Acemoğlu ile Robinson, Ulusların Düşüşü’nde dünyadaki eşitsizliğe ve farklılıklara odaklanmışlardı, Dar Koridor ise özgürlük hakkında. Özgürlüğü Locke’tan, devlet tanımını da Hobbes’tan alarak Leviathan sözcüğünü kitap boyunca devletle eşanlamlı kullanan yazarların temel savı “özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiği”.
30 Ocak 2020 12:00
Liberalizmin yine liberal düşünce kapsamında ıslahı (ya da örtük eleştirisi), özellikle 2008 krizinden sonra büyük önem taşıyor. Liberal yazarların geçmişte ısrarla karşı çıktığı devletin ekonomi üzerinde düzenleyici etkiye sahip olması, yeniden dağıtım ve sosyal güvenlik alanında varlık göstermesi, eşitsizliğe karşı tedbirler alması gibi konular diğer düşünce akımları tarafından zaten daha önce de savunulmaktaydı. Ancak bu yaklaşımın liberal yazının çalışmalarında da yer alması birçok açıdan farklı anlamlar taşıyor ve farklı sonuçlar doğuruyor.
Taşıdığı anlamı sonraya bırakıp ilkin liberalizmin liberal ıslahının yarattığı sonuca değinecek olursak: Liberal kalemlerden çıktıklarında, eşitsizlik ve devletin rolüne dair tartışmaların medya, kamuoyu ve hükümetlerin ilgisine mazhar olma şansı artıyor. Birkaç yıl önce Joseph E. Stiglitz’in ve Thomas Piketty’nin kitapları bu tür bir ilgi yaratırken Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un 2013’te yayımlanan kitabı Ulusların Düşüşü de bu kervana katılmıştı. Bu kitapların ortak bir yönü, yakın zamana kadar liberal yazının göz ardı ettiği “eşitsizlik” konusuna odaklanmalarıydı. Bütün bu kitaplar sahiplerine önemli ödüller getirdiler ve yüksek satış rakamlarına ulaştılar. Özellikle memleketlimiz Acemoğlu’nun iktidar partisi ve mensupları tarafından ekonomi yönetiminde yer almaya davet edilmesi, görüşlerinin yönetimin ilgisini çektiğini gösteriyor. Acemoğlu ve Robinson’un yeni kitabı Dar Koridor’da gerçekten de bir ülkenin ekonomi yönetimini ilgilendiren somut bir öneriler listesi var, gelgelelim o ülke Türkiye değil ABD. Zaten Acemoğlu da muhtelif defalar tekrarlanan bu daveti nazikçe reddediyor.
Hemen hatırlayalım; Acemoğlu ve Robinson, Ulusların Düşüşü’nde “Eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz (…) Zengin ülkelerde bireyler daha sağlıklı, daha uzun ömürlü ve çok daha iyi eğitimli. Tatillerden, kariyer seçeneklerine kadar, yoksul ülkelerin insanlarının ancak hayalini kurabileceği çeşitlilikteki imkânlara ve seçeneklere sahipler” diye söze girip “Bu farklılıkların niçin var olduğunu ve onlara neyin sebep olduğunu anlamak bu kitaptaki asıl hedefimizdir” (Acemoğlu ve Robinson, 2013, s. 44-45) sözleriyle amaçlarını açıklıyorlardı. Dar Koridor’daysa “Bu kitap özgürlük hakkında” (Acemoğlu ve Robinson, 2020, s. 11 ve s. 87) diyorlar. Dar Koridor, hangi düşünce ailesine mensup olduğunu belirtircesine John Locke’un özgürlük tanımıyla başlıyor, daha sonra şu sözlerle sosyal liberal yaklaşımda konumlanıyor:
“Biz Locke’un tanımını geliştiriyoruz ve özgürlüğü ‘tahakkümün olmadığı durum’ olarak tanımlıyoruz. (…) Kritik nokta şudur: Özgürlük sadece eylemlerimizi seçmekte serbest olduğumuz soyut fikrine dayanmaz; aynı zamanda özgürlüğü kullanma yeterliliğini de içerir.” (2020, s. 25)
Özgürlüğü Locke’tan aldıktan sonra devlet tanımını da Hobbes’tan alıyorlar ve kitap boyunca Hobbes’un benzetmesinden yola çıkarak “Leviathan” sözcüğünü devletle eşanlamlı kullanıyorlar. Kitabın temel savını yazarlar şöyle özetliyor:
“Bu kitaptaki iddiamız, özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiğidir. Şiddeti engelleyecek, yasaları uygulayacak ve insanların kendi tercihlerini yapıp hayata geçirmeleri için hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlete ihtiyaç vardır. Devleti denetlemek ve sınırlamak içinse güçlü ve hareketli bir topluma…” (2020, s. 16)
Peki neden “dar koridor”? Çünkü:
“Despotik devletlerin yol açtığı korku ve baskı ile devletin yokluğu sonucunda ortaya çıkan şiddet ve kanunsuzluğun arasında sıkışmak, özgürlüğe giden dar bir koridordur. İşte bu koridorda devlet ile toplum birbirlerini dengeler.” (2020, s. 16)
Aslında bu düşüncenin ilk nüvesini Ulusların Düşüşü’nde de görmüştük. Ulusların Düşüşü’nün temel savı fakir ve zengin ülkeler arasındaki farkın, ülkelerin “kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara” sahip olması ile “sömürücü ekonomik ve siyasal kurumlara” sahip olması arasındaki farktan kaynaklandığıydı. Ekonomi ile siyaseti yapısal boyutlarıyla birbirine bağlayan bu sav kapsamında devletin rolü şöyle değerlendiriliyordu:
“Çoğulculuk ve kapsayıcı ekonomik kurumlar arasında yakın bir ilişki olduğu açıktır. Fakat anlaşılması gereken asıl önemli nokta, Güney Kore ve Birleşik Devletler’in kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip olmalarının nedeni yalnızca çoğulcu siyasal kurumlarının olması değildir; aynı zamanda yeterince merkezileşmiş ve güçlü devletlerinin olmasıdır.” (2013, s. 80)
Dar Koridor’a göre bu devletin denetlenmesi görevi, aynen onun gibi güçlü, örgütlü ve hareketli bir topluma düşmekte. Güçlü ve merkezi devlet ve karşısında güçlü ve hareketli toplum: Dar koridorun iki duvarı. Bu kuramsal çerçevenin sunulmasının ardından kitap bu çerçevenin olabildiğince çok sayıda ve çeşitlilikteki durumlara uygulanmasını içeriyor. Öyle ki Antikçağ Yunanistan’ından Kongo’ya, bağımsızlık öncesi Hindistan’dan Antik Çin’e, Kolombiya’dan Tacikistan’a, günümüz ABD’sinden Ortaçağ Avrupa’sına ve daha sayısız ülkenin sayısız dönemine yolculuk ederken insan kendisini fantastik bir macerada hissediyor. Aynı yöntem Ulusların Düşüşü’nde de benimsenmişti ancak örnekler bu denli zengin ve çeşitli değildi.
Yine Ulusların Düşüşü’nde, 14. yüzyıldaki veba salgını, İngiltere’deki Sanayi devrimi gibi bazı büyük tarihsel olayların farklı ülkelerin ekonomik ve siyasi kurumlarını nasıl etkilediği tartışılmıştı. Bu tartışma Dar Koridor’da devam ediyor ve bu konuda yazarlar kendi iki kitaplarını kıyaslıyorlar:
“Önceki kitabımız Ulusların Düşüşü’ne aşina olan okurlar, yapısal faktörlerin farklı sonuçlarına dair burada yürüttüğümüz tartışmayla, önceki kitabımızda ele aldığımız kritik dönemeçlerde küçük kurumsal farklılıkların rolü arasında bazı paralellikler bulacaklardır. (…) Burada teorimizi biraz daha ileriye götürüyoruz çünkü despotik devletlerin denetimindeki toplumlarla hiçbir merkezi otoriteye sahip olmayan toplumlar arasında fark yaratıyoruz. Ayrıca teorimiz daha açık biçimde devlet kapasitesinin dinamiklerine konsantre oluyor ve toplumun devleti ve seçkinleri denetleme yeteneğine odaklanıyor. (…) Bu yaklaşım söz konusu farklılıkların dinamik sonuçlarını önceki kitabımızın ötesine geçerek, daha fazla açıklığa kavuşturuyor.” (2020, s. 315)
Bu sayede örneğin veba salgınının getirdiği nüfus azalmasının köylülerin topraktan ayrılmasına neden olduğunu, bunun da otoritenin halk meclisleriyle denetlendiği Batı Avrupa’da Doğu’ya göre kurumsal yapıyı daha çok etkileyerek feodalizme darbe vurduğunu öğreniyoruz.
