“Cumhuriyet, yolu namütenahiyete giden bir nehre benzer...”

“Cumhuriyet bayramımızda herkes iyi ve temiz rubalarını giyeceklerdir. Okullar öğrencilere, resmî daireler hizmet adamlarına verecekleri yeni rubalarını bu bayram günlerinde dağıtacaklardır. Ailelerin de çocuklarına yeni rubalarını bu bayram için almaları yerinde olur. Hayır cemiyetlerinin de fakir çocuklara verecekleri rubaları ve eşyayı bu günlerde dağıtmaları muvafık görülmüştür.”

Yer İzmir, yıl 1937, genç Türkiye Cumhuriyeti on dört yaşında, Mustafa Kemal Atatürk henüz sağ, CHP hâlâ tek parti. Elimizdeki raporun ayrıntılarıyla aktardığı üzere, “Büyük Bayram” İzmir vilayetinde, 28, 29 ve 30 Birinci Teşrin günlerinde, üç ayrı program dahilinde, üç gün üç gece kutlanmış.

Raporun kapağında büyük puntolarla 14 rakamına, altı oka ve altı okun temsil ettiklerine yer verilmiş: Cumhuriyetçiyiz, halkçiyiz, lâyikiz…

Rapor, umumi kutlama programı, vilayette kabul merasimi programı ve CHP dahili programı çerçevesinde neler yapıldığını madde madde sayıp döküyor, yapılan konuşmaların metinlerine ve kutlamalar sırasında çekilen fotoğraflara yer veriyor. Bütün kutlamaların en önde gelen aktörü İlbay Fazlı Güleç (aslında ilbay vali kelimesi için çok güzel bir karşılıkmış, fakat halk nezdinde tutmayan kelimelerden biri olarak ömrü kısa sürdü).

Cumhuriyet Bayramı’na ne kadar büyük bir önem atfedildiği 24 maddelik umumi programın ilk satırından anlaşılıyor. Üç gün boyunca her aşamada nelerin nasıl yapılacağı ayrıntılı olarak düşünülmüş, toplumun bütün kesimlerini kapsayacak bir program yapılmış. Daha ilk maddede “Cumhuriyet bayramımızda herkes iyi ve temiz rubalarını giyeceklerdir” ifadesi yer alıyor, “Okullar öğrencilere, resmî daireler hizmet adamlarına verecekleri yeni rubalarını bu bayram günlerinde dağıtacaklardır. Ailelerin de çocuklarına yeni rubalarını bu bayram için almaları yerinde olur. Hayır cemiyetlerinin de fakir çocuklara verecekleri rubaları ve eşyayı bu günlerde dağıtmaları muvafık görülmüştür” deniyor. Hatta “Cumhuriyet bayramında çocukların yeni elbise giymeleri için velilere mektup gönderilecektir” şeklinde bir ifade dahi var. Sonra bütün resmî daireler, belediyeler, esnaf ve işçi birlikleri, spor kulüpleri, bankalar, tecimevleri, evler, dükkânlar, deniz ve kara taşıtları, istasyonlar, limanlar vs.nin donatılacağı ve süsleneceği söyleniyor. Daha neler yok ki… Halkın eğlenmesi, şenlik yapması için şehrin geniş alanlarında meşaleler yakılacak; muzikalar, çalgılar bulundurulacak, oyunlar tertip edilecek; gazeteler halkta genel heyecanı artıracak şekilde ve büyüklükte çıkacak; isimleri daha önceden belirlenmiş bazı muallimler, avukatlar, parti nahiye reislerinin seçecekleri hatipler “Cumhuriyet’in faydaları ve rejimin sağlamlığı ve Cumhuriyet’in her rejimden üstün olduğu mevzuu üzerinde” hitabeler yapacaklar; bunun dışında müsamereler, balolar, geçit resmi, mızıka, fener alayı, hava fişenkleri; Cumhuriyet ve devrim hakkında kısa konferanslar; spor, güreşler, milli oyunlar; Atatürk’ün anasının mezarına çelenk bırakılması; okullarda bayramlaşma ve daha niceleri…

