Okur ve yazar birlikte deniyor; birbirlerine yaslanıyor. Berbat günlerden geçtiğimiz bu zamanda, denemenin sokulganlığının, nezaketinin bir anlamı var...
21 Mart 2019 10:30
Max Norman, ilkin 8 Ocak 2019’da Public Books’ta yayınlanan “What Essays Are, And What Essayists Do” yazısında, Brian Dillon’ın Essayism kitabı üzerinden deneme türünün yazardaki yeri ve okurla ilişkisi üzerine düşünüyor…
Deneme hakkında iyi bir kitap yoktur, sadece denemeler vardır. Bu biçimi uygulamaya koyan ilk kişi, 16'ncı yüzyıl Fransız siyasetçisi ve küçük aristokrat Michel de Montaigne, denemenin ne olduğunu hiç söylememişti. Ne yaptığını söylemişti sadece. Sözünde de durmuştu. Keza, İrlandalı yazar Brian Dillon da yeni kitabı Essayism: On Form, Feeling, and Nonfiction [Denemecilik: Biçim, His ve Kurgudışı Üzerine] adlı yeni kitabında bu biçimin tarihini özetlemeyi bilgece reddediyor. Bunun yerine, ele aldığı konuya dair her açıdan görüşler sunup bu yazım tarzının neyin nesi olduğunu parça parça açığa çıkarıyor. Tabiri caizse, denemenin denemesini yazıyor.
Tıpkı Montaigne’in Denemeler’inde olduğu gibi, Dillion da kendi kitabının bir karakteri. Ve kendi hikâyesi aracılığıyla –yazma ve okuma alışkanlıklarına dair anlattıklarında, edebî temayüllerinde ve etkileyici bir şekilde, derin bir melankoliye kapıldığı anlarda– denemecilerin kendilerini ve dünyayı nasıl gördüklerini gösteriyor. Denemenin ne olduğundan ziyade nasıl olduğuna, yani denemecinin tavrının ardında bıraktığı üslûpçu damgaya dikkatimizi çekiyor. Bu tavır, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’da başkahramanının “mantıklı düzenlemeye karşı darmadağınık, felç edici, râm edici bir şekilde etki gösteren”[1] tarzını tarif etmek için kullandığı kelimeyle, “denemecilik”tir. “Nasıl ki bir deneme yazısı bir nesneyi, her paragrafında bütün olarak ele almadan birçok cepheden kuşatırsa –çünkü bütün olarak ele alınan bir nesne birdenbire hacmini yitirir ve eriyip bir kavrama dönüşür”[2], genç adam da karşısına çıkan her şeye aşağı yukarı öyle yaklaşır.
Dillon’ın hassaslık, şefkat ve bir nebze cingözlüğün damgasını vurduğu “Denemelere ve Denemecilere Dair” başlıklı ilk denemesinde, bir biçim olarak denemeye ilişkin en ferasetli gözlemlerden biri yer alır. Ona göre, denemeciler “kesinlik ve sakınmayı öyle hallihamur ederler ki bana yazmanın kendisi böyle bir şey olmalıymış gibi gelir.” Kendi yöntemini ve bir bakıma Essayism’i özetlerken, denemeyi “eşit derecede eğitecek, ayartacak ve gizemlileştirecek bir biçim” olarak tanımlar. Bir deneme hakikati dile getirir, ama bunu “çaprazlamasına,” bir farkla yapar. Kimi zaman inceden inceye, kimi zaman ifrata kaçarak.
Çeşitlilik denemenin sebeb-i hikmeti ve ana temasıdır. Her denemenin yaklaşımında özgün bir yan vardır. En azından yaygın kanaatin akıntısına karşı kürek çekmeye, tek bir kişinin nasıl düşündüğünü ve nasıl yazdığını göstermeye işaret eden kök anlamıyla paradoksal bir tarafı vardır. Bu biçimin, Montaigne’nin Denemeleri’ndeki, kurucu kurgularından biri denemecinin başka türlü yazamayacağıdır: Onun biçimi zihni ve bedeni kadar nevi şahsına münhasırdır ve farklı türde bir kitap yazmak hem onun kendisine ve okura karşı ikiyüzlülük olur hem de bir düzeyde imkânsızdır.
