Nazlı Karabıyıkoğlu: O öyküler hayvanlara ait... Ben sadece aracıydım. Bana göre, anlatıya bir hayvan dâhil oluyorsa onun sesi ve hissi baskın gelir
02 Haziran 2016 14:00
Üçüncü öykü kitabı Hayvanların Tarafı’yla durduğu yeri açıkça belli ediyordu Nazlı Karabıyıkoğlu. İsmiyle müsemma, hayvanların tarafında… Birbirinin devamı gibi duran, ama özünde benzer bir mekân ve kahramanlar etrafında yaşanan, hissedilen, söylenenleri anlattığı öykülerinde insanların ve hayvanların birbiriyle yan yana, bir arada, aynı konumda oldukları bir dünyayı anlatıyordu bize. Erkekler, kadınlar, avcılar, avlar, seyisler, atlar, kuşlar, çobanlar… İnsan ne kadar önemliyse hayvanların da o kadar etkin ve önemli olduğu öykülerde adı geçmese bile sesini, kokusunu duyuyorduk hayvanların… K24’ün bu ayki dosya konusu Hayvan Kahramanlar olunca tarafını açıkça belli eden Nazlı Karabıyıkoğlu’yla konuştuk.
Tek tek öyküleri konuşmak imkânsız ve sadece kitabı konuşmak biraz eksik olacağı için, sıçramalı bir sohbet olacak, baştan söyleyeyim. Ama söze kitaptan gireceğim; şimdi, kitabın son öyküsünün son cümlesi olduğu kadar arada da karşımıza çıkıyor, kitaba adını veren cümle; haliyle sormak istiyor insan, “hayvanların tarafı” nereye denk düşer? Nasıl bir dünyadır orası?
Hapsedildiğimiz kentlerde, iş yerlerinde, evlerde, dayatılan iç içe geçmiş sistemlerin arasında sekerken ara sıra uzandığımız çimenlerden, başını okşadığımız köpekten ya da gözyaşı döktüğümüz ölüm haberlerinden daha farklı bir yere düşüyor hayvanların tarafı. İçe işlenmiş/işlemiş habis duygulardan tam bir arınma gerekmeden, ruhu kaplayan etin dışına çıkmak için bir sebep, bir yol kurulması için gözümüzün kenarına ilişiveren bir şey... Üzerine bastığın toprağın değerini ona sığınarak bildiğin bir yer o taraf. Çimenliğin üstünde yatarken, altındaki karıncaların yürüyüşünü duyabildiğin, solucanların kıvrılmalarını hissettiğin, tohumun çatlayışını omuriliğinde duyumsadığın bir yer orası. Demin söylediğim “o habis duygular”dan kurtulmadan oraya varsan bile, seni içine alıp herhangi bir canlının bakışıyla yeniden doğurabilecek bir yer.
Kitap özelinden bir uzaklaşıp, hem genele hem de senin “hayat”ına dair bir bölüme değinmek istiyorum. Ki bu bölüm aslında öykülerinde sıklıkla karşımıza çıkan birçok detayı da bağlıyor. Bildiğim kadarıyla Hayvanların Tarafı yayımlanmadan önce atlara uzun süre mesai harcadın. O dönem nasıldı senin için, bugün nasıl anımsıyorsun mesela…
Bunu planlamamıştım. Hayat beni bir anda (evet filmlerdeki gibi bir anda!) bir çiftliğe savurdu. Sanırım ben “o tarafa” geçmeye hazırdım, ondan bu kadar hızlı oldu her şey. Bir zaman seyislik ettim, zeytin yapmayı öğrendim. Devasa atların avucuma kuşlar gibi nasıl yerleşebildiğini tecrübe ettim. Onların sesiyle konuşmayı öğrendim. Toprağa döndüğümde, önceki hayatımın kupkuru bir kovuktan başka bir şeye benzemediğini gördüm. Diğer hayvanlardan ayrı olarak atları bir köşeye koymak gerektiğini anladım. Bugün bakıyorum da... Yeniden seyis olabilmek için birçok şeyi göze alabilirim sanırım. Çünkü atlar ve hayvanlar beni ıslah etti.
Eskişehir’deki çocukluğumda günlük sütü getiren satıcı at arabasıyla gelirdi, kavun karpuzcu aynı şekilde. Şehrin merkezinde olsa da arkasına araba bağlanmış katırlarla, gözleri hep yaşlı gibi duran atlarla yük taşıyan adamlar vardı. Bugün herhangi bir şehirde bunları görmek pek mümkün değil. Bu da insanı biraz karışık duygulara sokuyor… Sen ne hissediyorsun?