Raporda, bu umumi kutlama programının ardından, 29 Birinci Teşrin 937 tarihli “Kabul Resmî Programı” yer alıyor. Kimlerin hangi sırayla kabul edileceği maddeler halinde belirtilmiş. En başta elbette vilayet merkezinde mevcut saylavlar, arkasından müstahkem mevki komutanı ve diğer birtakım subaylar, sonrasında büyüğünden küçüğüne doğru devlet erkânı ve sivil kurumların temsilcileri; hâkimlerden kambiyo müdürüne, kültür direktöründen baytar müdürüne, ölçü ve ayar başmüfettişinden liman reisine, nafıa komiserinden borsa heyetine, hastane başhekimlerinden İdman Cemiyeti İzmir merkez heyetine, Üzüm Kurumu heyetinden İktisad ve Tasarruf Cemiyetleri heyetine, her makam ve mevki… Fakat bunların arasında dikkat çeken bir mevki var: Uyuşturucu maddeler müdürü. Bu müdürlük şimdi olsa herhalde talibi çok olurdu! Üstelik bu uyuşturucu maddeler müdürünün protokoldeki yeri de hiç fena değil; başka bazı memurlar ve müdürlerle birlikte 10. sırada belirtilenler arasında yer alıyor, oysa vakıflar müdürüyle İzmir müftüsü 13., belediye reisi 15. sırada yer alıyorlar; hahambaşının yeri sondan bir önceki sırada, en son sıradaysa “halktan arzu eden zevat” bulunuyor. Kabul resminde sivillerin frak giymesiyse şart.

Raporda çok daha kısa olan, partiye ait dahili programın da ardından, her üç gün boyunca neler yapıldığının fotoğraflar eşliğinde anlatımına girişilmiş.

Solda, 30 Ekim 1937 tarihli Yeni Asır gazetesinin ilk sayfası, sağda aynı gazetenin 31 Ekim 1937 tarihli bir sayfası.

28 Birinci Teşrin’de, belediyenin aldığı yeni otobüslerin işlemeye başlama töreni yapılmış, ilbay bey burada kısa bir söylev vermiş, ardından hazır bulunanlara şerbet ikram edilmiş, yeni otobüslerle Alsancak-Kültürpark hattında bir tur atıldıktan sonra araçlar hemen hizmete başlamış. Sonrasında İzmir Esnaf ve İşçiler Birlikleri tarafından 300 fakir çocuk törenle giydirilmiş. Birliğin binasında giydirilen bu 300 fakir çocuk, süel (askerî) bandoyu takiben Cumhuriyet Meydanı’na giderek Atatürk anıtı önünde toplanmışlar. Birlikler asbaşkanı Mehmed Ali burada verdiği söylevde çocuklara hitaben şöyle diyor:

“Şimdi Atatürk Türkiyesinin temiz okullarında okuyorsunuz, okuyacaksınız, büyüdüğünüz zaman da Türkiye Cumhuriyeti’nin misilsiz ordusunda, donanmasında askerlik yapacaksınız. Karaların arslanı, havaların kartalları olacaksınız. Yurd için bu ödevleri yaptıktan sonra da Türkün öz malı olan fabrikalarımızda şimendiferlerimizi, tayyarelerimizi ve otomobillerimizi yapacaksınız. Yine öz Türk mağazalarında, dünyanın hiçbir tarafında eşi bulunmayan üzümlerimizi, incirlerimizi, tütünlerimizi işliyeceksiniz. Bir zaman yurdu koruyacak ve bir zaman da atelyelerimizde yurdu zengin edeceksiniz.”

Yani çocukların varlığı Türk varlığına armağan olacak! Zira Reşit Galip’in milli eğitim bakanlığı sırasında hazırlamış olduğu öğrenci andı da dört yıldır okullarda okunuyor. Ayrıca çocuklara Kültürpark Gazinosu’nda ziyafet verilmiş ve incir, üzüm dağıtılmış.

İkinci gün, yani asıl Cumhuriyet Bayramı olan 29 Birinci Teşrin Cuma günü ise program hükümet konağındaki kabul töreniyle başlıyor. Askerî ve mülki erkan, İzmir’de bulunan konsoloslar gibi ağır misafirlerin kabul edildiği törende gelenlere şekerlemeler ikram edildiği belirtilmiş. Sonrasında, Cumhuriyet alanında halkı tebrik ve geçit resmi geliyor. Cumhuriyet alanında yine bir nutuk irad eden İlbay Fazlı Güleç, Cumhuriyet’in kıymetini anlamak için gözümüzü gerilere çevirip istibdat günlerini hatırlamak gerektiğine dikkat çekiyor ve “Bugün hepimizin gördüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti her zümreye ve bu arada kadınlara da siyasî haklar tanımıştır” diyerek Cumhuriyet’in faziletlerini hatırlatıyor. Validen sonra parti namına Avukat Ekrem Oran söz alıyor; o da konuşmasında Cumhuriyet’in anlam ve öneminden söz ediyor ve “Dünya tarihinin kaydettiği ihtilâller arasında, Cumhuriyet inkılâbımız kadar şümullü, isabetli ve esaslısına asla tesadüf” edilemeyeceğini, “İmparatorluğun asırlar içinde yapamadığını” Cumhuriyet’in “ondört yıl gibi kısa bir zamanda tahakkuk” ettirdiğini söylüyor ve diyor ki, “hiçbir cemiyet, pek kısa bir zamanda Türk camiasının yaptığı gibi, eski zihniyet ve ananeleri ve onun hurafelerini bütün müesseseleriyle kökünden yıkarak yepyeni bir hey’et halinde yükselmemiştir”.