Ulusların Düşüşü’nün vardığı temel noktalardan biri, kapsayıcı ekonomik kurumların (burada kastedilen özellikle fikri mülkiyet hakkının korunması ve krediye erişimin kolaylaşmasıdır) toplumun her kesiminden insanların yenilik üretme kapasitesini teşvik etmesinin, ekonominin asıl sürdürülebilir dinamiğini oluşturmasıydı. Dar gelirli bir ailenin yedinci çocuğu olan Edison’un hikâyesi bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak veriliyordu. Şöyle diyordu Acemoğlu ve Robinson:
“Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme konusunda (…) sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir.” (2013, s. 407)
Benzer ve tamamlayıcı şekilde Dar Koridor’da da yenilikçiliğin despotik bir ekonomik yapıda gelişemeyeceği, ancak koridor içinde yaşam alanı bulacağı ileri sürülüyor:
“[Çin kast edilerek] Kaynaklarınızı patentlere, üniversitelere, yeni teknolojilere aktarabilir, hatta başarı için büyük ödüller koyabilirsiniz (…). Fakat eğer deneyimlemenin delişmen, düzensiz ve itaatsiz doğasını yaratamıyorsanız bu yeterli olmayacaktır. Koridorun dışındaki hiçbir toplum bugüne kadar bunu başarabilmiş değildir.” (2020, s. 268)
Nihayet, yazarların yeni kitabı da önceki gibi ekonomi ile siyaseti birleştirmekle birlikte ekonomi perspektifinin asli olduğu ve ekonomik başarı için ipucu arama hedefinin varlığı kendisini hissettiriyor.
Acemoğlu ile Robinson’un bilindik liberal kuramcılarla kesiştikleri çok önemli noktalar da var. Bunların başında da devletsiz toplumların geliştirdiği toplumsal kuralların özgürlüğü engelleyici rolü geliyor. Yazarlar buna “normlar kafesi” diyorlar ve kimi örneklerde normlar kafesinin çatışmayı önleyici bir rol oynayabildiğini saptıyorlar. Yazarlara göre normlar kafesi her ne kadar çatışmasız bir ortamın oluşmasını sağlayabiliyorsa da bunu bireyler üzerinde yaptırım korkusuna dayanan boğucu bir kontrol mekanizması inşa ederek yapmakta. Çoğu zaman seçkinlerin lehine işleyen bu denetleyici toplumsal normlar gücün merkezileşmesine karşı şüpheciliği de içinde barındırıyor; ne de olsa eşitlik ilişkisini bozan ilk seçkin, denetlenemeyen bir güce sahip olacaktır. Bu özelliğinden ötürü normlar kafesi devletin kuruluşu sürecinde ayak bağı olmakta. Öyle ki merkezi ve güçlü bir devlet oluşumu süreçlerinde hukuk reformlarıyla normlar kafesinin sınırlayıcı etkisinden kurtulmak (kafesi parçalamak) gerekiyor. Acemoğlu ve Robinson’un bu aşamada yapılan hukuk reformlarını Antik Yunanistan’da, Afrika’da, Hawaii’de ve başka yerlerde saptarken titiz bir hukuk tarihi çalışması yaptığının altını çizmek gerek. Zira burada kamu otoritesini kurmanın yolu sadece merkezi karar mekanizmaları kurmaktan geçmiyor; bireyleri bazı toplumsal yükümlülüklerden (borcu karşılığında hapsedilmek, toprağa bağlılık, zorunlu çalıştırma, vb.) azade kılmaktan geçiyor.