Montaigne gibi, Dillon da mecbur olduğu için deneme yazıyor. Bu bir nevi onun edebî DNA’sında var. “Gelişigüzelce, dura kalka yazmak zorunda olacağım, ancak böyle yazabiliyorum,” diye kabul eder. Üniversitedeki zorunlu bir mantık dersindeki berbat performansını anlatırken, Dillon kendi hâlini Musil’in başkahramanına benzeterek şunları söyler: “Üzerinde düşünülmüş ve tutarlı bir argüman yazmaya girişemiyordum, ki hâlâ öyleyim; mantık incelemesinin gerektirdiği üzere, o argümanın aşağı yukarı ikna edici kısımlarını ve süreçlerini kendime anlatabilmekten hiç bahsetmiyorum bile.”
Deneme, Dillon’a göre, bir amaca ulaşmaya hizmet eden bir araçtan ibaret değildir. Ne ki, (çoğu zaman söz konusu biçimin Greko-Romen öncüllerine işaret eden, “Pratiğe Dair”, “Teselli Hakkında” gibi özlü başlıklarla ifade edilen) bir amaçtan yoksun olduğunda, denemede herhangi bir teklif, önerge de yoktur. Bir kullanım kitapçığının, polemiğin veya konuşmanın aksine, deneme sırf bir izlerçevreyi bilgilendirmeye veya ikna etmeye yönelik bir teknoloji değildir. En azından ilk bakışta, yazarla çok daha fazla alakası vardır; okurda uyandırabileceği etki, denemecinin kendisindeki düşünsel veya duygusal itkiyle kıyaslandığında ikincildir.
Bağımsızlığı açısından, şiire, veya Dillon’ın kendisinin ima ettiği bir mecazı kullanacak olursak, fotoğrafa yakın bir şeydir deneme. Roland Barthes’ın, keza Joan Didion ve Elizabeth Hardwick’in varlığı Essayism’e boydan boya yayılır. “Yaralanabilirliğe Dair” başlıklı kısımda Dillon, Barthes’ın Camera Lucida’da fotoğrafın iki düzlemi arasında yaptığı ayrımın üzerinde durur: Görüntünün açık konusu, ondan öğrendiğimiz malumat olan studium; ve bir fotoğrafın salt anlama veya güzelliğe tenezzül etmeden bakışımızı yakalayan (çoğu kez bir ayrıntıya tekabül eden) veçhesi. Punctum sadece izleyicinin bakışında vardır; değişime açıktır, tıpkı Barthes için ve Barthes’ı yeniden okuyan Dillon için olduğu gibi.
Her denemenin bir konusu vardır –Essayism’in başında da bu minvalde Borgesçi bir katalog bulunur. Ama o konuya dair ayrı, nevi şahsına münhasır ve çoğu zaman değişen bir görüşü de vardır. Dillon’ın örneklerinden birini kullanacak olursak, Thomas Browne’un yaygın yanlış kanıları teker teker çürüttüğü Pseudodoxia Epidemica’sını, sözgelimi, bir porsuğun bacaklarının bir tarafta diğerine kıyasla daha kısa olduğu veya ölü bir yalıçapkınının rüzgâr fırıldağı olarak kullanılabileceği yolundaki yaygın inanış üzerinde durmak harika olduğu için okumayız –bu gibi şeyler eğlenceli olsa da asıl maksat bu değildir. Browne’u bu ilginç şeyler hakkında nasıl düşündüğünü bilmek istediğimiz için okuruz. Punctum için, yani o kendine özgü bakma veya yazma tarzı, hâsılı, yazarın üslûbu için okuruz.
Essayism’in tuhaf bir yanı varsa şayet, o da Dillon’ın üslûbu vurgulaması ki günümüzde edebiyat hakkındaki tartışmalarda en yüzeysel biçimde ele alınan konu üslûp gibi görünüyor. Gelgelelim deneme yazımı, bir zamanlar Adorno’nun belirttiği gibi, en basit şeyle değil, en karmaşık şeyle başlar: Gerçekliğin denemeci tarafından ve denemecinin içinde keşfedilen en zengin biçimi.[3] Somut olana, akılcı indirgemeye değil de gerçekçi karmaşıklığa dönük bu merak, bir denemenin, tıpkı bir şiir gibi, son kertede kendi üslûbundan ibaret olmasının ve denemeciliğin kendisinin bir üslûp olmasının nedenidir.