Daha sonra muhtelif askerî kıtalar, zabıta müfrezeleri, izciler, mektepliler, sporcular halkın alkışları arasında geçit resmi yapıyorlar; ardından da değişik kurumların Atatürk anıtlarına müteaddit çelenkler koymalarıyla tören devam ediyor.

Bunun ardından “köylü kardeşlerimizi tebrik” adı altında enteresan bir kutlama maddesi bulunuyor. Vilayetin bütün köylerine, “köy meydanlarında bütün köylü kardeşlerimizin toplanarak” okunması için bir söylev yollanmış ve her köyde, toplanan halk karşısında bu aynı söylev okunmuş. Raporda bu söylevin de metni bulunuyor. Burada kullanılan dil ve içerikten, o dönemdeki devlet ve parti yetkililerinin köylüleri biraz çocuk ya da fazla nahif algıladıkları hissiyatı uyanıyor. Mesela şöyle deniyor köylülere yönelik söylevde:

“Eski zamanlarda atalarımız çok çalışkan, düzenli, tutumlu insanlarmış. Bütün milletler: (Biz de Türkler gibi işten anlar, tutumlu, düzenli olabilsek) derlermiş. Türkleri örnek edinirlermiş. Türkler vardıkları yere medeniyet götürürler, dünyaya medeniyet yayarlarmış.

Her biri orduda birer arslanmış; sulh günlerinde de medeniyete derin ve coşkun bir imanla inanarak medeniyeti yayarlarmış. Hâsılı, seferde arslan, hazerde en yüksek işçi imiş.

Çalışa çalışa, dünyanın dört bucağında medeniyetler tutuşturmuş. Böylece nice yüzyıllar geçmiş. Kahraman ve çalışkan soyumuz, kahramanlıkta ve işde dillere destan olmuş.

Lâkin bir gün geldi, Türk milleti arasına yabancı soylardan bazı bozukluklar girdi ve bu bozukluklar bir kumaşın üstüne düşen yağ damlası gibi genişledi. Milletimiz işten başka hiçbir şey düşünmezken tenbel oldu. […] Dünyanın en iş ustası olan Türk, san’ata yanaşmaz oldu. Evvelden kendinden önce yurt ve milleti düşünürken, şahsını en üst tutar oldu.”

Medeniyet şampiyonu milletimizin, üzerine yağ damlası gibi düşen yabancı soydan bozuklukların etkisiyle çaptan düştüğü, ezici çoğunluğu okuma yazma dahi bilmeyen köylülere anlayabilecekleri şekilde, böyle sarih bir dille anlatıldıktan sonra, iş rejim meselesine geliyor:

“‘Balık baştan kokar’ deriz, değil mi? Bozukluk ta baştan, padişahlardan geliyordu. Bunlar işte bu fedakârlıkta örnek olacak yerde, her türlü bozukluklarda örnek oluyorlardı. Padişahın adamları da, bulundukları yerde küçük bir padişah oluyorlardı; iş değil, işe yanaşmamak, ömrünü zevk ve safa ile geçirmek esas oldu.”

Bundan sonra kısaca çöküşün gelişi, düşmanların güçlenmesi, padişahın onların tarafına geçmesi anlatılıyor ve şöyle deniyor: “Yer çökmedikçe, gökler parça parça olup düşmedikçe yok olmayacak Türk milleti, göz göre, boğazlanmak üzere idi.” (Burada elbette, şimdiki zamanların sevilen tabiriyle sübliminal bir mesaj var; Cumhuriyet’in köklerini aradığı İslam öncesi Türk tarihinin ikonik metinlerinden Orhun Yazıtları’nı hatırlıyoruz: “Üze Tenri basmasar, asra yir telinmeser Türk budun, ilinin törünin kem artatı? (Yukarıda Tanrı [=gök] basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, türeni kim bozar?)”[1] Sonrasında kurtarıcı bir kahraman çıkıyor, millet bu kahraman çevresinde toplanarak yeniden eski yüksek hayatını yaşamaya başlıyor ve hikâye mutlu sonla bitiyor. Bundan sonra da Cumhuriyet’in hangi yönde ilerleyeceği anlatılıyor.