Yazarlara göre normlar kafesi parçalanıp merkezi bir devlet kurulurken, toplumun seçkin olmayan kesimlerini kapsayan denetleyici normların da (örneğin geleneksel halk meclisleri ya da yöneticiden hesap sorma mekanizmaları) kurumsal denetleme mekanizmalarına dönüştürülerek yeni otoritenin çevrelenmesi son derece önemli. Toplumun devleti denetlemek gibi hayati bir işlevi yerine getirme kapasitesine sahip olması gerektiği fikri, kitabın temel savlarından. Yazarların temel bir kaygısı, güçlü Leviathan’ın adını aldığı söylendeki gibi bir canavara dönüşmesi. Acemoğlu ve Robinson, savundukları devletin asla böyle bir nitelikte olmadığının üzerinde ısrarla duruyorlar, öyle ki despotik devlet Leviathan ise, özgürlüğün gelişmesini sağlaması umulan, arzu edilen devleti “Prangalanmış Leviathan” olarak adlandırıyorlar.
“Fakat bu devlet Hobbes’un tahayyül ettiği gibi mutlak ve sınırsız güce sahip bir deniz canavarı değil, prangalanmış bir devlet olmalıdır. Yasaları uygulama, şiddeti denetim altına alma, ihtilafları çözme ve kamu hizmetlerini sağlama kapasitesi olan [ki yazarlar daha sonra buna yeniden dağıtım ve sosyal güvenlik gibi unsurları da ekliyorlar – MCY] ama aynı zamanda kendine güvenen ve iyi örgütlenmiş bir toplum tarafından ehlileştirilmiş ve denetim altına alınmış bir devlete ihtiyacımız vardır.” (2020, s. 45)
Başka bir yerde de şöyle diyor yazarlar:
“Devletin gücü ve toplumun onu denetleme kapasitesi arasında bir denge oluştuğunda oldukça farklı bir örnek olan Prangalanmış Leviathan ortaya çıkar. Bu, ihtilafları hakkaniyetle çözebilen ve boyunduruk altına girmeyi engelleyebilen, özgürlüğün ana temellerini ortaya koyabilen Leviathan’dır. Bu, insanların denetleyebileceklerine inandıkları için kapasitesini artırmasına izin verdikleri Leviathan’dır.” (2020, s. 88)
O halde kitaptan alınan aşağıdaki şekil (2020, s. 89), devletin ve toplumun güçlerini iki değişken olarak alıyor ve kitaba adını veren dar koridoru gösteriyor:
Özgürlüğün gelişmesi için ideal devlet tipi olan Prangalanmış Leviathan’ın yaşam alanı dar koridorun içinden ibaret; şeklin solunda toplum gücü azken devlet gücünün arttığı durumda Despotik Leviathan, aşağıda devlet gücü azken toplumun gücünün arttığı durumda da devletsizlik ya da Namevcut Leviathan durumları ortaya çıkıyor.
Devlet otoritesini sağlamak nasıl zorlu, dinamik ve süreklilik gerektiren bir süreçse, onu sınırlamak da aynı şekilde zorlu ve sürekli uyanık olmayı gerektiren bir süreç. Başka türlü söylersek, yukarıdaki şekilde ideal noktaya ulaşmakla iş bitmiyor. Koridorda kalmak sürekli bir çaba istiyor. Yazarlar bu sürekli çabayı, Alice’in Harikalar Diyarında karşılaştığı, hep aynı yerde kalmak için sürekli koşması gereken Kızıl Kraliçe’nin devinimine benzetiyorlar ve buradan hareketle buna “Kızıl Kraliçe etkisi” ismini veriyorlar. Öte yandan şekilde yer verilen değişkenlerin ve bu değişkenlere göre tanımlanan devlet ve toplum yapılarının devingen doğası, Despotik Leviathan’ın ya da Namevcut Leviathan’ın koridora girebileceği anlamını da taşıyor, koridordaki Prangalanmış Leviathan’ın duvarları yıkıp dışarı çıkabileceği anlamını da. Acemoğlu ve Robinson’un günümüz dünyasına dair uyarısı burada yatıyor: Toplumun devleti denetleme gücünün akamete uğraması, demokratik kurumların yıpranması, ihtilafları çözme gücünün yitirilmesi o devletin Prangalanmış olma niteliğini de kaybetmesine yol açabilir. Bu noktada toplumsal dinamiği harekete geçirme iddiası popülist bir harekete dönüşerek vaat ettiğinin aksine despotizmi güçlendirmeye yönelebilir. Birçok ülke için güncel tehlike budur.