Yanılmıyorsam at MÖ 3000’lerde Türk kavimleri tarafından evcilleştirildi. Geçen asırlar içinde birçok yönüyle kullanıldılar. Sanayi Devrimi’nden önce, buharlı motorlar bulunmadan evvel, yük taşımak ve seyahat için atlı arabaların kullanımı uzun seneler daha devam etti. Benim de çocukluğuma rastlar seninki gibi anılar. Sahibi atına hakkıyla baktıktan sonra, ona kaldırabileceğinden fazla yük yüklemedikten, ölesiye koşturmadıktan sonra yük hayvanı olarak kullanılmalarında bir sakınca görmüyorum. Ama bizim anılarımız hep kemikleri çıkık, pislik içinde, yemsiz kalmış atların görüntüsünden ibaret. Bu kabul edilemez. At, katır, diğer yük hayvanları, fark etmez... Sahibi en ufak şekilde o hayvana eziyet ediyorsa, elinden alınmalı hayvan. Diğer taraftan sadece yük taşımak da değil olay. Atlama yarışları için, özel yetenek gösterileri için kızgın taşlarda yürütülen atları ne yapacağız? Düşünsene, milyonlarca avro değerinde yağız bir atın var ve sen ona zarif adımlar attırmak için kırbaçla eziyet ediyor, onu koşullu şartlandırma ile eğitiyorsun. Neden? Eğitici insan çünkü. Yok ettiği yerden var edeceğini düşünen zavallı bir budala.
Şehirdeki varlıkları, daha doğrusu zamanla gözden ıraklaşmaları ile bugün rast gelindiğinde “fotoğrafı çekilip” sosyal medyada paylaşılan varlıklara dönmesi arasında bir bağlantı var ayrıca. Şehir insanının hayvanla sınırlı teması adeta… Sen ne düşünüyorsun peki?
Sanırım hayvanların “yok olma”larıyla, fotoğraflanmaları ve sosyal medyada bu fotoğrafların paylaşılmaları doğru orantılı. Açıkçası sosya medya mecrasında yemek ya da kahveli kitap resimlerini görmektense, hayvanları görmeyi tercih ederim. Bunun yanında, insanların çokça hayvan fotoğrafı paylaşmasını, doğaya duyulan özleme bağlamamak için bir sebep göremiyorum. Sıkıştırılmış hayatlarımızda, sokakta bir köpek gördüğümüzde çoğumuz, onu içine sokup evine götürmek ister. Bunu yapamadığından onu besleyip fotoğrafını çekmekle yetiniriz. Yeterli bir eylem mi? Elbette hayır. Hatta çaresizce. Ama ben o an, o köpekle ya da herhangi bir hayvanla fotoğraf çekip açıp o fotoğrafa bakıp içlenen insanların hassasiyetine ve kırılganlığına inanıyorum.
Yine tamamen başka bir yere geçeceğim. Birkaç ay evvel artık “kedili insan”lardan biri olduğunu biliyorum. Bunu seni hiç tanımayan, ama örneğin Instagram’da seni takip edenler bile biliyordur, çünkü artık “kedili fotoğraf paylaşan” insanlardan olduğunu söylemek mümkün. Kedilerin tarafına geçmek hayatını nasıl değiştirdi?
Evet “kedili deli kadın” statüsüne geçtiğimi bana hatırlattığın için teşekkür ederim. Bu kedilerin içinde ne var, bilmiyorum. Bağımlılık yapıyorlar; bir tane sahiplenince, bir tane daha istiyorsun. Çeşitli aşamaları var sanırım bu işin. (Evde doğum yaptırıp yavruları sahiplendirmeye kadar gider bu iş.)
Kedilerle bağım çok geç kuruldu benim. Bir çocukluk travmasından dolayı sanırım, geçen seneye kadar pek bakmazdım yüzlerine, okşamaya çalışmazdım. Sonra ismini vermeyeceğim bir bahçedeki yavruyu “çöpe” atacaklarını duyunca, onu almaktan başka çarem olmadığını gördüm. Bir eşik aştım sanırım. Hayatım değişti. Bütün günümü doldurdu Zeus, sorumluluk almakta hiç de fena olmadığımı gördüm. Sakinleştim. Yalnızlığımı dengeli paylaşabileceğim bir varlıktı o. Sonra iki oldular işte. Çocuğunun karnesini paylaşan ebeveynler gibi komik hallerini fotoğraflayıp paylaşmak kaldı bana da. Gözlemliyorum da sanatın herhangi bir dalıyla az çok uğraşan, okuyan hemen herkesin kedisi var. Belki bu korelasyon bir araştırma konusu olabilir.