29 Ekim 1933 akşamı Süleymaniye Camii'ne asılan mahya: "Durmıyalım Düşeriz"

“Büyük Bayram”ın kutlamaları dahilinde gerçekleştirilen bir başka faaliyet ise “cezaevini ziyaret, mahkûmlara ziyafet”. Halkevi, İzmir hapishanesindeki mahkûm ve mevkuflara öğle yemeği vermiş. Ziyafeti müteakip elbette Fazlı Güleç burada da bir konuşma yapıyor ve mahkûmlara hitaben, onları unutmadıklarını, bir an önce hürriyetlerine kavuşmalarını beklediklerini, intikam için değil, cemiyetin nizamı için kendilerine böyle bir yük yüklendiğini ve buraya girenlerin ille de fena adam olmadıklarını söylüyor. Valinin söylediklerinden, nüfusu zaten az olan, hedeflediği kalkınma için insan kaynağına ihtiyaç duyan Cumhuriyet’in hiçbir ferdi gözden çıkarma lüksünün olmadığı, aynı zamanda istisnasız bütün vatandaşları Cumhuriyet ideali etrafında kenetlemek istediği açıkça anlaşılıyor.

Hapishanenin ardından hastanelerdeki hastalar ziyaret edilmiş. Burada da vali, hastaları “cemilekâr sözlerle sevindirmiş ve bayramlarını kutlulamış”.

Bundan sonra sıra, “Tayyare hangarı açılış ve Hava istasyonu temel atma töreni”ne geliyor. Burada artık, vali söylev vermekten yorgun düştüğünden olsa gerek, vali muavini Cavit Ünver halka hitap ediyor ve “Habeş harbı ve memleketimizde cereyan eden Tunceli tenkil hareketi Tayyareciliğin askerlik noktai nazarından ehemmiyetini tebarüz ettirmişlerdir” diyor. İtalya-Habeşistan Savaşı, 1936 yılında Mussolini İtalyası’nın Habeşistan’ı işgal etmesiyle son bulmuştu, Tunceli tenkil hareketi ise o günlerde henüz çok çok yeniydi.

Bu temel de atıldıktan sonra, İkinci Kordon’da, fakir halk, işçi, esnafa parasız bakılması için hazırlanan CHP Dispanseri’nin açılışı yapılıyor. Sonra vali, Karşıyaka Çocuk Yuvası’nı ziyarete gidiyor, “yavrucukları büyük bir şefkatle okşıyarak bu yere bir ana muallim göndereceğini” söylüyor.

Gece ise kutlamalar bando eşliğinde fener alayı, sabaha kadar binlerce hava fişenklerinin atılması, Kültür Park Gazinosu’ndaki vilâyet balosuyla devam etmiş; balo samimi ve neşeli bir hava içinde sabaha kadar sürmüş.

Buraya kadar anlatılanlar İzmir merkezde yapılan kutlamalar ama raporda kısaca mülhakatta (kaza, nahiye vs.) yapılanlara da yer ayrılmış. Mesela Ödemiş’te otomatik telefon açılma töreni yapılmış, Kemalpaşa’da Parsa belediye binası açılmış, “Çeşme’nin Alaçatı nahiyesinde yeniden yaptırılan et ve sebze hali”nin açılış töreni gerçekleştirilmiş. Tabii burada insan düşünmeden edemiyor; o zamanlar Cumhuriyet rejiminin sahiplenilmesini sağlamak, Cumhuriyet’in idealize ettiği medeniyet anlayışını halka benimsetmek için böyle çırpınan, hal açılışını bile özellikle Cumhuriyet Bayramı’na denk getiren zevat Alaçatı’nın bugünkü halini görseydi, “işte sonunda istediğimiz gerçekleşmiş” diye sevinir miydi, yoksa “medeniyet, kalkınma dediğimiz tamamen yanlış anlaşılmış” diyerek teessüre mi gark olurdu?