“İktisadi kazanımlardan istifade edemeyen, gücün seçkinlerde olduğunu hisseden ve kurumlara güvenini yitiren bir toplum. Farklı partiler arasındaki mücadelenin giderek kutuplaşması ve sıfır toplamlı hale dönüşmesi. Kurumların ihtilafları çözmede ve aracılık etmede yetersiz kalması. Kurumları daha da istikrarsızlaştıran ve onlara duyulan güvenin içini boşaltan bir ekonomik kriz… Seçkinlere karşı halkı savunduğunu iddia eden, halka daha iyi hizmet etmek için kurumsal denetimlerin gevşetilmesini talep eden bir tek adam. Tanıdık geliyor mu?” (2020, s. 472)
Evet, geliyor. Burada anlatılan sürecin Nazi Almanya’sı örneğinden yola çıkılarak tasvir edildiğini not etmeninse pek rahatlatıcı bir etkisi yok. Devletin despotlaşmasında etkili olan şey, toplumun kutuplaşması ve böylece kontrol mekanizmalarının devre dışı bırakılması olarak karşımıza çıkıyor. O halde bu mekanizmaların doğasını, toplumsal denetimin ne olduğunu ya da ne olmadığını daha iyi anlamakta fayda var. Kökünü toplumsal normlarda bulan, uzun vadede gelişen ve sonuçta Leviathan’ı prangalayan bu kapasite basitçe tepeden inme siyasi kurumlarla oluşturulamaz. Uzun bir sürecin sonucunda gelişir ve sürekli aktif olan bir toplumun siyasi kurumlara güven duyması ve katılımıyla sağlanabilir. Yazarlar bunu şöyle ifade ediyorlar:
“Özgürlüğün ortaya çıkışını Batılı kurumların veya anayasal tasarımların erdemlerine ve sürekli yükselişlerine atfeden bir bakış açısının tersine, biz çok daha karmaşık ve planlanması kolay olmayan bir sürecin sonucu olarak görüyoruz. Özgürlük tasarım yoluyla inşa edilemez ve akıbeti zekice bir denetim ve denge sistemiyle güvence altına alınamaz. Bunun olabilmesi için toplumun hareketliliği, uyanıklığı ve kararlılığı gereklidir. Toplumun her şeyiyle koşmasına ihtiyaç vardır!” (2020, s. 92)
“Her şeyiyle koşmak” derken kitabın sonuna sakladıkları örnek çok çarpıcı: ABD’de sinema sektöründe taciz gören kadınların “Me too” (“Ben de”) başlıklı Twitter kampanyasıyla kısa sürede, tabandan gelen, geniş katılımlı ve en azından New York’ta yerel bir yasa çıkmasını sağlayacak kadar etkili ve örgütlü bir hareket başlatması.
Gelelim Acemoğlu ve Robinson’un çalışmasının bize göre en özgün ve çarpıcı yönüne. Liberal düzenin yaptığı en büyük tahribat eşitlik üzerineydi ve ilk dalgada liberal yazarların eşitlik-eşitsizlik konusuna odaklanması yerindeydi. Bunun ötesinde, liberal dönemde ideal olarak sunulan ABD ve Avrupa (genel olarak Batı) ekonomik ve siyasi düzenlerinin arsızca bir genel geçerlik iddiasıyla dünyanın geri kalanına dayatılması, yıkıcı etkileri olan bir başka sorundu. Batı merkezci ve çizgisel tarih anlayışını yansıtan bu yaklaşım dünyaya tektipleştirici bir gözlükle baktı. IMF programlarının kopyala-yapıştır yöntemiyle birbirinden çok farkı yapısal koşullara sahip ülkelere dayatıldığını anımsamak yeterli.
Diğer yandan Batı merkezcilik, ideal örneği lekelememek adına Batı dünyasının kendi iç sorunlarına karşı da kayıtsız kaldı ve ABD ile Batı Avrupa’yı sorunsuz örnekler olarak sundu. Güney ya da Doğu ülkelerine düşense sadece ellerine tutuşturulan reçeteyi uygulayarak Batı’nın çoktan kat ettiği tarih çizgisinde yürümekti.