Yine kitaba geçiyorum, tuhaf denebilecek bir “dengesi” var kitabın. Demek istediğim şu, hiç adını anmasan bile bir atın sesini duyuyoruz sanki öykülerde. Bir öykü unsuru olarak değil, insanlarla aynı derecede olayla eşit etkide rolleri var hayvanların.
O öyküler hayvanlara ait çünkü. Ben sadece aracıydım. Keşke daha yetkin olabilseydim de sadece ormanın sesini duyurabilseydim. Bana göre, anlatıya bir hayvan dâhil oluyorsa onun sesi ve hissi baskın gelir.
Kitabını okurken zamansız bir coğrafyada olduğumuzu not etmiştim bir kenara. Biraz insanların zamanıyla hayvanların zamanının bir arada olmasından dolayı sanırım. Şöyle söyleyeyim, örneğin evimizde bizimle beraber yaşayan diğer canlıların bir günü yaşayışı ve kuvvetle muhtemelen algılayışı bizimkinden tamamen farklı bir özelliğe sahip… Hiç aklından “zamanı hayvan gibi kullanmak” geçiyor mu senin de…
Geçmez mi? Bunu azıcık tecrübe etmiş de olabilirim. Belirlenmiş zaman dilimlerinin dışına çıkıp biraz daha fiziksel güce dayanan bir iş yapmayagör. Bak bakalım zaman neymiş. Günlük koşusu için sabırsızlanan at için yularının çözüldüğü âna kadar zaman neymiş?
Bazen kediyle aynı koltukta tüm gün oturuyorum. Belirli bir hareketsizlik içinde. Ama zaman yine çok hızlı geçiyor. Sanırım yanında hangi hayvan olursa olsun, onların tarafında vakit pek hızlı geçiyor. Ben de onlarla beraber geçiyorum.
Hayvanların tarafı aynı zamanda “doğadan yana” bir konumda yer alıyor ki, öykülerde de bunu görüyoruz aslında.
Hayvansal içgüdülerin kalemi götürdüğü yer diyebiliriz buna.
Bu haliyle kimi öykülerde “şehir insanı”nın hayvanla ve doğayla bir araya gelişi de bu yoksunluğu ortaya koyuyor aslında. Ne söylemek istersin?
Doğaya karşı yapıcı olamıyorsak, onu en azından bir hayvan gibi eğitilebiliriz. En azından canlılara eziyet etmemek, ağaçları kesmemek ve akan suyu durdurmamak gibi komutlara uyabiliriz. (Biraz sert olmuş olabilir ama insanın yaşadığımız yüzyılda doğaya hunharca yaklaşımı bana bunu söyletiyor.)
Kitabın bitiş cümlesinden hareketle sorayım bu kez, nedir hayvanların tarafına geçmek?
Hayvanların tarafına geçmek, isyan etmesen bile, başkaldıran canlılara ve doğaya bakıp gönlünün istediği tarafa doğru koşabilmektir. Sen ne tür bir hayvan olursan ol, damarlarını genişletip kalbine kan pompalayacak o güdü, cesaret ve heyecan, koştuğun sürece seninledir.
Sohbetin sonunda şunu sormak istiyorum; sence hayvanların tarafında olduğuna inandığın, isimler kimler? İlk aklına gelenleri soruyorum…
Genel olarak kedilerin bu listeyi ele geçirdiğini söyleyebiliriz sanırım. Yerli yazar nerdeyse yok gibi ya da ben bilmiyorum… İlk aklıma gelenler; Bilge Karasu, kediler dolayısıyla; Sait Faik, sokak köpekleri ve diğer sokak hayvanları dolayısıyla; küçük İskender yine kediler köpekler dolayısıyla.
Yabancıları düşünüyorum aslında bir “avcı” olsa da Hemingway kediler dolayısıyla; Mark Twain yine kediler dolayısıyla; Charlotte Bronte atlar dolayısıyla (evet yazarın atlara düşkün olduğuna dair bir bilgi yok ama yazdıklarından atlarla bağının güçlü olduğunu hissetmişimdir hep); Edgar Allen Poe kediler, özellikle kedisi Charlotte dolayısıyla; Virginia Woolf ise köpeği Pinka ile uzun yürüyüşlere çıkmayı sevmesinden köpekler dolayısıyla derim…