Üçüncü gün, yani 30/10/1937 tarihinde yapılan en önemli faaliyet “Atatürk’ün anasının mezarında yapılan parkın açılış töreni”. Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık köşkünde 1923’te ölen Zübeyde Hanım yine Karşıyaka’da defnedilmişti. Rapordan, İzmir Belediyesi’nin kabrin bulunduğu yerde arsa alarak burayı ağaçlandırdığını ve park yapmaya karar verdiğini öğreniyoruz; işte bu parkın temel atma töreni de “Büyük Bayram”ın kutlamaları dahilinde gerçekleşmiş. Bu tören esnasında da mutat nutuklar atılıyor. Merhumeden “Ey yüce kadın”, “muhterem ölü”, “Atatürk’ün anası”, “büyük şefin valideleri” şeklinde söz ediliyor, fakat bir kez dahi “Zübeyde Hanım” denmiyor; yani henüz, Atatürk’ün anası dahi olsa kadının adı yok!

Bundan sonra Asansör İlkokulu’nun açılış törenine geçiliyor. İlbay Fazlı Güleç’in burada verdiği söylevde dikkat çektiği bir husus, aslında bugün hâlâ milletçe ulaşamadığımız bir anlayış; diyor ki ilbay, “Bu mektep sizin kendi paranızla yapılmış; sizin malınız, sizin eserinizdir. Bunun için kimseye minnet hissi taşımanız icap etmez. Biz sadece sizin işinizin hizmetlerinin ifasına memuruz.” İçinde bulunduğumuz şu 2021 yılında, burada altı çizilen vergi bilincine maalesef hâlâ çok uzağız; siyasetçilerle kamu görevlileri ise kendilerini “hizmete memur” görmeye gönül indirmedikleri gibi, efendi olarak görülmeyi, milletin parasıyla yapılanları ihsan gibi sunmayı hâlâ marifet zannediyorlar.

İstanbul Bayezıt meydanı, 1934 Cumhuriyet bayramı kutlaması.

Okul da açıldıktan sonra polis şehitleri anıtı ziyaret ediliyor, ardından vali bey “Eski Anadolu işi olan bir tabak içinde kendisine verilen kıymeti bir makası alarak kırmızı beyaz kurdelayı kesmek suretiyle” Halkevi el emekleri sergisini açıyor. Sonrasında Kızılçullu’daki ilk köy muallim mektebinin açılış töreni yapılıyor. Kızılçullu’da söz konusu olan basit bir okul açılışı değil, çünkü uzun yıllar Amerikan Koleji olarak kullanılan bina hükümetçe satın alınmış ve köy muallim mektebi olarak hazırlanmış, bunun da ayrı bir iftihar vesilesi olduğu anlaşılıyor. Açılışta konuşma yapan mektep müdürü Emin Soysal, bu binaları yapanların maksat ve emellerinin müphem ve vuzuhsuz olduğunu, çünkü elbisesinin milli olmadığını; şimdiyse bu mektepte Türk köylüsünün okuyup “mutlak surette köyde veya köy için, köylüler için” çalışacağını söylüyor. Zaten bu mekteplerin açılmasından maksat, köydeki “irfan ocağı”ndan yetişen çocukların, yine köylerde “inkılâp vazifesini” başarmaları. Fazlı Güleç de burada verdiği söylevde aynı şeye dikkat çekiyor: “[Çocukların] şehrin köyü yadırgattıracak seyrine uyarak şehirliliğe katılmalarına ve o hayata temessül ederek köyü unutmalarına meydan verilmeyecektir.” “Coşkun bir tezahüratla” açıldığı belirtilen okulun girişine “Memleketin efendisi köylüdür” vecizesini taşıyan bir levha da yerleştirilmiş.

Bayram kutlamalarının üçüncü gününde, akşam 19’da, Kültürpark Gazinosu’nda, CHP’nin parti ocak reislerine verdiği parti ziyafeti gerçekleştirilmiş. Üç gün üç gece süren bayram kutlamalarının son faaliyeti ise, gece 22-23:30 arasında, Esnaf ve İşçiler Birliği’nin tertip ettiği denizde eğlence. Çankaya vapurunda gerçekleştirilen eğlence sırasında İzmir Körfezi’nde yüzlerce hava fişekleri atılmış.

Üçüncü gün mülhakatta yapılanlara gelince; Bergama İlimevi’nin açılış töreni ilk sırada yer alıyor. Bu “ilimevi” adlandırması insanda akademik bir çağrışım yapsa da, aslında maksadın biraz turistik olduğu anlaşılıyor: “Bergama’ya ziyarete gelecek antikiteseverler her türlü konförü camî bir istirahat yeri olan bu ilimevinde rahat ve huzur bulabileceklerdir.” Bunun dışında, “asrî surette yapılan cezaevi”nin açılış ve Urla’da ikinci okulun temel atma törenleri yapılmış.