Acemoğlu ve Robinson işte bu yukarıdan bakışın liberal teoriye ciddi zarar verdiğini fark etmiş görünüyor ve eşitlik-eşitsizliğe göre daha çetin olan bu sorunla yüzleşiyorlar. Dikkat çekici bir yetkinlikle baş döndürecek kadar çok ülkeden ve dönemden örnekler üzerinde sınıyorlar kuramlarını. Bir parantez açalım: 2000’lerden bugüne özet bir anlatımla Türkiye de örnekler arasında yer alıyor, koridora girme şansı varken fırsatı kaçıranların anlatıldığı kısımda… Elbette çok sayıdaki örnekten çıkan sonuç daima sorunsuz Batı ve tek sorunu onu izlemekte yetersiz kalan dünyanın geri kalanı ikiliği değil. Koridora girmenin ve orada kalmanın tek bir reçetesi de yok. “Fakat kuramımızın açıklığa kavuşturduğu durum, bütün ülkelerin aynı yoldan ilerleyeceğini varsayamayacağımız gerçeğidir.” (2020, s. 91) “Niçin Avrupa?” başlıklı altbölümde Batı merkezcilikle açık bir hesaplaşma başlıyor:
“Ortaçağ’dan çok önce Avrupa’nın sahip olduğu kendine özgü bazı ayırt edici özellikleri nedeniyle siyasi ve iktisadi yükselişinin kaçınılmaz olduğunu söyleyen birçok kuram mevcuttur. Bu özellikleri arasında Yahudi-Hıristiyan kültürünü, benzersiz coğrafyasını, Avrupa değerlerini (her ne demekse) sayarlar. Bizim açıklamamız bu görüşlerle taban tabana zıttır.
Erken Avrupa tarihinde Prangalanmış Leviathan’ın yükselişini önceden belirleyen, Avrupa makasının iki bıçağının, yani Roma İmparatorluğu’nun devlet kurumları ile Germen kabilelerinin katılımcı norm ve kurumlarının yarattığı rastlantısal güç dengesi dışında özgün hiçbir şeyi yoktu. (…)
Fakat buradaki ana ilke –bir ülkenin koridora girebilmek için güçlü ve merkeziyetçi devlet kurumları ile, devlete karşı kendisini koruyabilecek ve seçkinlerini prangalayabilecek iddialı ve hareketli bir toplum arasında denge kurması gerektiği– daha genele uyarlanabilir. (…) Bu denge sadece Avrupa’ya özgü değildir ve daha önceki bölümde gördüğümüz ve ileride de tekrar göreceğimiz gibi, farklı koşullarda, coğrafyalarda ve kültürel ortamlarda da ortaya çıkmıştır.” (2020, s. 231-232)
Güney Amerika’dan ve Afrika’dan verilen örneklerde çok başarılı uygulamalar dikkat çekerken Avrupa’nın farklı dönemlerinden verilen örnekler Despotik Leviathan’ı, Namevcut Leviathan’ı ya da koridordan çıkışları içeriyor. Bu noktada James A. Robinson’un Bolivya, Kongo, Sierra Leone, Haiti ve Kolombiya’da araştırma yapmasının ve uzun yıllardır Kolombiya’da ders vermesinin kitaba büyük katkısı olduğunu tahmin etmek mümkün. Batı merkezciliğin tek ayağı Avrupa değil elbet; yazarlar ABD tarihinin ve bugününün idealleştirilmesine karşı da konumlanıyorlar.
“Amerikan tarihinin standart anlatısı, Anayasa’nın oluşumunda verilen tavizlerin tahripkâr sonuçlarını görmezden gelir.” (2020, s. 361)
İdeal, eşitlikçi ve özgürlüklerin teminatı olan ABD anayasasının ta başta verdiği taviz, Güney’in desteğini sağlamak adına köleliği sürdürmeye imkân sağlayan açıkların kasten bırakılması ve böylece günümüze kadar etkisini sürdüren bir istisna düzeninin oluşmasıydı. Yazarlar bunu Faust’un şeytanla pazarlığına benzetiyorlar. Günümüzde dahi Afro-Amerikalıların maruz kaldığı sistematik ayrımcılık ve şiddetin kökenlerini cesurca sorguluyorlar. Anayasayı kaleme alan ve standart anlatıda kutsallık halesiyle kuşatılan federalistlerin göz ardı ettiği bir diğer kesim de kadınlar. Hem ABD’de hem de Avrupa’da kadınların geçmişte ve bugün maruz kaldıkları haksızlıklar ve verdikleri hak mücadelesi de kitapta yer alıyor. Koridordan çıkan ülkelerden hareketle koridordan çıkma tehlikesinin ele alındığı pasajda kışkırtıcı bir şekilde “Fakat bu Birleşik Devletler’de olamaz değil mi? Yoksa olabilir mi?” (2020, s. 472) diye soruyorlar.