Kitaptaki bazı Whitmanvari anlardan birinde Dillon denemenin “çeşitli ve muhtelif olduğunu”, kendileri hakkında yazan insanlar kadar değişik konular ve bakış açılarıyla lebâleb olduğunu söyler. Tecrübe etmek ve bazen, Dillon’ın melankoli örneğinde olduğu gibi, dünyanın ve aynı zamanda insan deneyiminin dolup taşan çeşitliliğini, her şeyin etrafını saran “yakınlıklar ve çakışmalar halesi”ni hatırlamak için okuruz. Ezcümle, bizim kadar müstesna, kendine özgü ve tuhaf olan, hisleri bizimkiler kadar kendiliğinden ve çelişkili olan, her biri kendi üslûbuna sahip olan, diliyle dünyayı kendine özgü bir şekilde yeniden şekillendiren başkalarının varolduğunu hatırlamak için. Dillon “‘Senin üslûbunu beğeniyorum’un şu anlama gel”diğini belirtir: “Sevgili insan, derdin, ıstırabın ve deliliğin içinden çekip geri aldığın şeyi takdir ediyorum.” Bir denemeyi sırf bir şey öğrenmek için değil, bir başkasının gözünden görmek, bir konuyla, bir fikirle veya bir deneyimle yüzleşirken zihinlerinin bıraktığı izi takip etmek için okuruz.
Dillon’ın üslûbunu beğenmemek imkânsız. Onun denemeleri ince eleştiri ile edebî hatıratın fevkalade bir karışımı. Bu denemelerin birçoğu güzel olmakla da kalmıyor. Bir türün kalıbına girmeyen, hatta tür olmaya karşıt olan doğası nedeniyle edebiyat eleştirisinin çatlaklarının arasına düşen bir biçimin incelenmesi açısından sahiden faydalı da. Kurmaca dışı yazını inceleyen tüm eleştirmenlerce okunmalı. Bununla beraber, bu tür bir kitap ne akademik ne de her şeyi kuşatıcı, zaten böyle bir işe de kalkışmıyor.
Tarihsel bir bakış açısı olan okurun varlığını en çok hissedeceği eksiklik antik dönemler. Augustinus’a yapılan bir anıştırma dışında, allâme çeşitliliğiyle, Dillon’ın kendisini içine dâhil ettiği geleneğin temelini kuran klasik literatüre bir kez olsun değinilmiyor. Heredotos’un çeşit çeşit tarih kitapları, Plutarkhos’un felsefî yaşamöyküleri, Cicero ve Seneca’nın deneme kabilinden mektupları, Apuleius’un lirik yazıları, Büyük Plinius’un ansiklopediciliği ve Küçük Plinius’un capcanlı mektupları, işte tüm bunlar ve dahası, denemenin soyağacının kökleridir. Denemenin gövdesi olan Montaigne birkaç sayfada yer alıyor: Dillon onun “Pratiğe Dair” denemesine, Montaigne’nin attan düşüp de öleyazması hikâyesine eğiliyor. Ona göre bu, deneme yazarının “‘Ben’inin bilinç koltuğundan çıkmasının” ve düşünce ve duygunun “had safhaya çıktığı yerlerde kendisini dağıtmasının” bir tür alegorisidir.
Dillon’ın en iyi olduğu kısım yakından bildiği yazarlar, yani Virginia Woolf, Elizabeth Hardwick, Maeve Brennan, Cyril Connolly ve Roland Barthes gibi 20'nci yüzyıl yazarları hakkında söyledikleri. Gerçi Robert Burton’ın Melankolinin Anatomisi kitabı ve Thomas Browne’un “koleksiyon veya depo olarak deneme fikri –ya da deneme olarak müze fikri” hakkında da şaşırtıcı biçimde içgörülü yorumlarda bulunmuyor değil. Fragmanlar (“sahipleri bizden aynı anda hem kaçan hem de bize saldıran dikenler ya da oklar” ve aforizmalar (“şimdilerde rezil rüsva hâlde olan yüce emel”) hakkındaki kısa bölümleri görmüş geçirmiş bir edebiyat tarihçisinin bile ilgisini çekecek, ona bir şeyler öğretecektir.