Ayrıca raporda, 29 ve 30 Birinci Teşrin günlerinde halk kürsüleri kurulacağı ve bu kürsülerde Cumhuriyet’in faydaları hakkında hitabeler yapılacağı belirtiliyor. Halk kürsülerinde, önceden ya da o sırada başvuruda bulunarak, bir saati geçmemek şartıyla söz almak mümkün, ama tabii kürsülerin başında bulunacak komiteler, maksada uygun olmayan sözlerin söylenmemesini sağlamakla görevli!

29 Ekim 1937'de Antep'teki kutlamalar.

Raporun bize aktardığı bütün kutlamalarda ve bu üç gün içinde verilen çeşitli söylevlerde ister istemez dikkat çeken bazı noktalar var. Bir kere Cumhuriyet Bayramı’nda temiz ve yeni giysiler giyilmesi gerektiği defalarca vurgulanıyor. Her okulda bayramlaşmalar düzenleniyor, “Minareler elektrik lambalarile tenvir edilecektir” deniyor, fakir çocuklar giydiriliyor, hapishanedeki mahkûmlara yemek veriliyor, hastanelerdeki hastalar, çocuk yuvalarındaki çocuklar ziyaret ediliyor. Bütün bunlar aslında daha çok dinî bayramlarda yapılması âdet olan şeyler. Minare gibi dinî bir sembol de milli güne eklemleniyor. Her güzellik, her hayır, her sevinç belli ki Cumhuriyet coşkusuyla birleştirilmeye çalışılmış; hem ne de olsa yeni bir rejimin gerçek anlamda tesisi biraz da iman meselesidir.

Bu üç gün boyunca verilen sayısız söylevde hep aynı temalar dikkati çekiyor. Cumhuriyet’in her anlamda kutsanması (“Cumhuriyet güneşi yurdumuzun ufuklarını, feyizli, ziyalarile nurlandırdığı gündenberi…”); eski rejimin ve padişahın bütün sorunların kaynağı olarak gösterilmesi (“[…] cennet gibi yurdu baykuşlar yuvası gibi harabelere çeviren, çöllere benzeten padişahlardan kurtararak Cumhuriyet’i kurdular”); ordunun en değerli varlığımız olduğunun vurgulanması (“[…] bütün bu parlak muvaffakiyatın en büyük âmilinin kahraman ordu ve genç ve dinç deniz ve hava kuvvetlerimiz olduğunu…”). Eğitim için hummalı bir çaba içinde olunduğu anlaşılıyor; bunun dışında, iktisadiyatın da milli olması gerektiği düşüncesiyle ülkenin hem tarım hem sanayi anlamında kendi kendine yetmesi için büyük bir uğraş verildiği görülüyor; günümüzde hepsi de birer birer satılmış olan şeker, mensucat, cam, kâğıt fabrikalarımızla gurur duyuluyor. Bugün herhangi bir marketten aldığımız mercimek paketinin üzerindeki “Menşei: Kanada” ifadesini görselerdi herhalde düşüp bayılırlardı!

Cumhuriyet’in 14. yılında, Atatürk’ün anasının mezarı başında yapılan törende, köy bürosu şefi Hüseyin Avni Azan (Ozan?) şöyle diyor: “Türk hakikî demokrat çehresini gösterdi, Atatürk’ümüzün dediği gibi (biz, biz olduk) esasen Türkün ruhunda demokrat vasıflarını haiz demokrat ahlâkı mevcut idi. Buna mani olan sebepler ortadan kalkınca hakikî ve millî karakter de tebarüz etmiştir.”

O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı, nice badireler atlatıldı, bayram coşkusu yıllar içinde azaldı, git gide sönükleşti; milli karakterimiz olan demokrat ahlakımız ise bir türlü tam olarak tebarüz edemedi. Fakat bundan sonrasında da, artık iman ile değil ama akıl ile “Yaşasın Cumhuriyet!” demekten gayrısı mümkün değil; adaletin mülkün temeli olduğu, hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu cumhuriyet yaşasın!

 


[1] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1987, s. 40.

 

GİRİŞ RESMİ:

1934'te İstanbul, Beyazıt'ta yapılan törende Yorgancılar esnafı Atatürk heykeli işlenmiş yorganla tören alanından geçerken.