İkiye bölünmüş şehir: Solda ABD'ye ait Nogales Arizona, sınırın sağ tarafında Nogales Sonora.
Bu noktada benzer bir adilane tutumun daha önce Ulusların Düşüşü’nde de benimsendiğini hatırlatmak isteriz. 2013’te yayımlanan bu kitabın belki en çarpıcı yönü, sorunu ortaya koymaktaki başarısıydı. Kitabın ilk cümlesi “Nogales kenti bir çitle ikiye ayrılır” (2013, s. 15) der. Bunlar ABD sınırı içinde kalan, gençlerin okula gittiği, yaşam süresinin uzun olduğu, yaşlıların sağlık sigortasından yararlandığı, elektrik, telefon, halk sağlığı, kanalizasyon ve yol ağının hak olarak görüldüğü, suçla sık karşılaşılmayan Nogales Arizona ile hane başına ortalama gelirin çitin diğer yanına göre 3’te 1’i düzeyinde kaldığı, çoğunluğun okula gidemediği, bebek ölüm oranının yüksek olduğu, yüksek suç oranına karşı devletin etkisiz kaldığı, sosyal tesislerden yoksun Nogales Sonora’dır. Kentin iki yarısı arasındaki fark açık olduğu kadar bunun coğrafi, kültürel, iklimsel bir nedeninin olmadığı veya fakir ülke yöneticilerinin ülkelerini nasıl zengin hale getireceğini bilememelerinden kaynaklanmadığı da açıktır. Fark, kentin iki yarısının dahil olduğu farklı devletlerin, ABD ve Meksika’nın tarihsel kökenlerinde ekonomik ve siyasi kurumların birbirinden farklı gelişmesidir. Özetle Meksika’nın İspanyol sömürgesi olduğu dönemde sömürü kurumları gelişirken ABD’de arzu edilmesine rağmen bu sağlanamadı. Yani söz konusu olan sömürgeci bir güç olarak İngilizlerin iyi niyeti ya da ABD’lilerin Meksikalılara karşı onları üstün kılan bir erdemi değil, tamamen rastlantısal koşullarla şekillenen kurumlardı.
Dar Koridor’a dönecek olursak, yazarlar liberal Batı merkezciliğe ve çizgisel tarih anlayışına karşı konumlanırken özetle şu sonuca varıyorlar:
“Prangalanmış Leviathan oluşturmanın evrensel bir yolu olmadığı gibi koridorun da tek bir giriş kapısı yoktur. Her ülkenin olanakları, kendi özgün tarihiyle, olası koalisyon türleri ve uzlaşmalarla ve devlet ile toplum arasında oluşan dengeyle şekillenir.” (2020, s. 481)
Devlet ile toplum arasında özgürlük ortamını sağlayabilecek dengenin kurulması, genele uyarlanabilecek soyut bir ilke olarak tanımlanıyor. Kimse bu ilkenin sahibi olmadığı gibi bunu başarmak da geleceği garanti altına almıyor ve değindiğimiz gibi kriz dönemlerinde yükselen popülizm tehlikesi örneğinde olduğu gibi, bir ülkeyi koridor dışına çıkartabilecek tehlikeler karşısında sürekli uyanık olmak gerekiyor.
