkça bizden daha aşağıda türler olarak sınıflandırılıyorlar. İkincisi de, hayvan figürleri bir sürü metinde var ancak çoğunlukla metaforik, sembolik veya alegorik şekilde ele alınıyorlar. Bu durum da bizim için bir mücadele gerektiriyor, şöyle bir mücadele: hayvanların içinde bulunduğu metinlerin hayvanların kendisiyle ilgili bir şey söylüyor olabileceği ihtimalini ciddi şekilde göz önünde bulundurmak. İnsan dili ve kültürü diyarına girdiğimizde hayvanlara ilişik şekilde gelen diğer manaları da gözardı etmeden elbette...
Bir insanın hiç sesini duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabileceğine inanmanın mücadelesi mi bu? Epey güç bir mücadele değil mi?
Edebiyatta hayvan sesi meselesine yaklaşımımız genellikle hayvanlara odaklanan anlatılar aramaktır; ister doğrudan konuşturma olsun ya da daha karmaşık anlatı teknikleri... Hayvanlara ses verebilmek için edebiyatın bir sürü girişimi oldu, Anna Sewell’ın Siyah İnci’si, Virginia Woolf’un Flush’ı gibi hayvan otobiyografileri mesela. Bu metinler bir hayvanın hayatını anlatmaya çalışır ama bunu yaparken hayvanı insana benzetirler. Yani, insan olmayan yaratıklara insanı özellikler verirler. Bu hayvan sesini temsil etme meselesinde, hayvanların perspektifinden öykü anlatma meselesinde en büyük gerginliklerden biri. Edebiyatta hayvana insani özellikler atfetme, nihayetinde insan meselelerini aktarmak için hayvanları alet etmek midir, yoksa hayvan bilincine dair –spekülatif de olsa- önemli bir bakış sunabilir mi? Hayvan sesi meselesine dair bir başka da geliştirebiliriz, “hayvanların kendileri hakkında yazılmış metinler üzerinden etik ya da politik bir talepleri olabilir mi” sorusunu ele alarak...
Yine de hayvanların içinde bulunduğu metinlerin hayvanların kendisiyle ilgili bir şey söylüyor olabileceği ihtimalini ciddiye almayı önerdiğiniz mücadeleye dair duyulabilecek en büyük arzu bile, hayvanların konuşamamasından doğan tekinsizliği örtemeyecekmiş gibi...
The Animal Claim adlı önemli kitabında Tobias Menely insanların “hayvanların konuşamazlığı” meselesinde bu kadar takılı kalmalarının, hayvanların aslında anlamlı pek çok şekilde iletişim kurabildikleri gerçeğine vurgu yaptığını ve hayvanların insanların etrafında dönmeyen bir dünyanın parçası olduklarının altını çizdiğini söyler. Yani aslında hayvan sesinin potansiyeline odaklanmak bir yandan da insanların hayvanlara yaklaşımındaki kısıtlamalar hakkında düşünmektir.