Her ne kadar neredeyse sapkın biçimde Anglo-merkezci olsa da (bahsi geçen tüm yazarlara İngilizce kaynaklardan atıfta bulunuluyor, özgün metinlere hiç değinilmiyor ya da üslûp meseleleri açısından son derece önemli olan çeviri sorunlarından hiç bahsedilmiyor), Essayism’in kaynakçası bile başlı başına kitabı satın almaya değer. Bu da pekâlâ uygun bir şey aslında; zira, Dillon’ın bize gösterdiği gibi, denemeler ansiklopediler gibidir, başka metinlerin içinde ve etrafında varolurlar ve denemeciler şeyleri listeler hâlinde bir araya getirir ve ilişkilendirme dürtüsüne bir doğrultu kazandırırlar. Kitabın kısa olması ise insana ah dedirtiyor. Dillon, Teju Cole, Rebecca Solnit, Karl Ove Knausgaard ve Leslie Jamison gibi çağdaş yazarlar, keza dijital çağda yazmak hakkında yorumlarda bulunsa tadından yenmezdi doğrusu. Ne var ki, Dillon işte ancak böyle yazabiliyor.
Gelgelelim Essayism’in öyle kör bir noktası var ki burayı savuşturmak ve affetmek daha zor, o da siyaset. Başlarda, Dillon kendini bu konudan uzak tutmasını şöyle gerekçelendiriyor:
Şahsen polemiğe alerjim var sanırım; dolayısıyla bundan sonraki sayfalarda, siyasî deneme veya sert eleştirel değerlendirme yazısı taraftarları kendi modellerinin burada olmadığını görecekler. Denemede belirli bir şiddeti sevmiyor değilim, zorla yalnızca kendisi olan bir yazıya inanamıyorum sadece –eğrilik, hedeflerine yaklaşan denemeler istiyorum; çünkü, denemede çaprazlamasına veya bir sürü çelişkili tavrı olan hedefler olmalıdır. Bu da siyasî, hatta radikal olabilir. Çoğu kez başka bir şey gibi görünecektir: Vaktiyle biçimcilik diye görülen ya da estetizm diye görülüp geçilen şey olarak.
Dillon’ın mutlulukla karşılanası kitabını biçimcilik ya da salt estetizm olarak görüp geçmek değil niyetim. Okuruna bir yazma pratiği olduğunu ve kendi farkını, hususiyetini devamlı hatırlatan bir literatür hakkında yazarken belli erdemler, hatta zorunluluklar söz konusudur aslında. Montaigne’nin acının ve cinsel arzunun geçiciliği hakkındaki derin düşünceleri, Brennan’ın şehrin “yerler arasında kalmış ufak anlar”ı, Barthes’ın punctum’u. Ne var ki, Dillon’ın kendisinin de söylemeye başladığı gibi, biçimcilik ve estetizm de ötekine yönelik etik bir duruşun temelidir. Bu öyle bir duruştur ki, yazma tarzı bağlamında fark, siyaset bağlamında her birimizin kimliklerini şekillendirip birbirimize dair anlayışlarımızı karmaşıklaştıran yaşamlarımızın tarihsel ve durumsal veçheleri, insan hayatının aslî bir niteliğine tekabül eder. Son derece kendine özgü kişilerden oluşan bir toplulukta, iletişim birlikte yaşamanın temel sorunudur. Kimliğin günümüzde siyasetle ilgili konuşmaları nasıl etkilediğine bir bakın: Kimin kim adına konuşabileceği veya konuşması gerektiği çoğu zaman belli değildir.