Acemoğlu ve Robinson’un liberal düşünceyi içeriden ıslah etme çabasının doruk noktası, şüphesiz prangalanmış da olsa güçlü ve merkezi devletin önemine yapılan vurguda. Bu düşüncenin büyük krizden önceki dönemde hâkim olan liberal kurgudan ciddi ölçüde farklılaştığı göze çarpıyor. 20. yüzyılın önde gelen liberal kuramcılarını şöyle bir hatırlayacak olursak; güçlü ve merkezi devletten bu denli ısrarla bahseden bir kitap Hayek, Popper ya da Friedman tarafından büyük ihtimalle komünist olmakla yaftalanırdı. 1980’lerden en azından 2008’e kadar uzanan süreçte dünyanın çoğu ülkesinde hükümetlerin takip ettiği yol, işte bu kuramcıların çizdiği yoldu. Küreselleşme ve gelişen ulaşım ve iletişim teknolojilerinin sağladığı imkânlar bu süreçte muazzam bir ekonomik büyümeyi tetiklerken, bu büyümenin kazanımlarının az çok adilane paylaşılmasını sağlayabilecek düzenleyici devlet anlayışını da yok etti. İşte liberalizmin liberal yazarların kaleminde ıslah edilmesi girişiminin taşıdığı anlam burada yatıyor. Liberal düşüncenin günümüzdeki temsilcileri “de” piyasalar üzerinde düzenleyici role sahip güçlü bir merkezi devlet anlayışını savunduğuna göre sınırsızca “bırakınız yapsınlar” diyen hiç kimse kalmadı demektir. 2008 öncesinden bugüne baktığımızda bu, temel bir değişimdir. Geleneksel liberalizmin reddettiği güçlü devlet, Acemoğlu ve Robinson için koridorun bir duvarını oluşturacak kadar önemli.
Burada (ve sadece burada) Acemoğlu ve Robinson klasik ekolle isim vererek açıktan hesaplaşıyorlar. Kitabın son bölümünde, 1940’ların ikinci yarısında savaş yıkımından sonra İngiltere’de sosyal devlete dair çıkartılan yeni yasaları içeren Beveridge Raporu’na Hayek’in karşı çıkışı ele alınıyor. Hayek’in derdi, sosyal politikaların merkezi ve güçlü bir devlet oluşumuna, dolayısıyla totaliterliğe yol açması ihtimaliydi. Acemoğlu ve Robinson (Hayek’in de gözleyebileceği) İsveç’in 1930’larda geliştirdiği, farklı kesimlerin koalisyonuna dayanan sosyal devlet modelini örnek alarak Hayek’e yanıt veriyorlar:
“İnsanlığın gelişmesinin büyük bölümü, yeni sorunlarla baş edebilmek için devletin rolü ve kapasitesinin artmasına ve bu arada toplumun da daha güçlü hale gelmesine ve her zaman tetikte olmasına bağlıdır. Devlet kapasitesinin gelişimini olgunlaşmadan engellemek, insani gelişime zarar verecektir. Devletin sorumluluk alanlarını iktisadi ve toplumsal kriz zamanlarında genişletmesi özellikle önemlidir. Britanya’da Beveridge Raporu böyle bir krize yanıttı.
Bu nedenle Hayek’in hatası iki ayaklıdır. Birincisi, Kızıl Kraliçe’nin gücünü öngörememiş ve bu gücün Prangalanmış Leviathan’ı koridorda tutabileceğinin farkına varamamıştır. Belki de şaşırtıcı olmayan ikinci unsur ise çok daha açık olan bir olguyu görememesidir: yeniden bölüşüm, sosyal güvenlik ağı oluşturması ve giderek karmaşıklaşan ekonominin düzenlenmesi gibi rollerin 20. yüzyılın ilk yarısında zaten ortaya çıkmış olan devlet tarafından üstlenilmesi gereği.” (2020, s. 515-516)
Yazarların “Devlet ekonomiye ne kadar müdahale etmelidir?” sorusuna yanıtları liberalizm adına yeni:
“Önemli olan nokta kamu müdahalesinin, sosyal güvenlik ve eşitsizliği sınırlamaya yönelik yeniden dağıtım için de gerekli olmasıdır.” (2020, s. 522)
Bu çerçevenin temelde Hayek’in devlete biçtiği rolle uyumlu olduğunu ileri sürseler de, son 40 yıldaki uygulamaları ve sonuçlarını göz önünde bulundurduğumuzda öyle olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sonuç olarak Acemoğlu ve Robinson’un Dar Koridor’u önümüzdeki dönemde diğer liberal yazarlar ve daha önemlisi karar alıcılar üzerinde etkisi olacak bir çalışma. Bu etkiyi sağlamanın yolu da Acemoğlu’nu Türkiye’de siyasete atılmaya davet etmekten ziyade her iki yazarın da çalışmalarını takip etmekten geçiyor olsa gerek.