Montaigne, Woolf, Benjamin, Adorno, Sontag ve Barthes –Dillon’ın ele aldığı yazarların handiyse hepsi, bir yerde– bireylerin benlikleri ve deneyimleri hakkında yazarken bunu toplumsal bir bağlama oturtarak, toplumsal bir çerçeveyle yoğrulmuş bir dille yaparlar. Onların eserlerinin hem ikinci şahısla hem de bir araya geldiklerinde bir topluluk oluşturan ikinci şahıslarla nasıl etkileşime girdiğini göz ardı etmek, onları yarım yamalak okumak demektir. Bu aynı zamanda, Montaigne’i hiçbir şeyi, kendimizi birbirimize tanıtmak için kullandığımız dilin gücünü bile sorgusuz sualsiz kabul etmemeye sürükleyen siyasî kargaşa ve dinsel çatışmalardan doğan derin şüphecilik krizini göz ardı etmek demektir.[4]
Deneme çeperde kalan, hatta ıvır zıvır sayılabilen bir biçimdir, fakat belirli bir beden ve zihinden felsefî ve siyasî bir öznenin nasıl oluşturulabileceğine ilişkin en ağır soruları derinden ve ciddiyetle ele alır aynı zamanda. Bir yaşamı anlatı yoluyla basitleştirebilecek ve izah edebilecek katı otobiyografinin aksine, deneme yazımı “sen” dediğimizde neyin mevzubahis olduğunu gözler önüne serer: Bir başka “Ben.” Denemenin siyasî bir yanı varsa, muhafazakârlık ya da radikalizm kadar ideolojik bir şey ya da herhangi bir ideoloji değildir bu. Aslında deneme, siyasete insanî bir çerçeve içinde yaklaşan bir tür anti-ideolojidir: Ben bir kara kutuysam, sen de bir kara kutuysan, nasıl birlikte yaşayabiliriz?
“Yeniden Başlamak” başlıklı son bölümünde, her ne kadar yazarı hiç açıkça belirtmese de, Essayism bunun farkında gibidir. Bu son bölümde Dillon kendisini ve “melankoli denemeciliği”ni bir kenara bırakıp başka bir kişiye yüzünü çeviriyor. “Çorak Ülke’den alıntı yaptığın zamanı hatırladın mı? ‘Bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım.’ Hiç kontrol etmeden, burada geçenin ‘yıkıntı’ sözcüğü olduğundan tamamen emindim. Hayatımın yarısından fazlası boyunca bu dize aklımda hep böyle geçmişti ve kendimden acayip emindim. Fakat hatalıydım tabii. ‘Yıkıntılar’ deniyordu.” Burada, yine bir başkasının dizelerinden alıntı yapan o “sen”, Dillon’ı tek başına ve kendi yıkımına sebep olurcasına yaptığı yanlış okumadan kurtarıyor ve onu bir dil ve düşünce topluluğuna geri getiriyor. Sonra Dillon okura “Sevgili denemeci” diyerek onu kendisine katılmaya davet ediyor ve William Carlos Williams’ın tuhaf bir metaforunu hatırlayıp kendisiyle birlikte onun üzerine düşünmeye çağırıyor. Her ikisi de kendilerini ve ötekini sayfaya yansımış hâlde görüyor. Okur ve yazar birlikte deniyor; birbirlerine yaslanıyor. Berbat günlerden geçtiğimiz bu zamanda, denemenin sokulganlığının, nezaketinin bir anlamı var. Bizim de bu insancıl kitaptan öğreneceğimiz şeyler var.
Çeviren: Erkal Ünal
Bu yazı ilkin 8 Ocak 2019’da “What Essays Are, And What Essayists Do?” başlığıyla Public Books’ta yayınlanmıştır. Yazarın ve Public Books’un özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.
[1] Robert Musil, The Man Without Qualities, 1. cilt, çev. Eithne Wilkins ve Ernst Kaiser (Picador, 1982), s. 301. [Niteliksiz Adam, çev. M. Sami Türk, İstanbul: Aylak Adam, 2018, s. 340.]
[2] A.g.y., s. 297. [Türkçe çeviride s. 334.]
[3] Theodor Adorno, “The Essay as Form”, çev. Shierry Weber Nicholsen, Notes to Literature (Columbia University Press, 1991), s. 14. [“Biçim Olarak Deneme”, Edebiyat Yazıları içinde, çev. Sabir Yücesoy ve Orhan Koçak, İstanbul: Metis, 2004, s. 13-39.]
[4] Rönesans dönemindeki şüpheciliğin klasik anlatımı Richard H. Popkin’in şu kitabıdır: The History of Scepticism: From Savanarola to Bayle.